5 Ağustos 2018 Pazar

SA6611/KY43-BRŞ32: Sombart’ın Kapitalizm Çözümlemesinin Roman Üzerinden Olumlanması - Bir Deneme-

"Metodolojisinin özgünlüğü ve içerisinde yaşadığı toplum/lar/ın ekonomik devinim ve dönüşümlerini ele alış biçimi Sombart’ı, çağdaşlarından apayrı bir yere konumlandırmaktadır. Kendi ifadesiyle eserleri, Marx’ın çalışmalarının bir tamamlayıcısı ve devamıdır. Marx’tan tam anlamıyla kopmadığı görülen Sombart’ın çözümlemesi, insanı eylemin öznesi olarak öne çıkarması ve tarihsel maddeciliğe kati karşı çıkışı onu farklı kılmıştır."



Giriş

Werner Sombart, Almanya’nın Ermsleben şehrinde dünyaya geldi (1863). Babası hem Ulusal Liberal Parti’den Parlamento üyesi hem de Sosyal Politika Birliği’nin aktif üyelerindendi. Dolayısıyla entelektüel bir çevrede büyüyen Sombart, Pisa, Berlin ve Roma üniversitelerinde hukuk, ekonomi, tarih ve felsefe eğitimi aldı. Önceleri idari ve bürokratik görevlerde bulunduğu halde akademik görevine Breslau Üniversitesi’nde başladı. Elli dört yaşına geldiğinde, Ekonomi Profesörü olarak Berlin Üniversitesi’ne geçti.

Alman Tarihçi Ekonomi Okulu’ndan ve Genç Hegelcilerden ve kuşkusuz Karl Marx’tan etkilenen Sombart, Dili kültürel bir argüman olarak metodolojisinde kullanması, onun Wilhelm Dilthey’den de etkilendiğini gösterir. Max Weber ile çağdaş olan Sombart, Sosyoloji Arşivi üzerine birlikte çalışıp önemli katkılar yaptılar.

Bu makalede, öncelikle Sombart’ın kapitalizm çözümlemesi mercek altına alınacak, onun çözümlemesi ışığında, Avrupa’daki toplumsal çözülmenin ve sonuçlarının, gerçekçilik akımının iki büyük yazarı Gustave Flaubert ve Honore de Balzac’ın iki romanı üzerinden –“Madame Bovary” ve “Otuz Yaşındaki Kadın”- toplumsal bir analizi yapılacaktır.

Sombart; “Kapitalizm ve Yahudiler” ve “Aşk, Lüks ve Kapitalizm”

Sombart’ın çözümlemesine geçmeden önce Marx ve Weber’in kapitalizm çözümlemelerine kısaca değinmek gerekmektedir. Zira birinin etkisi altında kalmış, diğeri ile aynı çağda ve aynı coğrafyada yaşamakla kalmamış, birlikte çalışmıştır.

Marx’ın kapitalizm çözümlemesi, Avrupa’nın kıtalar aşarak sömürü yoluyla zenginleşmesi, burjuva sınıfının oluşması ve bu sınıfın makinalaşmayla birlikte sermaye sahipleri olarak seri üretime geçip daha da zenginleşmek için pazarını genişletmesi ve işçi sınıfının emeğinin karşılığı olan ücretleri minimize etmesine dayanır. İnsanlık dışı bulduğu kapitalizmden kurtulmak için çözüm önerileri sunan Marx, “metaların fetişizmi”ne değinirken, bir anlamda metanın üretim biçimini nasıl etkilediği üzerinde de analizler yapar. Ona göre metanın, ister bir ihtiyacı karşılıyor olsun, isterse insan emeği olsun, kullanım değeri olduğu sürece gizemli bir yanı yoktur. Ona göre metanın gizemi, “onun içinde insan emeğinin toplumsal niteliği, insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik damgalamış olarak görünmesine dayanmaktadır” (Marx, 1997:87).  

Marx, emek ürünlerinin üretildiği andan itibaren toplumsal olarak üzerine atfedilen şeye ise Fetişizm der (Marx, 1997:88). Yani ihtiyaçtan doğan bir ürün, o ürünün kullanım değeriyle alakalıyken, o ürünün başka bir ürüne karşı mübadelesi değişim değeridir ve bu yargıların toplumsal karşılığı, fetişizmdir. Sombart’ın, ürünlerin değeri bakımından ileride değinilecek çözümlemesinde, Marx’ın buradaki tespiti önemlidir. Zira toplumsallaşması bakımından Sombart’ın çözümlemesinde meta, kilittir.

Max Weber, kapitalizm çözümlemesinde, içerisinde yaşadığı Alman toplumda, Ortodoks Hıristiyanlığa bir tepki olarak ortaya çıkan Protestanlığın ve Ahlakının Kapitalizmin Ruhunu oluşturduğunu iddia eder. Ona göre Protestanlığın sunduğu rasyonelleşmiş bir hayat tarzının sonucudur kapitalizm. Marx’ın kuramlaştırdığı ekonomi kuramından tamamen bağımsız, ekonomiyi bir alt kurum olarak değil, toplumsal bir çıktı olarak değerlendirir. Bu anlamda, bazı çağdaşları gibi, “anlama” (Verstehen) üzerine kurulu, kendine özgü bir metodoloji geliştirmeyi başarmıştır. Amacının dinin toplumsal yansımalarını, nasıl geliştiğini ve ne gibi sonuçlar doğurduğunu araştırmak olduğunu belirten Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizm’in Ruhu kitabında öncelikle Hıristiyanlık dininin mezheplerine ve toplumsal tabakalaşmaya değinir, din kaynaklı statü gruplarının dinle bağlantısını ve kapitalizmin ruhunu açıklar. Doğu Batı ilişkisini dikotomik bir çerçeveden ele alan Weber, karşılaştırmalı analizler yapar. Gerek tarihsel seyirde gerekse eş zamanlı gelişmelerde toplumsal analizinde başvurduğu otorite tipolojilerinde bu ayrım belirgindir. İktidar ve otorite ilişkisini bu tipoloji üzerinden açıklarken bürokrasinin de açılımını yapar. 

Ona göre, Asketizmin, Luther’in meslek kavramıyla, ahirete yönelik yanı, dünyevileşmiştir. Döneminde sıkça tartışmaların odağı olan ussallaşmayı, örgütlenmeye bağlar ve sermaye üzerinden kazanılanın israf edilmeksizin yeniden sermayeye katılmasını dinin gereği bir ahlak olarak açıklar. Başlarda Marksist analiz biçimlerini çürütmek amacıyla yazdığı kitabının sonunda, “çağdaş insan, genelde, en iyi niyetle de olsa, dini inanç içeriğinin, yaşam biçimi, kültür ve ulusal karakter açısından önemini, olması gerektiği kadar ortaya koyamaz” (Weber, 2005:141-142) diye bir anlamda kapitalizmin edilgen kıldığı birey için de hayıflanır.[1]

Yahudi halkının ve dininin ekonomik gelişmeler üzerinde sahip olduğu büyük etkiyi sergilemeye niyetlidir Sombart. Ayrı bir başlık altında incelemeyi tercih ettiği bu tartışmaya ve Yahudiliğin etkinliğine dair “din, belli bir ruhani bakış açısının ifadesi olduğu ölçüde, özsel bir yöne sahiptir; birey onun içine doğduğu için de nesnel bir yönü vardır” (2005:181) tespitinde bulunur.

Yahudiliğe dair, dinin kaynağı olarak kabul edilen her biri farklı zamanlarda çıkmış olan kaynak kitapların birbirini tamamlayan türden farklı yorumlarını ve bu yorumlar neticesinde Yahudiliğin tarihsel seyrini ve dolayısıyla de gelişimini okuruyla paylaşan Sombart; günümüz Yahudiliğini en çok niteleyen yorumlarına Talmud’da rastlandığını ifade eder. Ancak üzerinde durulması gereken asıl nokta, bütün bu yeni yorumlarla ifade edilen kanunların, Yahudi dinsel yaşamını daha da güçlendirmiş olmasıdır (2005:187).

Yahudi bir kimsenin kendini ve hayatını nasıl anlamlandıracağına dair dini öğretilerin nasıl ortaya çıktığını “adil” ya da “kötü” gibi nitelemeler ışığında sunan Sombart, “bir kimsenin adil ya da kötü olarak değerlendirilmesi, göz ardı edilen emirlere karşı yerine getirilen emirler dengesine bağlıdır” (2005:194). Bu muvazeneyi sağlamaya koşullu olan bir Yahudi için bu durum, bir anlamda onun muhasebecilik anlayışının gelişmesini sağlamıştır. Aynı zamanda dengeyi kurmaktan ziyade daha “adil” bir tutum sergileyerek Tanrı’nın rızasını almaya çalışması, kapitalizmin “kâr” kavramına denk düşmektedir. Bir kimsenin daha dürüst ve adil olma çabası, Yahudiliğin dünyevi bir vaadinin de sonucudur: Böylesi tutumlar, bu dünyada sürekli ödüllendirilir. Ancak ödüllendirildiğini bil(e)meyen Yahudi, her gün yeni şeyler yaparak ödül ardına ödül ekleme peşinde olacaktır; tıpkı bir kapitalistin sermayesine kattığı karı eksiltmemeye çabalaması gibi. Genel olarak kutsal metinlerde işlenen tema zengin olmaya dairdir; bir koşul ile: “Zenginler ancak Tanrı’nın yolundan yürüyorlarsa kutsanmaktadır ve yoksulluk lanettir” (2005:102). 

Zenginlik hor görülmez. Hıristiyanlıkla Yahudiliği zenginlik ve fakirlik öğretileri bakımından karşılaştıran Sombart, sık sık kutsal metinlerden alıntılar yapar. Ayrıca halk içerisine yerleşmiş özlü deyişleri de kullanır. Örneğin Yahudilikte, “Süleyman gibi, teneke gibi altın ve kurşun gibi gümüş toplayın” öğretisi varken; Hıristiyanlıkta “Devenin iğne deliğinden geçmesinin, zengin adamın Tanrı’nın Krallığı’na girmesinden daha kolay olduğu” öğretisi mevcuttur (2005:203). Bu anlamda Sombart, toplumun müphem olan kültür dünyasına da önemli bir giriş yapar.[2]

Roman Sosyolojisi Bağlamında Sombart Döneminin Toplumsal Analizi

Bu başlık altında öncelikle Roman Sosyolojisi’nin yöntemlerine dair[3] bir açıklamanın ardından, genelde sanatta, özelde edebiyatta realizm akımının[4] temsilcileri olan Flaubert ve Balzac’ın romanları ışığında o dönemin soyluları, kurtizen kadınları ve tüccar Yahudileri arasındaki aşk ve ticari ilişkileri üzerinden toplumsal bir analiz yapılacaktır.

Sosyolog Köksal Alver, aynı zamanda bir edebiyatçıdır ve edebiyatın olgusal niteliğine dikkat çekerek, bu olgunun sosyolojik olarak da incelenmesi gerektiğinin altını çizer. Edebiyat kendi özelinde iletişim ve ilişkiler ağı oluşturmakta, bu yönüyle de toplumsal alana dâhil olmaktadır. Edebiyatın bu yönünü dikkate alarak topluma sosyolojik analizlerle ayna tutulacağını vurgular (2006:11).

Sosyolojik açıdan roman çözümlemesine dair öne çıkan iki önemli kuramdan söz edilir: Bir roman kuramı olarak Hermeneutik yaklaşım, bir diğeri ise oluşumcu-yapısalcı yaklaşım. Her iki yaklaşımın da toplumsal analizler için önemli teorileri vardır.

“Hermeneutik yaklaşıma göre insan varlığı, onu kuşatan bir anlamlar ağı tarafından belirlenir; herhangi bir insan tekini bulunduğu anlamlar ağından çıkartarak bir tanıma, bir belirlenime yerleştirmeye çalışmak, daha baştan yönetimsel bir çıkmaza sürüklenmek demektir. Bu yaklaşımda kalkış noktası, insanın amaçlılık, niyetlilik, içgörü gibi tanımlamaları değil tam da bu sözü edilen anlamlar ağıdır, çünkü bu tanımlamalar da insanların kendi aralarında hep önceden oluştura geldikleri anlamlar dünyasına göre şekillenirler” (Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1999:26).

Hermeneutik, metinlerin ‘doğru’ anlamının araştırılmasından başlayarak, toplumun araştırılmasına, toplumun ve dünyanın anlamlandırılmasına yol gösterici bir ‘sistem’ önerisine ve sanat yapıtlarının değerlendirilmesinde bir eleştiri aracı olmaya uzanan geniş bir yelpazede ‘anlam’ın çeşitli biçimleri ile ilgilenmiştir. Hermeneutik yaklaşıma göre, bu yaklaşımın ele alınabilmesi için önce roman türünün kendi sorunlarının ortaya konulması gerekiyor. Dolayısıyla, hermeneutiği bir kuram olarak ele almak için, “onun diğer edebiyat kuramlarıyla ilişkisi, edebi metinler karşısındaki duruşu, roman türünün kendine özgü özellikleri ve tüm bu bağlantılar göz önünde bulundurulması” gerekiyor (Yaşat, 2004:12).  Yaşat’a göre, bu sayede ‘teori’ ile ‘pratik’ arasında bir bağlantı kurulabilmesini sağlamayı amaçlıyor (2004:13). 

Teori ile pratik arasındaki ilişkiye dair bir vurguyu Gadamer’de de görürüz. Sanatı bilgi alanından çıkartıp yalnızca haz alma ve güzeli kavrama işlevine hapsedenlerden farklı olarak Gadamer,  sanatın da bilgi iletebileceğini savunur. Ancak bu bilgi bilimin içerdiği kavramsal bir bilgi değil, ‘pratik’ ve ‘moral’ bir bilgidir (Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1999:56).

Dilin, kültürel boyutuna dikkat çeken bazı başka Hermeneutikçiler ise yazının tamamlanmasının ardından yazarını öldürürler. “Yazarın ölümü” kavramının sahibi Roland Barthes’e göre metinde konuşan yazar değil, dilin ta kendisidir. Bu ne demektir? Metin, bir ‘yazar- tanrı’nın ürünü değildir, aksine o, kültürün sayısız merkezlerinden gelen bir anlatılar ve aktarımlar örgüsüdür[5]. Yazarın işlevini kaybetmesinde önemli bir noktanın, yazarın söylediklerinin onun mülkünün olmadığını, aksine dilin yazar aracılığıyla konuşması olduğunu savunanlardan biri de Foucault’tur[6]. O da ‘yazarın ölümünü’ Bathes’e benzer bir düzlemde ilan eder.

Lucien Goldmann’a göre, ‘roman yapısının sosyolojik incelenmesi’ mümkündür. O, kendi yaklaşımını “oluşumcu-yapısalcı” olarak niteler. Yapılan tüm analizler, roman edebiyatının içeriği ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki üzerine kuruludur (Goldman, 2005: 23-24). Oysa roman sosyolojisinin araması gereken asıl sorun, romanın yapısı ile bu yapının içinde geliştiği sosyal yapı arasındaki ilişki; yani edebi bir tür olarak roman ile toplum arasındaki ilişkiler olmalıdır.

Goldmann’ın düşüncesine göre, roman, piyasa için yapılan üretimin doğurduğu bireyci toplumun günlük yaşamının edebiyat alanındaki yansımasıdır[7] (2005: 25). Marksist bir felsefeci olan Goldmann, kapitalizmle birlikte, roman edebiyatının da tıpkı diğer sanat türleri gibi -sosyal bir bilince bağlanamasa da- kültürel bir yaratı biçimi olduğunu söyler. Bu anlamda yazar bir yandan yozlaşmış bir kimseyi temsil ederken, diğer yandan da birey (okur) ve toplum arasındaki bir arabulucu görevini de üstlenmiş olur.

Son olarak, oluşumcu- yapısalcı kuram; tüm insani davranışların, belli bir duruma anlamlı cevap verme ve bu sayede eylemin öznesi ile öznenin içinde bulunduğu çevre arasında bir denge kurma denemesi olduğu tezinden yola çıktığı söylenebilir (Goldmann, 2005: 73). Öznenin gerçekte kim olduğu sorusuna cevap arayan Goldman, onu bireyin içinde, topluluk içinde ve topluluğun kendisi gibi görme problemlerinin doğabileceğine dikkat çeker. Toplum içindeki bireyi yadsıyan görüşe karşı çıkarak “Neden eser ile onu yazan birey arasında değil de, toplumsal grup arasında ilişki kurmalıyız?” sorusunu sormanın daha anlamlı olacağını söyler. 

Onun kavramsal düşüncesine göre cevap gayet basittir: “Eser, yalnızca kültürel ögeleriyle kavranmaya çalışıldığında, sadece eseri ya da yazarını ele alan araştırma, en iyi ihtimalle, eserin iç ünitesini ve eserin bütünü ile parçaları arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilir; fakat asla, eser ile onu yaratan insan arasında aynı tipte bir ilişki kuramaz. Dolayısıyla, bireyi özne olarak kabul edersek, eserin incelenen en büyük bölümü rastlantısal kalır ve akıllıca ya da ustaca yapılmış yorumların ötesine geçmek mümkün olmaz.”. Tanışık olmayan yazar ile okurun, sezgisel ya da ampirik bilgisi temel alınarak analiz edilmesi fazlasıyla karmaşık olacağı için; Goldmann, sosyolojik bir inceleme ile ulaşılmaya çalışılacak bağları, bir toplulukla (grup ekseni üzerinde özellikle durur) ilişkilendirilerek çok daha kolaylıkla aydınlanabileceğini savunur. Çünkü topluluğun yapısı, bireyin yapısından çok daha kolay anlaşılırdır. Ayrıca, tek tek bireyler ele almak yerine tek bir sosyal gruba ait yeterli sayıda bireyi incelediğimizde, diğer bütün grupların eylemleri ve bu birlikteliğe bağlı olan psikolojik ögeler birbirlerini karşılıklı olarak ortadan kaldırır ve geriye, anlaşılması daha basit ve çok da tutarlı bir yapı kalır (2004: 75-76).

Roman sosyolojisinin toplumsal çözümlemesine ilişkin başvurulan bu yöntemler ışığında, Alver’e göre ”ayna” kavramı merkeze alınmalıdır. Zira yazar kalemiyle bir dünyayı resmeder. Ayna; norm, tutum, davranış, gelenek ve görüngüleri yansıtmaktadır (2006: 18).

- Sosyolojik Açıdan Kadın Roman Kahramanlarının Dünyası

Madame Bovary (Emma) ve Otuzundaki Kadın (Lulie), 19. Yüzyılda yaşamış olan ve her ikisi de Fransız olan Flaubert’in ve Balzac’ın iki kadın roman kahramanıdır. Bu bölümdenların hayatı üzerinden[8], Sombart’ın “metres ekonomisi”ni de çağırıştıran (Yelken, 1999:282) toplumsal yansımalarına değinilecektir.

Madam Bovary, annesinin ölümünün ardından, din eğitimi almak üzere manastıra gönderilir. Başlarda çok başarılı bir öğrenci olmasına karşın, zaman içerisinde sivri çıkışlarından dolayı dışlanır ve eve dönmek durumunda kalır. Babasıyla yaşadığı sıkıcı köy hayatından bunaldığı için, evlenmeye karar verir. Kendisi çok genç yaşta olduğu halde, eşini kaybetmiş bir doktorla evlenir. Bu evlilik sayesinde, gözünde ve gönlünde bambaşka bir yeri olan Paris’le bir bağ kuracağına inanır. Eşi, Emma’yı deli gibi sevmektedir. Ancak aralarındaki tutku kısa zaman sonra biter ve evlilikleri Emma için gittikçe daha dayanılmaz hale gelir. Kendini kitaplara, dönemin moda dergilerine verir ve onlar aracılığıyla dönemin meşhur salonlarında yapılan ihtişamlı baloların, o salonları dolduran kadınların giyim tarzını oluşturan moda akımlarını takip eder. Bu sayede kendini teselli etmektedir. Okuduğu salon düzenlemeleri, süs eşyaları, temsiller, piyeslere dair yorumlarla hayali de olsa kendisini tatmin etmeye çalışır. Yaşadığı hayattan nefret etmeye başlar. Dolayısıyla bu hayatı kendisine yaşatan adama karşı ilgisi de zamanla biter. Emma’ya göre kocası, kendisini işine vermiş, başarılı bir doktor olmasına karşın, karısının farkında olmayan tutkusuz bir “zavallı”dır.

Julie de erken yaşlarda annesini kaybetmiştir ve babasıyla yaşamaktadır. O da, babasının itirazlarına rağmen, tıpkı Emma gibi, erken yaşta kendisinden çok büyük olan bir Albay ile evlenir. Evlenmelerinin üzerinden çok zaman geçmeden o da evliliğinden sıkılmaya başlar. Emma’dan farklı olarak, eşi tarafından aldatılan bir kadındır. Eşi, kendisine karşı saygılı davransa da, Emma’nın içi içini yemektedir. Onun gözü hiçbir zaman dönemin şatafatlı burjuva hayatında olmamıştır. Ancak, tutkulu bir aşk, onu da heyecanlandırmaktadır.

Gerek Emma’nın, gerekse Julie’nin bundan sonraki hayatları birbirine çok daha fazla benzemektedir. Her ikisinin de bir kızları olmuştur. Kızlarının dünyaya gelmesiyle birlikte, evliliklerinde yaşadıkları düş kırıklığından bir dönem sıyrılmış ve tutkularını bastırmıştır. Hatta her ikisi de, o dönem kendilerini dine adamış, yaşadıkları köyün papazıyla sık sık görüşür olmuşlardır. Ancak bir zaman sonra, kendilerini, karşılarına çıkan ve onları heyecanlandıran adamların kollarına atmışlardır. Nihayet, eşlerini aldatan ve burjuva hayatının gözde bekârlarıyla yasak aşk yaşamaya başlamışlardır. Bir yandan bu aşkın esiri olmuş, diğer yandan sürekli bir ahlaki sorgulama yaşamaktadırlar. Emma genç yaşta ölür, oysa Julie’nin tanıklık edeceği uzun bir hayat vardır önündeki.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Flaubert’in, romanında, eşini aldatan Madame Bovary’i hiçbir şekilde yermemesi veya yargılaması, onun gerçekliği olduğu gibi aktarma konusundaki titizliğini göstermekte. Dönemin Fransa’sındaki ahlaki çöküntünün yansıtılması bakımından “eş aldatma” onun romanında bir metafordu ve kadınların toplumsal düzeni artık hiçe saydıklarının bir göstergesi idi. Balzac’ın kaleminden, bu kadınların cinsel tutku arayışları bir özgürlük mücadelesi gibi ele alınırken; Flaubert’in kahramanı hafif meşrep bir kadındı ve onun yaşam hikâyesinden alınacak dersler vardı. 

Her iki yazarın hayatları ve romanları ele aldıkları tarihler birbirine çok yakındı ve her ikisi de toplumsal gerçekleri yansıtma amacı güdüyorlardı. İkisi de kendilerinden yaşça büyük ve evli olan kadınlarla sayısız ilişkileri vardı ve yıllarca tutkuyla yaşadıkları aşk maceraları. Her ikisinin hayatındaki kadınlar da çok benziyordu üstelik birbirlerine. Misal, Flaubert’e Madam Bovary’nin kim olduğunu sorulduğunda, “Madam Bovary benim” demişti. Madam Bovary, Flaubert’in kendisiydi. Özgürlükler getirdiğini vadeden yeni düzen aslında beyaz erkeğinin ve burjuva sınıfının lehine düzenlemeler yaparken, kadın hala bir günah keçisiydi. Ancak kadınların kocalarını aldatmalarında gerçeklik payı olduğu halde, her iki yazar da kadınların bu tutkularının haklı olduğu konusunda birleşiyor olsalar da bedellerine dikkat çekiyorlardı. Dönem, Feminist hareketlerin ateşlendiği dönemdi. Tutkularının peşinden gitmelerindeki haklılık payı ise; onların çok küçük yaşlarda, bilinçsizce, onları hiç anlamayacak olan kocalarla evlendirilmeleriydi. Dolayısıyla aldatma, bir başkaldırıydı.

Dönemin orta sınıf kadınları “görev” yüklemelerinin altında ezilirken, mutluluk hakları ellerinden alınmıştı. Her iki yazar da, aşk yaşadıkları kadınlardaki bu mutsuzluğu ve hüzünlü hayatlarını gözlemiş, kaleme almış ve yansıtmaya çalışmıştı. Dönemin burjuva sınıfının sivrilmesine, toplumsal yapının çözülmesine, ahlaki değerlerin alt üst olmasına ve kadınların nasıl da mağdur ediliyor olduklarına tanıklık etmişlerdi.

- Sombart’ın Toplum Çözümlemesi

Sombart “Aşk, Lüks ve Kapitalizm” tezinde (1989), Haçlı Seferleri’nden sonra, egemen aristokrat sınıfın yaşam tarzının değiştiğini ve cinsler arası ilişkiler sonucu ekonomik sistemin bu etkenlerden yola çıkarak kapitalizmi doğurduğunu iddia ediyordu. Romanda ayna tutulan dönem, onun bu kapitalizm çözümlemesindeki üç aşamaya ayırdığı kapitalizmin[9]  yüksek dönemine karşı geliyordu. Diğer yandan Sombart tezinde, yaşanan bu toplumsal “dönüşümler nedeniyle cinsler arası ilişkinin değiştiği, bu değişimler sonucu egemen sınıfın bütün yaşam tarzının yeniden oluşmaya başladığı ve bu yeni oluşumun da modern ekonomi sisteminin gelişimi üzerine esaslı bir etkiye yol açtığını ifade eder” (Yelken, 1999: 283). 

Söz konusu dönem, dinden kopuşun ve pozitivizmin egemen olmaya başladığı dönemdir. Artık tanrı adına değil, aşk ve kadın uğruna savaşlar yaşanmaktadır. 18. yüzyılların sonunda Paris, “aşkın yüksek okulu” haline gelen ve sapkınlığın doruklarında yaşandığı şehirdir. Dinden kopuş ve bedenin kurtuluşuna sahne olan toplumsal yapıda artık evlilik kurumu eleştirilir hale gelmiştir. “Özgür aşka” evlilik kurumu elbisesinin giydirilmesine, tepki sesleri gittikçe artmıştır. Çünkü aşk, doğası gereği gayri meşrudur ve aşk için evlenilemez. Kibar, kültürlü ve rafine olan kurtizanlar, bu yeni aşka hizmet eden özel kadınlar/ metreslerdir. Ancak kurtizanlık bir “metres ekonomisini” de doğurmuş ve büyük bir lüks sektörüne dönüşmüştür. Zamanla, bu lüks görkem ve israf çılgınlığı soylu sınıflardan saraylara, oradan da orta sınıfa yayılır (Yelken, 1999:282-287). 

İşte Emma ve Julie, bu dönemin orta sınıf kadınlarını temsil eder. Orta sınıf kadınlardan daha güzel ve eğitimli olan “yüksek mevki fahişeler” soylu sınıfın saraylarında gezinmektedir ve zaman içerisinde bu kurtizanlara tutsak olan soylular, onların bitmek tükenmek bilmez taleplerini karşılayamaz hale gelir. Özellikle Yahudi tüccarların uzak ülkelerden getirdiği ve Avrupa’da bulunmayan kumaşlar, egzoti eşyaları, yiyecek ve içecekleri, soyluların ellerinde tutmak için sevgililerine sürekli satın almak zorunda oldukları hediyeler halini alır. Bu yüzden soylular, sömürüler aracılığıyla zenginleşen burjuva sınıfının eline düşer. Öyle ki, asalet parayla alınıp satılır bir “meta” haline dönüşmüştür.

Meta, tam da bu noktada Marx’a atıfla, fetiş bir hal almaktadır. Zira Alışveriş Kuramcısı Bredemier’e göre, “herhangi bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi grubunun dengesi için, kimin kimden, hangi nedenlerle ve hangi koşullarda ne alıp vereceği meselesinin, güç, pazarlık gücü, sapma, adalet, bencillik, tekeller, stratejiler, taktikler gibi konuların içeriği de insanlarla ilgili konular üzerinde bir şeyler yazmaya çalışan hiç kimsenin dikkatinden kaçmamıştır. Bunlar, sosyal bilimlerin ve sosyal felsefenin konularıdır ve hepsi bağımlılığın ve onun sonucu olarak alışverişin açıkça ortaya çıkardığı şeylerdir” (2002:421).

Feodal zenginliğin, burjuva sınıfının zenginlemesi lehindeki erimesi, “aşk hayatının herhangi bir nedenle köreldiği yerde harcama yapmaya değil, yalnızca mal alımına, yani malların yığılmasına ve paranın birikimine yol açacaktır ki, kapitalist ruhun dirilişinin izleri de buradadır” (Yelken, 1999:289). Önceleri, aşkın körüklediği yeni lüks ve tüketim ihtiyacının doğurduğu sektör, sanayinin gelişmesini de tetiklemiş, emek ihtiyacını başlarda sömürge ülkelerden getirilen siyahi köleler karşılarken, zaman içerisinde köylerden kentlere göç eden ve Marx’ın “ploreterya” dediği sınıf karşılamaktadır.

Sombart, yukarıda da değinildiği gibi, Tanrı ve kul arasındaki sözleşmeye atıfta bulunarak “yasanın akılcılaştırılması” olarak Yahudiliğin son haline erildiğini düşünür. Bu anlamda, kapitalizm, Sombart’a göre, bir dünyevileşme idi ve arzu ve eğilimlerin ahlaki yaşama geçişini ifade ediyordu kapitalizm. Marx’ta kapitalizm bir kaderdi ve devrimi tetikleyerek sosyalizme geçişin kaçınılmaz evresiydi. Benzer şekilde Weber’de de, Hıristiyanlık üzerinden bir ussallaştırma söz konusuydu. Her üç kuramcıda da doğal olarak, aklın kutsandığı bir dönemde, us, bir eriş vasıtasıydı.

Sombart’ın Metodolojisi

Sombart’ı, pozitif bilimlerden bağımsız olarak yaptığı çözümlemeye ilişkin kendisine yöneltilen eleştirilere karşın onun bilim dünyasında yer bulması, kuşkusuz onun geliştirdiği metodolojiyle alakalıdır. Mensubu olduğu tarihçi okulun tek çizgi ilerlemeci yaklaşımından farklı olarak o, “insan dışında ve sanki ondan bağımsız, sadece ekonomi nesneleri (Money, kapital, meta vb.) olarak değerlendirilen ekonomik temaların” yerine, “bütün duyuş ve inanış dünyasıyla insanı” özne olarak bütün sosyal bilimlerin baş aktörü haline taşıyordu. Böylece, “tarihi maddeciliğin katı determinizmini reddederek homo economicus’un toplumsal arenadaki silik çehresini canlandırıyor du (Yelken, 1999:280).

Toplumsal süreçlerin evrensel yasaları olamayacağını savunan Sombart, “1. Metalite/Zihniyet (düşünce, inanç biçimi), 2. Hukuki düzen, 3. Teknolojik durum” ögelerinin her ekonomik sistem için geçerli olduğuna ilişkin açıklamasını, ekonomi bilimi ve onların prototipi olarak “1. Kural koyan ve hüküm veren ekonomi bilimi: Skolastik Okul, 2. Sınıflayan ve düzenleyen ekonomi bilimi: Klasik Okul, 3. Anlayıcı/Yorumlayıcı ekonomi bilimi: Tarihçi okul” sınıflandırması üzerinden yapar (2005:205). Ancak buradaki kutsiyetin iyi anlaşılması gerekir. Akılcılık ile kutsiyetin harmanlanması sonucunda, öte dünyacı çilecilik, Musevilikle her zaman çelişmiştir. Zira bu ikisi birbirinin yerine kullanılan terimlerdir. Kendisine verilen ruhu öldürmeyip korumasına salık verilmesi, yaşamın olumsuzlanmasına imkan tanımaz. Dolayısıyla dünyevi bir yönelime işaret eder. Dünyevi yönelim içerisinde ise, arzu ve eğilimlere sahip olan kimsenin varoluşunu ahlaki yaşama geçirmesi öğütler.

Zihniyet dendiğinde, Türk Sosyolojisine katkılarıyla Sabri Ülgener gelir akla. Onun, “ilim adamı” Sombart’ın büyük bir şahsiyet olarak kabul edilmesi, “kapitalizm tarihine dair altı ciltlik büyük eseri dolduran geniş ve zengin malzeme yığınının alelade toplayıcısı olduğu için değil, belki her şeyden evvel o malzemenin terkibine yeni bir görüş tarzı getirdiği için”dir (1942: 95). Ülgener, Batı’daki dönüşüme dair yapılan ve tarihsel maddeciliğin etkisiyle manevi hayat ve kıymetlerinin eksik bırakıldığı çözümlemelere karşın, bunların “her birini muhtevası itibariyle kavramağa (anlamağa) çalışmak, geniş manasıyla kültür tarihinin olduğu kadar iktisat tarihinin de belli başlı tetkik usullerinden biri haline geliyordu. Nihayet bu yenitetkik tarzını burada da sırf metodoloji çerçevesinden çıkararak muvaffakiyetle tatbik edebilecek bir şahsiyete ihtiyaç vardı ve işte o da Sombart idi” der (1942:99).

Ekonomi çözümlemelerinde obje olan insanı, “ekonomi süjesi” olarak baş tarafa geçirilmesi insan açısından Sombart’la birlikte, mistizmden de çıkarılmış oldu. Ülgener’e göre de zaten, “tarihin sebep ve amillerini araştırırken, ‘beşeri’ saiklerden daha geriye gitmek caiz değil”di (1942:101). Ülgener’e göre “Sorunu ve kelimeyi vaaz eden Marx olmakla beraber, o fikri bol ve geniş malzeme tahlillerine istinaden sistemleyen Sombart olmuştur”. Sombart da esas itibariyle, çözümlemelerinde sık sık Marx’a yer verir ve onun insanı tarih felsefesindeki determinist yaklaşımların etkisiyle nesnelleştirilmesine kati surette karşı çıkıp eleştirse de, “ilk azametli söz”ün Marx tarafından ve “son mütevazı söz”ün kendisi tarafından söylendiğini ikrar ettiğini ve 1932 yılında kendisinin “Kapitalizmin Geleceği” konulu konferansına “iktisat bizim kaderimiz değildir” diye ilan ederken başladığını bize Ülgener nakleder (1942:97). 

İktisadın bir çok metodunun olabileceğini, ancak doğa bilimlerinden ayrılması gerektiğine inanan Sombart, kültür ile yakından ilişkili olan ekonomi biliminin hudutlarının çizilmesinin de mümkün olmadığını savunur. Bu durumda metafizik hudutları aşmamak adına, “kültür dünyasını tanımak ve anlamak için, kendimize, kendi içimize bakmak kafidir” (Ülgener: 1942:109). Ancak iktisat bilimi, dış unsurlardan toplanan veriler ve bu verilerin terkibinden hareketle analize girişilmesi açısından da yetersiz olacağını, “bilakis, onları ifade ettikleri ‘mana’ bütünlüğü ile kavrayabilen bir anlayış (Verstehen) usulüne istinat” etmesi gerekliliğin Sombart için kaçınılmaz olduğunu aynı bağlamda aktarır Ülgener.

Sonuç

Pozitivizme göre, insan düşüncesi üç farklı dönem yaşamıştır: teolojik, metafizik ve pozitivist devirler. Kuşkusuz pozitivizmin bugünkü akıbeti o dönem bilinemezdi, ancak Balzac ve Flaubert bu akıbeti sezebilmişler miydi sorusu, kayda değerdir. Ancak Flaubert ve Balzac’ın ayna tuttuğu döneme ilişkin, o dönemin orta sınıf kadının yaşam serüveni dönemleştirilmiş insan düşüncesini temsil ediyordu adeta. Kadınların gençlik yıllarına kadar temsil ettikleri dönem, saflığın ve aşkınlığın iç içe olduğu teolojik devir; genç yaşlarda bilinçsizce ve sorgulanmadan yapılan evlilikler, metafizik devir ve nihayet ussal bir muhasebenin ardından mutluluk hakkı adı altında cinsel özgürlük maceraları ise pozitivist devirdi adeta. Onların yaşamlarının sonlarına doğru yaşadıkları üzüntüler, hayal kırıklıkları ve pişmanlıkları, pozitivizmin bugünkü akıbetini yansıtıyor adeta. Şu halde, romanlarda 19. yüzyılda yaşamış bu kadınların, “bu günden bakıldığında ahlaki olarak sorgulanabilir tutumları”, o dönem için bir sonuçtu. Keza, onları yazan yazarlarca da yargılanmıyorlardı. Sadece o dönem açısından eylemlerin öznesiydiler.

Sombart’ın, mistizme kaydığı iddiasıyla eleştirilere maruz kalan çözümlemesi ile yazarlarımız Flaubert ve Balzac’ın “arabuluculuğu” veya tuttukları “ayna”dan yansıyanların birbiriyle örtüştüğü açıktır. Kuşkusuz bu yazının kaleme alınış amacı, Sombart’ın kapitalizme dair yaptığı analizi çürütmek -ki, bu aşağılık bir cüretin ürünü olurdu-, değildir. Yapılmak istenen tam da Ülgener’in de üzerinde durduğu üzere, kültür dünyasını tanımak ve anlamak için, o dönemin –üstelik gerçekçilik akımının iki savunucusu olan yazarların romanda işledikleri karakterler ve temalar ışığında Sombart’ı olumlamaktır.

Metodolojisinin özgünlüğü ve içerisinde yaşadığı toplum/lar/ın ekonomik devinim ve dönüşümlerini ele alış biçimi Sombart’ı, çağdaşlarından apayrı bir yere konumlandırmaktadır. Kendi ifadesiyle eserleri, Marx’ın çalışmalarının bir tamamlayıcısı ve devamıdır. Marx’tan tam anlamıyla kopmadığı görülen Sombart’ın çözümlemesi, insanı eylemin öznesi olarak öne çıkarması ve tarihsel maddeciliğe kati karşı çıkışı onu farklı kılmıştır. 

Onun gölgede kalmasına sebep onun politik görüşleri olduğu kadar, kendisine yöneltilen eleştirilere gereğinden fazla önem vererek bu tartışmaları eserleri üzerinden sürdürmesine bağlı olarak onun gelgitli entelektüel kişiliğidir. Yaşadığı dönemde hakkettiği ilgiyi görememiş olsa da, pozitivizmin akibetini ve aşk ve lüks kavramları üzerinden bugünün markalar ve prestij gibi kavramlarını ve bunların toplumsal tezahürlerini anlamlandırma noktasında vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır. Toplumdan çevreye, nihayet bireye odaklı yaklaşım biçimleri kuşkusuz kültürel olan tüketim alışkanlıklarını bireysel hazlara indirgendiğini analiz etmektedir. Bu anlamda, Sombart’ın çözümlemesi, aynı zamanda bir tarih okumasıdır ki, metanın tarihsel serüvenini okumamızı ve bugünkü değerini anlamlandırmamızı sağlamaktadır.



Birsen Şöhret, 05.08.2018, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler
Dipnotlar:

[1] Weber’in Kapitalizm çözümlemesine ilişkin bu paragraf, yazarın (Birsen Şöhret) sonsuzark.com sitesinde yayımlanan “Klasik Sosyoloji Kuramlarında Din Olgusu” başlıklı makalesinden düzenlenerek aktarılmıştır.

[2] İlgili bölüm, yine yazarın (Şöhret) sonsuzark.com sitesinde yayımlanan “Frankfurt Okulu Düşünürlerinin Yahudi Düşmanlığına Dair Tutumları” başlıklı makalesinden, araştırma kapsamı geliştirilip metne serpiştirilerek yerleştirilmiştir.

[3] Yazarın (Şöhret) Roman Sosyolojisinin neliğiyle ilgili bu bölümü, gözden geçirilerek, sonsuzark.com sitesinde yayımlanmış olan “Edebiyat Sosyolojisinin İmkânı Üzerine Bir Deneme” başlıklı makalesinden alınmıştır.

[4] “Realizm” kavramı, “gerçek” anlamına gelen Fransızca “realite” (gerçek, gerçeklik) kelimesinden türetilmiştir. Realizm’in –genel- kavram anlamı: “Hayatı, tabiatı, insanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma endişesi çevresinde teşekkül etmiş anlayış”; realist (gerçekçi) ise, “Hayatı, tabiatı, insanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma iddiasında olan sanatkâr veya eser” demektir (Çetişli, 2006: 80).

[5] Barthes, R. , Yazı ve Yorum, Çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Metis Yayınları; Akt. Yaşat, 2004: 114.

[6] Foucault, M. , Yazar Nedir, Edebiyat ve Eleştiri Dergisi, sayı:4, 98-112. Akt. Yaşat, 2004: 117.

[7] Modern sosyal yaşamın en önemli kısmını oluşturan ekonomik yaşamda, varlıkların ve nesnelerin arasındaki tüm sahih ilişkiler –insanlar ve nesneler arasında olduğu kadar insanlar arası ilişkiler de- yok olmaya başlamış ve yerlerini, arabulucuların devreye girdiği, yozlaşmış ilişkiler yani değişim değerleri ile kurdukları ilişkiler almıştır (Goldmann, 2005: 26)

[8] Bu Bölüm, yazarın (Şöhret) sonsuzark.com sitesinde yayımlanmış olan “Edebiyat Sosyolojisinin İmkânı Üzerine Bir Deneme” başlıklı makalesinden bazı küçük gözden geçirmelerle, yer yer, olduğu gibi alınmıştır. Zira, her iki kitabı okuyan yazarın, sosyolojik açıdan çıkarımları, o günlerde okuduğu kitapların kendisine o gün “yansıyan” yönüyle anlamlıdır.

[9] 1. Endüstri Devrimi öncesinde sona eren Erken Kapitalizm, 2. 1760 dolaylarında başlayan Yüksek Kapitalizm, 3. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan Geç Kapitalizm (Yelken, 1999:279).


Kaynakça:


1- Alver, K. (2006), Edebiyat Sosyolojisi, Birinci Baskı, Ankara, Hece Yayınları. 

2- Balzac, H. (1996), Otuz Yaşındaki Kadın, Çev: Mina Urgan, İkinci Baskı, İstanbul, Remzi Kitapevi.
3- Bredemair, H. C. (2002), Alışveriş Kuramı, Sosyolojik Çözülmenin Tarihi, Derleyen: Tom Bottomore, Robert Nisbet, Çev: Ayşe Buğra, İkinci Baskı, Ankara, Ayraç Yayınevi.
4- Çetişli, İ. (2006), Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Ankara, Akçağ Yayınları.
5- Flaubert, G. (2006) Madame Bovary, Çev: Nurullah Ataç ve Sabri Siyavuşgil, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
6- Goldmann, L. (2005), Roman Sosyolojisi, Çev: Ayberk Erkay, Ankara, Birleşik Yayınevi.
7- Göka, E., Topçuoğlu A., Aktay, Y. (1999), Önce Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, İkinci Baskı, Ankara, Vadi Yayınları.
8- Marx. K. (1997), Kapital, Çev: Alattin Bilgi, Beşinci Baskı, Ankara, Sol Yayınları.
9- Sombart, W. (2005), Kapitalizm ve Yahudiler, Çev.: S. Gürses, İstanbul, İleri Yayınları.
10- Ülgener, S. (1942), “İktisat Felsefesi” Tarihinde Werner Sombart’ın Yeri ve Şahsiyeti, İstanbul Üniversitesi Dergi Park Mecmuası, Cilt: 3, Sayı: 1-2. 
11- Yaşat, C. D. (2004), “Sanat ve Toplum Karşısında Hermeneutik: Edebiyat Sosyolojisi Açısından Hermeneutik Yaklaşımın Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezi, Danışman: Doç. Dr. Besim Dellaloğlu, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, tez no: 147290.
12- Yelken, R. (1999), “Aşk, Lüks ve Kapitalizm” Etrafında Werner Sombart’tan Postmodern Teorilere Uzanan Yeni Tartışma Zemini, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: Mayıs.
13- Weber, M. (2005) Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev.: Zeynep Gürata, Dördüncü Baskı, Ankara, Ayraç Yayınevi.


Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı