"Bu soruya yanıt veremiyordum. Veremedim. Yutkunmaktan fırsat bulamıyordum. Rüyam bir karabasana dönmek üzereydi."
Her zamanki gibiydi. Bir bahar esintisi.. bitimsiz bir bahar esintisi. İnci dişler, ışıltılı parlak gözler. Pastel renk bir hırka vardı üzerinde. Çiçekli basma elbisesinin üzerindeki hırka öylesine uyumluydu ki, bir başkasına sıradan geleceğine, uyumsuz niteleneceğine kuşku yok. Füsun sıradan şeyler söylese de bana hep efsunlu şeyler söylüyormuş gibi gelirdi. Sınıfa girdiğinde, sokakta rastladığımda hep bir bahar esintisi çarpardı yüzüme.. zemheri aylarında bile. Şimdi de öyleydi. Uyumun, ahengin, zarafetin zirvesiydi.
Rüya işte. Bu yeri –avluyu- daha önce hiç gördüğüm yok. O yerin nerede, hangi kentte, hangi ülkede olduğuna ilişkin hiçbir bilgim yok. Avlu uzun dar denecek kadar vardı. iç avlu değil. Bahçe avlusu.
O’nun oturduğu odun sandalyesinin hemen arkasında bir selvi ağacı vardı. Selvi ağacının birkaç adım ötesinde bir iğde ağacı, bir akasya ağacı bir de avlu duvarının –evin kapısına bitişik- dibinde şebboylar vardı. Şebboyların hemen sağında da daha önce görmediğim, adını bilmediğim bir ağaç.
Böyle bir yerin olma ihtimali yok gibime geliyor. Zihnimin bir oyunu. Zihnimin bir kurgusu. Zihnin kurguladıkları ancak kurgulanan zihinde doğru, gerçek ve isabetlidir. Gerçi o avluda birbirine aykırı her hangi bir ağaç, bitki olduğunu söyleyecek bir bilgiye sahip değilim ama bir selvi ağacının orada bulunuşu, duruşu bana pek manidar gelmişti. Rüyamda gelmişti. ‘Bu ağacın burada işi ne?’ demiştim kendi kendime, O’nun duymasından ürkerek.
O beni görmüş ve fakat görmezden gelmişti. Yok, hayır! Görünce gülümsemişti. Kesinlikle beni görmüş ve gülümsemişti. Acaba? Belki ben belirmeden önce o gülümsüyordu. Belki ben.. hayır, niye itirafta zorlanıyorum ki? Beni görmüş ve o yüzden gülümsemiş olabilirdi. Ama.. sanki bana bakmıyordu. Bana baktığını, gözlerimizin birleştiğini söylersem yalan söylemiş olurum. Hayır. Gördüyse bile gözlerimiz birbirine ilişmedi.
O bir bahçe kapısına bakıyor bir başını sağa döndürüp evin kapısına –belki kapının hemen yanındaki cumbalı pencereye- bakıyor sonra başını kucağında tuttuğu ellerine çevirip öyle duruyordu. Her zamanki gibi.. hiçbir dem herzevekil olmamış, hiçbir dem hempalığa yeltenmemiş, hiçbir dem kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamış, hiçbir dem her kulağa ağız, her ağza kulak olmamış, hiçbir dem kimselerin özel hallerini merak etmemiş, hiçbir dem kimseleri çekiştirmemiş, kendinden emin, kendiyle barışık haliyle öylece duruyordu.
Gözlerindeki ışıltı, saçlarındaki parıltı, tenindeki kadifemsilik olduğu gibi muhafaza edilmişti. Yıllar, zaman O’nda –rüya işte, oysa gerçekte O da benim gibi yaşlanmış olmalı, tıpkı benim gibi ötesinde berisinde değişimler gerçekleşmiş olmalı, ağrılar, sancılar yer etmiş olmalı.. öyle ya ben altmışına merdiven dayadım, o da dayamış olmalı, nihayetinde ikimiz de aynı yıl doğmuşuz, ikimizin ebesi de aynı.. onun da tıpkı benim gibi derisi yer yer kırışmıştır, o da tıpkı benim gibi uzağı göremez olmuştur, kulakları O’nun da benim gibi keskinliğini yitirmiştir ve fakat rüya işte, tıpkı gençliğindeki gibi.- zerre miskal bir değişime yol açmamıştı. Oysa biliyorum.. değiştiğini biliyorum. Evlendiğini torun torba sahibi olduğunu, batıda büyük bir kentte aile danışmanlığı yaptığını, cildinde yer yer kırışıklıklar olduğunu biliyorum. Ve fakat dediğim gibi rüya işte. Zihnim O’nu rüyada tıpkı lise bahçesindeki akasya ağacının altında ve fakat odun bir sandalyede oturur haliyle karşıma çıkardı.
Şaşkındım. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmez haldeydim.
- Gel şöyle yanıma otur! Dedi beni her zaman sarhoş eden berrak sesiyle.
Böyle bir şeyi beklemiyordum. Böyle bir davet aklımın ucundan bile geçmemişti. Rüya olsa bile bu umduğumdan fazla bir şey değil miydi? Elbette öyleydi. Heyecandan dizlerim titriyor, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Hoş kalbim her zaman yerinden çıkacak çarpıntılar için sebep bulmada zorlanmaz ya! Yanına oturmak? O’na hiç bu kadar yakın olmamıştım ki? Hem yanına nasıl oturacaktım? Tek kişilik odun bir sandalyede oturmuyor muydu?
Oturmuyormuş! Oturduğu bir bankmış. Tıpkı kırk yıl önce lisenin bahçesindeki akasya ağacının altındaki bank gibi bir bankta oturuyormuş. Oturduğu odun sandalye rüyanın gereklerinden olarak bir anda banka mı dönüşmüştü? Yoksa ben onu tekli bir sandalyede oturur olarak mı algılamıştım, bilemiyorum. Her neyse.. biraz sola yanaştı. Bankta bana da oturacak kadar bir yer açtı.
Selvi ağacının altında bir bank. Belki akasya olsaydı hiç yanılmazdım. Ve fakat selvi ağacının aşağı sarkan dalları yüzünden belki de oturduğu şeyi bir sandalye olarak algılamıştım. Ürkerek, dizlerim titreyerek, kalbim çarparak açtığı yere iliştim. Saçlarından yayılan doğal koku selvi ağacının kokusunu bastırıyordu.
Bir süre sessizce oturduk. O ellerini kucağında tutuyordu. Ben iki elimi bitişik dizlerime yapıştırmış öyle duruyordum. Nefes almaya bile ürker haldeydim. O rahattı. Bunu seziyordum. Ve fakat bu sessizlik daha ne kadar sürecekti? Hem söylenecek ne vardı da sessizlikten şikâyet eder haldeydim? Söylenecek hiçbir şey yoktu. Liseden mezun olduktan sonra bir daha birbirimizi hiç görmemiştik. Lisede aynı sınıfta okurken de özel bir şeyler yaşamışlığımız yoktu. Eğer ki edebiyat dersinde verilen bir arkadaşınızı tasvir ödevinde O’nu tasvire kalkışmam sayılmazsa.
O tasvirde O’nu incittiğimi biliyorum. İkimizden biri incindiyse incinen O’ydu inciten ben. Bunu mu konuşacaktık? Yazıp da göndermediğim mektupları mı anlatacaktım? Hangi hakla? Yine mi incitecektim? Hayır! Özür dilenecektiyse ben dileyecektim.
- Özür dilerim Füsun! Demeliydim.
Bağışlanmak istenecek idiyse ben isteyecektim.
- Beni bağışlar mısın Füsun? Demeliydim.
Ve fakat her iki sözde anlamsız, her iki söz de yersiz olacaktı. Bu o kadar açıktı ki..
İpekten yumuşak, içimi bayıltan sesiyle;
- Ardıç kuşunu bilir misin? Dedi.
Bir yanıt bekliyor muydu? Öylesine sorulmuş, bıkılmış sessizlikten sıyrılmak için girişilmiş bir eylem miydi? Bilmiyordum. Her hangi bir sezgi de belirmiş değildi içimde. Bunu anlamak için başımı çevirip gözlerimi gözlerine, gökler kadar derin gözlerine dikip öyle karar vermeliydim. Olası mıydı?
Düşmekten korktuğum, ürktüğüm o gökler kadar derin gözlere bakabilir miydim? Hayır! Rüya bile olsa buna kalkışamazdım, buna cesaret edemezdim. Bu öylesi aşikârdı ki. Edemedim de! Sıkıntıyla, kıvranarak – ki boğazım kurumuş, dilim damağıma yapışmıştı- bir şeyler söylemeye çabalıyordum.
Sanırım bu çabamı seziyordu. Sezdiğini gülümser gibi oluşundan anlamıştım. Kısa bir yan bakışla gülümsediğinde ortaya çıkan gamzesini görmüştüm oradan anlamıştım gülümsediğini.
- Eee.. hep böyle susacak mısın? Dedi billur sesiyle.
- Şeyy.. dedim.. şey.. ardıç kuşunu bilmem.. aslına bakarsan doğru dürüst hiçbir kuşu bildiğimi söyleyemem. Belki, biraz biraz muhabbet kuşlarını bilebilirim, bildiğimi sanıyorum.. çünkü bir çok muhabbet kuşum oldu. Onların bana öğrettiği de –belki bütün kuşlar için geçerlidir bilemem- çok fazla kırılgan, çok fazla narin oldukları… belki bütün kuşlar kırılgan ve narindirler.
- Doğru, dedi Füsun. Bütün kuşlar narin, bütün kuşlar oldukça kırılgandırlar.. ama yine bütün kuşları, ardıç kuşunu da, dağ kırlangıcını da, muhabbet kuşunu da, hepsini, ama hepsini kanatları taşır. Ve kanatlarına kramp girinceye kadar yüksünmeden, üşenmeden uçarlar.
- Peki, dedim utanarak, ama neden özellikle ardıç kuşunu sordun?
- En arkada şebboyların hemen sağında bir ardıç ağacı var, orada bir ardıç kuşunu gördüm.. kapıda dikilirken belki sen de görmüşsündür, diye sordum.
- Anladım, dedim, gerçi ben ağaçları da tanımam.. daha önce bir ardıç ağacı görüp görmediğimi bilmiyorum.. şebboyların sağındaki ağacın da ardıç ağacı olduğunu şimdi senden öğrendim… ve fakat her hangi bir kuş yoktu.. belki de gözden kaçırdım..
- Gözden kaçırmışsın, dedi Füsun gülerek, bak nasıl da bir flüt gibi ses çıkarıyor, duyuyor musun? Hani tiz ve cırtlak bir ses çıkarsaydı o vakit dağ kırlangıcını sorardım..
- Anlıyorum, dedim sesim iyice kısılmıştı.
- Susuyorsun.. kuruyorsun.. kurgularının esirisin her zamanki gibi.. Düşünüyorum da.. seni kanatların taşıyamadı. Görüyorum ki halen daha taşımıyor. Ne dağ kırlangıçlarındaki kararlılık, ne ardıç kuşundaki renk ahengine sahip olamadın.. boyalı bir kuş gibi kaldın. Boyalı bir kuş gibi kalmışsın.. mecrası yitik bir nehir gibi derdim de.. birden abes gibi geldi.. nasıl? Benzetmelerim kırk yıl önceki benzetmelerine benziyor mu?
- Anımsıyorsun yani? Dedim korka korka.
- Elbette, dedi Füsun.. acele etmeseydin, ilk okuyan sen olmasaydın, ben ödevimi okur muydum bilmiyorum?
- Yani? Dedim heyecanlanarak..
- Yani.. yani.. rüya senin rüyan.. nasıl istersen öyle yön ver.. kurgularının kurbanı olmaktan vazgeçmeyeceksin değil mi?
Bu soruya yanıt veremiyordum. Veremedim. Yutkunmaktan fırsat bulamıyordum. Rüyam bir karabasana dönmek üzereydi.
- Keşke, dedim güçlükle, keşke azıcık sabırlı olsaydım..
- Olamazdın.. kanatların seni taşımıyordu. Hiçbir zaman da taşımadı.. şimdi de taşımıyor!
- Haklısın! Dedim.. haklısın!
Cemal Çalık, 07.09.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.