"Her ilerleme, her keşif, aynı zamanda beraberinde yeni sorunlar getiriyor risklerimiz her gün biraz daha artıyor."
Bu sorular, gerçekten de kışkırtıcı ve zihin çelici. Batı’da bu tartışma, düşünürleri çok yorgun düşürdü. Bir süreden beri, her şeyi şakaya vurmaktan başka çaremiz kalmadı diyen, kendilerini “ironisist” diye adlandıranlar, “insanın doğası, özü diye bir şey yok kardeşim, vazgeçin artık onu bulma sevdasından” diye feveran edip duruyorlar. Müslüman dünyada da tarih boyunca bu tartışmanın oldukça farklı biçimlerini görmek mümkün ama insanın, en güzel şekilde (ahsen-i takvim üzere) yaratılmış olmakla, sefillerin en sefili (esfel-i safilin) düzeyine indirilmek arasında salınabileceği (Tin/4-5) hususunda genel bir fikir birliği ve sükûnet var.
Yazımın başlığı, Thomas Hobbes’un devletin kökenlerini ve gerekçesini açıklamak için kaleme aldığı “Leviathan” kitabına dayandırılan, meşhur “homo homini lupus” sözünün tercümesi. Hobbes, insanın karıncalar, arılar gibi uyum ve dayanışma içinde olamayacak, sürekli birbirinin aleyhine işleyen yapıda bir arzu akışı olduğunu, dolayısıyla devletin gerektiğini belirtebilmek için söylediğinden beri, bu söz, insanın doğasına olumsuz bakışın mottosu haline gelmiş durumda. O günden beri, insanın doğuştan iyi mi yoksa kötü mü olduğuna ilişkin bir tartışma durmaksızın sürüp gidiyor. İnsanın doğuştan iyi olduğuna inananlar, insanlığın geleceği konusunda iyimserken, insanı kötü bir tabiatta görenler, dünyada ne zaman büyük bir kötülük olsa “ben size dememiş miydim!” pozu veriyor, kendi kötülüklerini de bu tezle meşrulaştırmaya girişiyorlar.
“İnsanın doğası” tartışması bundan sonra da hiç bitmeyecek, bizi hep cezp edecek ama günümüzün küresel insanın hallerine bakınca, Hobbes haklı görünüyor. İnsanın doğası tartışmalarında Müslümanların mutabık kaldıkları fikir, benim de düşüncelerime yön veriyor ama günümüz insanı, hele hele modern Batının zihniyet dünyasına sahip olanlar kesinlikle birbirinin kurdu... Dilersek gördüklerimizi insan doğasıyla değil de kültürle de açıklayabiliriz ama görünen bu.
Yaşadığımız zamanları Ulrich Beck, “risk toplumu” diye formüle ediyor. Bu kavramı birçokları gibi ben de benimsiyor, yazılarımda kullanıyorum. Geleneksel toplumlarda belki doğadan ve diğer insanlardan gelen somut tehlikeler daha çoktu ama yine de onlar “risk toplumu” değillerdi. Çünkü “risk” sözü, gelecekteki ihtimaller düşünülerek değerlendirilen tehlikeleri anlatıyor; dolayısıyla yalnızca geleceğe yönelmiş ve geçmişten kopmaya çalışan modern zamanlarda söz konusu. Yaşadığımız modern toplumun en büyük övünç kaynaklarından birisi, doğadan gelen tehlikelerin belli ölçülerde kontrol altına alındığı iddiası. (Ki ben bu iddiaya hiç ama hiç katılmayanlar tarafındanım.) Ama kendi imal ettiğimiz riskler insanlık tarihinde hiç bu düzeyde olmadı. Çevresel sorunlar, silahlanma, nükleer tehlike ve hele bir de zengin olana dahi güvende olmadığını hissettiren oynak finans piyasaları…
Çözümsüz bir ekolojik sorun, akılları yuvalarından fırlamış iki nükleer silaha sahip devletin savaşa tutuşması, tüm gezegeni mahvedebilir. İmal edilmiş riskler yalnızca bunlarla sınırlı değil; önceleri büyük ölçüde gelenekler tarafından sınırları çizilen evlilik ve çocuk yetiştirme tarzları, şimdi tamamen belirsiz. İnsan, ne yapacağını kendisi belirlemek durumunda… Küreselleşen dünyadaki risk alanlarına bir de hep birbirini kovalayan ve dünya ölçeğinde salgın (pandemi) yapma ihtimali bulunan AIDS, Ebola ve tuhaf ölümcül grip türleri gibi bulaşıcı hastalık tehlikelerini de eklersek...
Risk toplumunda yaşadığımızın bir göstergesi de sigorta sisteminin günümüzde ortaya çıkıp yaygınlaşması... Hepimiz bir biçimde geleceğimizi, hayatımızı garanti altına almak istiyoruz. Garanti bir süreliğine sağlansa bile hepimiz için ve kalıcı biçimde mümkün olamayacağı açık.
Her ilerleme, her keşif, aynı zamanda beraberinde yeni sorunlar getiriyor risklerimiz her gün biraz daha artıyor. Risk toplumunda yaşamak, her yeni gün, bugünden bilemeyeceğimiz yeni risklerin ortaya çıkabileceğini, bunlar karşısında acze düşebileceğimizi, giderek daha çok endişeli hale geleceğimizi daha baştan kabul etmek demek. O halde, endişenin ve endişeyle ilgili psikiyatrik rahatsızlıkların ve endişeyi bir nebze olsun azaltabilmek için yapılan girişimlerin her yıl çığ gibi artmasında, adeta bir endişe pazarı kurulmasında, velhasıl birbirimize karşı kurtlaşmamızda şaşılacak bir şey yok…
Erol Göka, Prof. Dr, 28.07.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Uzaklardaki İnsan,
Erol Göka Yazıları
Takip et: @erolgoka
Sonsuz Ark'ın Notu: Erol Göka Beyefendi'ye, birey ve toplum sağlığı açısından çağın sorunlarına 'iyi' geleceğini düşündüğümüz değerli yazılarını bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz. Seçkin Deniz, 05.06.2017
İlk Yayınlandığı Yer; Yeni Şafak
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.