"Modern insanın çıkmazı da buradadır. Kendini çözemeyen, anlayamayan insanların bir aradalığı..."
Kıymetli Hayrettin Hocam, ben sizin daha çok uzun soluklu metinlere yatkın bir şair, yazar olduğunuzu düşündüm hep. Bilmem yanılıyor muyum? Ama genel olarak sözgelimi novella olmaya yatkın öyküler, roman olmaya yatkın novellalar yazıyorsunuz gibi… Bunun elbet hem teknik bakımdan hem de söyleme- yazma biçiminiz açısından özel nedenleri vardır. Biraz bundan söz edebilir miyiz?
Öykü ya da romanın temelini hiç kuşkusuz olay kurgusu ve bu kurgunun getirdiği diğer unsurlar olarak görürüz. Oysa bu çoğu kez bir yanılsamadır. Çünkü kurgu akla, gerçeklik algımıza bağlıdır. Oysa bütün bir metni benimsememizin asıl sebebi anlatmadaki güzele yakınlığımızdadır. Kimi metinlerde kurgunun anlatmaya açık kapı bıraktığı yerde bazen hayatın devamlılığı gibi sözün de kendi içinde bir dönüp duran sürekliğinden söz edebiliriz. “Hepimiz bir hikâyenin içinde değil miyiz” bahsince biz de genişleyerek devam eden bir söz dünyasının içinde yer alıyoruz. Bu sebeple “bu, benim üslubum olmalı” diyebildiğim “Düş Gören Defter” adlı öykümde bunu fark ettiğimde açıkçası korktum. Çünkü anlatacaklarım bitmemiş ve kahramanımın öyküsü yarım kalmıştı. Sonra ne oldu, neye karar verdi, neyi soracaktı bunları bilemiyordum. Evet, sonunu getirmediğim öykümü merak ediyordum.
Bunu bir tarafa bırakırsak bu öykülerin genişleyerek devam edeceği hissi, bende nihayet romana evrilen bir yazı sürecine dönüştü. O kadar ki bir seri halinde düşündüğüm Hafız ile Kâtip ve sonrasında Adımı Aşk Verdi ve nihayet Aşkın Aynaları-Burçlar Kitabı, benim için Doğu anlatılarında karşılaştığım zamanın genişleyerek ilerlemesi meselesini de açığa kavuşturdu. Sözün bir başlangıcı olmasına rağmen ebediliğinin bir eksiklik değil bir zorunluluk olduğunu düşündüm hep. İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı adlı kitabındaki âşıklardan öğrendiğimiz kadarıyla ölse bile âşığın sevgiliye sözü devam edermiş. Tıpkı aşkın sonsuzluğu gibi sözün de sonsuzluğundan söz edebiliriz o halde.
Bunu tasavvufî açıdan dile getirebileceğimiz gibi insanî aşkta da düşünebiliriz. Doğu’nun şaheser diyebileceğimiz metinlerine (1001 Gece Masalları, Şehname, Mevlana’nın Mesnevi’si vb) baktığımızda da hem sayfa ama daha çok sözün kendi içinde kazandığı anlamsal mesafelerle bu iddiamızı kanıtlayan nice örnekler buluruz. Doğuyu yeniden keşfettik ne yazık ki. 1990’lı yıllarda asal metinleri, tefsir, kelam, tasavvuf alanlarındaki birçok kitabı dilimize kazandıranlara gönül borcumuz olduğu muhakkak. Düşünün ki İbn Arabî 2000’lerde ilk defa bütünüyle dilimize kazandırıldı.(*)
Bütün bunlara rağmen Doğu ve İslam metinlerinden alabileceğimiz zenginliklerin henüz farkında değiliz. Şahsen ben bu zenginliklerden faydalanmaya çalışıyorum. Bu yüzdendir ki kullandığım sembollerden anlatma tarzına kadar yalnızca özgünlük adına değil, bir tercih anlayışıyla bu geleneksel anlatı yöntemini seçtim. Bu, elbette ki modern anlatıya sırt dönmek değil ancak anlatmanın sonsuzluğunu -ama burada güzelin, güzel anlatmanın sonsuzluğudur söz konusu olan elbet- ben kendi olmaklığımızda, hakikat arayışında bulduğum için bu şekilde yazıyorum.
Birçok yazarın kolaya kaçarak ve risk almayarak aynı üslupla hareket ettiği edebiyat dünyasında kitaplarınızdaki yorum ve tarz değişikliği sizi nasıl etkiler, siz nasıl etkilenirsiniz?
Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak üslup, Batı’da olduğu kadar Doğu’nun da belirleyicilerinden. Bir diğer deyişle İbn Arabî ile Sühreverdi’nin ya da aynı çağda yaşasalar bile Bâkî ile Fuzûlî’nin temel belirleyenleri üsluplarıdır. Üslubu az önce sözünü ettiğim anlatma tarzlarıyla birlikte düşünürsek ne demek istediğim daha kolay anlaşılabilir. Örneğin ilk kitabım olan Hafız İle Kâtip’i kolaya kaçtım diye hiçbir yayınevine yollamadım. Okuması için verdiğim dostların hepsi ağır bir üslubu olduğunu söyleyince biraz açıklama yoluna giderek göndermeye karar verdim. Buradaki ağırlık, anlamsal bulanıklık değil elbette. Kurduğum sembolik âlem, okuyucunun da hayal dünyasındaki zenginlikle buluşsun ve yeni yeni kurgulara yol versin istedim. Nitekim 2000 sonrasında benim gibi düşünen yazarların da aynı yolu takip ettiklerini görmek beni sevindirdi. Yeni kuşak yazarların da geleneğe yönelmeleri bu açıdan sevindirici.
Sorunuzdaki asıl öze gelirsek kendimin iyi bir okuru olmaya çalışırım. Bu açıdan seri olarak düşündüğüm ilk üç romanımı –ki ben anlatı demeyi daha uygun buluyorum-yeniden okuduğumda onların bugünde, şimdide kazandırdığı yeni hayallerden yola çıkarak şimdilerde yazmaya çalıştığım romana da yeni başlangıçlar bulmayı umuyorum. Elbette ki belirttiğim gibi özellikle 2000 sonrasında geleneği özümsemiş birçok yazarı da takip ediyor, onları da hayranlıkla okuyorum.
İnsanın iç dünyasını anlama çabası beni, Sümerlerden beri astrolojiyle insanın geleceği değilse bile karakteristik özelliklerini belirleyen birçok metne, Kur’an da dâhil kutsal olan ya da olmayan anlatılardaki /kıssalardaki burç yorumlarına, sonrasında ise türlü kültürlerdeki (Mısır, Çin, Türk) metinlere götürdü. Doğrusu bu metinlerde beni yanıltmayan sonuçlara vardım. Bu bağlamda metin olarak en yeni kaynağımın Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi olduğunu hesap edersek günümüzde gazetelerdeki fallarla bir bağlantım olmadığı ortaya çıkacaktır. Benim çabam, insanların farklı yıldız boyutlarına bakarak aynı burçtaki insanların temel özelliklerini yakalamaya çalışmak. İnsanı anlama çabası diyebiliriz. Örneğin Nart Karaçay’larda on günlük evrelere ayrılmış 36 burçlu Türk burç sisteminde, yıllık evrelere ayrılmış Çin burcunda da bugünün insanının karakteristiğini bulabiliyoruz. Ne tuhaf ki bunlar değişmiyor. Birbirinden çok uzak ve çok farklı zaman dilimlerindeki yorumlar, özellikler bugün de geçerliliğini koruyor.
Yaratıcı düşünce de burada devreye girmiş olsun. Burçların her birine ait öykülerle bunlar arasında aşkın hakikatini arayan bir yolcunun serüvenini birleştirmek de kolay oldu aslında. Aşkın kendisi bir arayıştan başka bir şey değil doğrusu. İnsan, sevdiğinin ruhunda hep bir yolculuğa çıkmalı ki onun dünyasını anlayabilsin, aşkın o ilk günlerindeki hevesi sonsuz bir anlam arayışına dönüşsün. Tez kavuşulan ancak çabuk tüketilen günümüz aşklarındaki anlamsızlık da burada ortaya çıkıyor. İnsan, kendini tanımıyor ki karşısındakini anlayabilsin. Bu sebeple romanımın ikili bir işlevi olduğuna inanıyorum. Hem insanın kendini anlama çabası hem de güzel olana, güzel anlatmaya yaklaşma. İslam estetiğinin temelinde de güzel, yararlılık ve tabiata uyum nitelikleriyle birlikte vardır. Örneğin Divriği Camii ya da El Hamra sarayında taş, tabiata uyuma, kışın sıcak yazın serin tutuşu ile faydaya ama en önemlisi de güzelliği yansıtış biçimleriyle dikkatleri çeker. Bu yüzden olsa gerek anlatılarda, mimaride, mezar taşında yahut bizzat tabiatın kendisinde var olan güzelliğin peşindeyim. Beni etkileyen asıl güç buradadır.
Romanlarınızda aşk, hayal, hakikat gibi soyut kavramları alegori ve kişileştirme yöntemiyle okura sunarken neleri öne çıkarırsınız?
Geleneksel sanatın ayırıcı özelliklerinden biri de alegori ve kişileştirme yoluyla canlandırma (teşhis) ama genel bir ifadeyle söylersek sembolleştirme eğilimidir. Fuzulî, Leyla ve Mecnun’un başında Leyla’yı herhangi bir kadın olarak değil aşkın bir temsili olarak görür. Aşk, Fuzulî’nin gözünde bir değer olmakla birlikte kişileştirme yoluyla görünür hale gelmiştir. Bu, tıpkı âlemin oluşumundaki “kün fe yekun” emrine benzer. Âlem, bir tasavvur iken bir emirle görünür hale gelmiştir. Sanatçı, görünür olana kendi yalnızlığını yeni bir kurguyla benimsetmemeli; aksine, tabiatta var olan değerlerden yola çıkarak ezeli ve ebedi olanı anlatmalı. Benim gayem bu nihai hakikatten yola çıkarak geleneksel olana bir borcum olmaksızın alacağımı tahsil etmektir. Bu, benim en doğal hakkım, diye düşünüyorum.
Kitaplarımdaki kahramanlarımdan bazılarının adı Mânâ, Fuad, Gayret, Şâhid, Fakîr’dir. Bunlar, bilindiği gibi değerlerin ya da durumların adıdır. Oysa bunlar, anlatılarımda birer kişilik olarak belirir ve asıl kahramanların yanında yer alırlar. Tıpkı Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ındaki Gayret, Hayret, Sühan gibi. Bu sebeple ben de Galib gibi “çaldımsa miri malı çaldım” diyorum.
Yazılma süreçleri de uzun zamana yayılan, aklıma geldiği kadarıyla sondan geriye doğru sayacak olursak; Aşkın Aynaları, Adımı Aşk Verdi, Hafız ile Kâtip mesela. Her biri kendi içinde de uzamaya ve genişlemeye hatta daha teknik biçimde söylersek katmanlaşmaya müsait içerikleri bir yana, bildiğimiz gibi üçü birden mesnevi tarzı halleriyle de yine bu uzun soluklu yazma- söyleme biçimine götürüyorlar bizi…
İlk sorunuzdan yola çıkarak ifade edersem bu anlatıları yazmaya başlamadan evvel çıkış noktam Feridüttin Attar’ın Mantıku’t-Tayr yani Kuşların Dili adlı muhteşem eseridir. Bilindiği gibi Simurg’a otuz kuş varmak ister. Yolculuk bu minval üzeredir. Yolda birçok kuş, yolculuğun meşakkatinden bitkin düşer ya da kimi tuzaklara kapılıp gider. Ancak Attar, sembolik bir formla yazdığı bu mesnevide kuşların her birine hikâyeler vasıtasıyla nasihatler verirken birkaç örnek vermekle yetinir. Ben de bunun üzerine neden her bir kuşu, divan şiirinde de geçen kuşları örnek alarak birer anlatı yazmayayım, dedim. Bu sebeple anlatılarımın ilki bülbüle, ikincisi Hüma’ya ve Aşkın Aynaları- Burçlar Kitabı da Dudu kuşuna ayrılmıştır. Halen yazmakta olduğum kitap da nasipse ebabil kuşunun anlatısı olacak.
Demem o ki anlatma, süreklilik arz eder. Bir nehir roman aksıyla değilse bile her an yeniden başlayan bir yolculuk retoriğiyle her dem yeniden doğuşa bir atıf yapmak istedim.
Uzun ya da kısa her anlatı, yazar için omuzlarında ağır bir yüktür. Bu bakımdan romanın uzunluğu ya da kısalığından ziyade sizin de vurguladığınız “şimdiliği” meselesi, beni henüz yazma çabasındayken oldukça düşündürdü diyebilirim. Doğrusu önceki anlatılardaki kurgusal anlatmanın zevkini tattıktan sonra böylesi bir hikâyesi olan metne dönmem içimdeki tedirginliği arttırdı. Çünkü Dullar Sokağı’nda anlatmaktan çekinen bir halim vardı ve bu, roman boyunca sürüp gitti. Dullar sokağında yaşayan 17 yaşındaki bir genç kızın etrafındaki kadınları anlatıp durması değildi beni tedirgin eden. İçe doğru gittikçe çekilen bir üslup beni yakalamış, sarıp sarmalamışken kendimi romanın içindeki anlatımın sarmalından kurtarmak istiyordum. Bu, modern bir roman yazmayacağım anlamına gelmiyor elbette ancak özellikle Dullar Sokağı’nda hayatların iç içe geçmiş gerçekliklerle ve dahası çelişkilerle dolu olması bu kahramanların dünyasında yaşıyormuşum hissini arttırdı. Çünkü tedirginliğimin yanı sıra çelişkilerim de artmış, etrafımda gördüğüm herkeste Selma’dan ya da Rukiye’den bir iz bulabilir miyim, diye arayış içine girmiştim.
Anlatma, aslına bakılırsa tedirgin etmemeli. Çelişkilere sürüklememeli. Ama yakından bakılırsa hem Batı hem de modern Doğu metinlerinin çoğunda bu içsel ağırlığı ve ağrıyı hemen hissediyoruz.
Kafka’dan Albert Camus’ya, Robert Musil’den Sadık Hidayet’e kadar varoluşsal bir kaygının içinde okurken boğuluyoruz. Oysa Walter Benjamin’in ifadesiyle “matbaanın yalnızlaştırdığı okur” kendi hayal dünyasını zenginleştirecek ve böylelikle içsel bir deneyime ortak olacaktı. Evet, oldu ancak tedirginlik ve çelişkiye ortak olundu.
Galiba Dullar Sokağı’nda da hissettiğim bunlardı. Bu yüzden en az dönüp okuduğum romanlarım arasında yer alır.
Kitapta dikkati çeken bir başka şey ise; aslında Dullar Sokağı’nı bize anlatan genç kızın aktardıkları olsa gerek. Ben burada toplumsal algıdaki “dul kadınlar” ifadesini elbette önemli buluyorum, lakin bundan daha ötesi Dullar Sokağı’nın öbür sakinleri olan bu kadınlar- özellikle kadınlar olsa gerek?…
Bu romanla diğer anlatılar arasında kurduğum köprü aslında yine sembolleştirmelerdir. Evet, bu romanın asıl kahramanı kadınlar gibi görünür. Ancak asıl olan şey Selma’nın gözünden görünen algılarıyla gerçeklik ya da kurgusallık arasındaki tavırlarıdır söz konusu olan. Burada bir sokak ismi olarak Dullar Sokağı, aslında bu dünyadır. Selma ise modern biridir. Tuhaf hobileri vardır. Gazetelerdeki ölüm ilanlarını keser, biriktirir ve bazılarını duvara asar. Kuklacılar derneğine gider ve bir Karagöz takımı alarak evinde modern bir üslupla ölen babasıyla onlar aracılığıyla konuşur. Her şeyden önce de sokaktaki kadınlara özellikle de Rukiye’ye tuhaf bir gerçeklik algısıyla bakar. Ondaki gerçeklik, şüpheci, tedirgin ve dehşetle örülüdür. Paranoyak kişiliği, onun modernliğini pekiştiren bir başka yönüdür.
Dolayısıyla kadınlar yani dış dünyadaki insanlar da varlıklarını bu eksik, tuhaf ya da Derrida’nın ifadesiyle yapıbozuma uğramış bakışa borçludurlar. Ne tuhaf değil mi? Bir kısır döngüyle etrafınızda size benzeyen tuhaf kişilikler bulmak ve onların dünyalarını anlamaya çalışmak. Oysa bırakın Rukiye ya da Canan’ı, Selma kendini çözememiştir. Modern insanın çıkmazı da buradadır. Kendini çözemeyen, anlayamayan insanların bir aradalığı…
Şahin Torun, 07.09.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Takip et: @torunsahin
(*)Sonsuz Ark'ın Şerhi: Sufizm ve bağıl ideolojisi ya da dini olan 'Aşk', İslamî bir niteliğe sahip ya da İslam itikadına ait terennümler topluluğu değildir. Seçkin Deniz, 07.09.2018
Sonsuz Ark'ın Notu: Şahin Torun Beyefendi'nin çalışmalarının yayınlanması için onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 18.06.2016
İlk yayınlandığı yer: Dünya Bizim
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.