Banarlı gayet açık bir Türkçeyle; “Türk milletini içinden yıkmak isteyenler onun önce dilini ve arkasından da dinini devirmek yolundadırlar.” der.
Türkçe'nin geleceği, etkilendiği dillerle ilişkisi, sadeleştirilmesi, yabancı kelimelerden arındırılması veya yeni dil oluşturma çabaları-tartışmaları iki asra yakın zamandır devam ediyor. Çoğumuz bu tartışmaların Atatürk ve onun öncülüğünde, genç cumhuriyetle başladığını sanıyoruz.
Bizde yeni bir dil oluşturma çalışmaları, şu meşhur; ‘kör adamların fili tanımlama hikâyesi’ne benzediğinden her defasında akamete uğruyor. (Hani, kimi kulağını tutar kalkana benzetir, kimi hortumunu tutar, sütuna benzetir, gibi)
Onlarca yıldır, aktif, zengin, milli bir dil (Türkçe) oluşturmaya çalışanlar, bu yolda sadece kendi tuttukları yolu, kendi amaçlarını ve akıllarını doğru kabul etmiş ve sadece kendi güçlerini meşru görmüşler. Arada işin ciddiyetini fehmeden, geniş görüşlü, dili bilen, önemini kavrayan, münevverler çıktıysa da, dikkate alınmamış, sözlerini dinletememişler.
Bunlardan biri, Prof. Fuad Köprülü’ye göre (belki de) ilk resmi gayreti gösteren Sultan Abdülhamit’tir. (Karamanoğlu Mehmet Bey’e kadar gitmez, bahsettiğimiz yılları nirengi noktası kabul edersek…)
Banarlı Hoca, Sultan Abdülhamit’in Türkçeciliğiyle ilgili ilk vesikayı Köprülü’nün neşrettiğini söylüyor. "Vesika 19 Mayıs 1894 tarihli ve Manastır İdadisine gönderilmiş bir tamim mahiyetindedir ve şüphesiz bütün idadilere gönderilmesi lazım gelir", diyen Banarlı, vesikayı sadeleştirerek yayınlamış, özetleyelim:
“Yazı dilinde Arabî/Farisi kelimelerin hepsi birden kullanılırsa anlaşılmayan pek çok kelimeye rastlanmış olur. Osmanlı müellifleri kolay anlatım yerine Arapça-Farsça kelime bilmeyi marifet, kullanmayı zarafet saymışlardır. Yazı dili için İstanbul ahalisinin konuştuğu lisanın esas tutulması, kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe olması herhalde çok faydalıdır.
Mesela babasına ‘babacığım’ diyen çocuğun sade ve masum söyleyişi kalbe tesir eder. Fakat aynı sözü, ‘peder-i vâlâ-güherim’ tabirine çevirirseniz, babası anlasa bile tesiri az olur. Şimdiye kadar bu usule uyulmayıp, Arapça farsça lügatler yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçenin vaziyetini güçleştirmiştir. Bu sebeple talebeye bu kabil eserler gösterilmeyip mümkün olduğunca Türkçe açık ibareler okutturup yazılmalıdır.”
Görüldüğü gibi Sultan Abdülhamit, bundan 124 yıl önce Dil İnkılâbı’ndan 52 yıl önce bu konuya kafa yormuş, Türkçeyi ele geçiren (Türkçesi tercih edilebilecekken) Arapça ve Farsça kelimelerin kullanımındaki abartıya dikkat çekmiş ve meseleye bir ön alma mahiyetinde tamimler göndermiştir. Bu milli ve şuurlu duruşunu; Türk tarihinde ilk defa, halk dilinde yaşayan Türkçe kelimelerin resmi kanallar vasıtasıyla toplanması için emirler vermiş, Maarif Nazırlığı’na tebliğler yollayarak sürdürmüştür.
Ancak devrin mektep hocalarından Maarif Nezareti’ne kadar hiç kimse ve kurumun, meseleyle ilgilenmemesiyle bu ıslahat hareketinin de akim kaldığını ifade eden Banarlı, bundan sonrasını şöyle naklediyor; “Nazır Zühdü Paşa’ya göre esasen maarifperver olan Sultan Abdülhamit devrinde, Türk Dili kendiliğinden mükemmelleşmeğe başlamış olup, bunun için birtakım yüksek cemiyetler kurmaya lüzum yoktur (!).”
1928’lere geldiğimizde önce Harf İnkılabı sonra Dil Devrimi derken Türkçe yeni bir çıkmaza ve savruluşun içine giriyor. Aslında, savaştan düşe kalka çıkabilmiş bir ülkenin perişan olmuş halkının aklında, ‘Dilimiz ne olacak?’ sorusu olduğunu sanmıyorum. Ama bir yandan savaşın yaraları sarılırken diğer yandan, dilde yapılan sistemli ve şuurlu olmayan, adına Öztürkçecilik denilen girişimler karşısında biçare kaldıkları aşikâr.
Halk ne yapabilir? Ancak ruhuna, diline yabancı, sonradan uydurulmuş, kelimelerle dalga geçerek kabullenemediğini gösteriyor. Dilde sadeleştirme hareketleri her konuşulduğunda, halk arasında alay konusu olan, “çok oturgaçlı götürgeç” gibi söylentilere gücenen TDK’nın o dönemki başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın; “TDK, hiçbir zaman otobüse ‘çok oturgaçlı götürgeç’, yumurtaya da ‘tavuksal fırtlangaç’ gibi bir karşılık üretmemiştir” diyor. Fakat ‘direksiyona yöneltgeç, edebiyata yazın, kitaba metik’ denmek istenmiş. Hatta bu konuda esprili bir hikâye de nakledilir; Hürriyet muhabirinin, "Yazın hayatınız nasıl gidiyor efendim?", sorusuna, Mehmet Niyazi Özdemir sinirlenerek, "Kışın hayatım nasıl gidiyorsa yazın da öyle gidiyor." deyip telefonu kapatmış.
Banarlı, Dil İnkılâbı’nın üzerinden 28 yıl geçtikten sonrasında yaptığı değerlendirmede şunları söylüyor; “28 yıl dile kolay bir zamandır. Eğer herhangi bir milletin metotlu ve sistemli ilim adamları elinde olsaydı, bizim davamız çoktan yoluna girmiş ve milletimiz, dil yapmak ve yıkmakla uğraşacağı yerde dil vasıtasıyla büyük işler yapmayı başlamış olurdu.”
Bugün üzerinden neredeyse üç 28 yıl daha geçmiş bulunuyor. Ama teknolojik gelişmeler, eğitimdeki yetersizlikler, televizyon ve internetle beraber dilimize giren ve gittikçe anlamsızlaşan, yozlaşan kelimeler sayesinde, gençlerimiz artık değil 1950, 80’li yıllarda konuşulan dili ve o dönemde yazılan kitapları bile anlayamaz durumdalar.
Yine Nihat Sami Banarlı’dan bir alıntı yaparak meselenin ciddiyetini ifade edeyim;
“Türkiye’de dil davası bir edebiyat ve konuşma dili davası değil, sadece okullarda okutulacak ilimlerin Türkçe terimlerle okutulmasını sağlayacak terim davasıdır. İlim dilimizi zenginleştirecek bu Türkçe terimlerdir. Türkiye’de dil vasıtasıyla bir kalkınma elbette olmalıydı, fakat bu ilim dilinde, su gibi ekmek gibi muhtaç olduğumuz bir sahada olmalıydı. Biz Türkçemizi, çağdaş medeniyetlerin her hareketini ifadeye muktedir, zengin ve milli bir dil haline getirecektik. Türk çocukları; Köprücük Kemiği yerine Azm-ı Terkova, Kalça Kemiği yerine Azm-ı Harkafa diyorlardı. İşte bunlar değişecekti.”
Banarlı, bunun yolunun, dilimizin, ne güzel ve ne bahtiyarlık ki, İmparatorluk dili olduğunu kavrayıp, bağrımıza basıp, içselleştirilmesinden geçtiğini ayrıntılarıyla anlatıyor. Atalarımızın toprak fetheder gibi kelime topladığını, bu kelimelerin halkın ağzında, Türkçe kelime yapısıyla ve Türkçe seslere dönüştürülerek Türkçeleştirildiğini söylüyor. Asırlarca dünya sathında konuşmuş fatih bir milletin dili, özdil olamaz, imparatorluk dili olur. Bunun içindir ki İngilizler, ‘bahtiyardır o İngilizce ki onda her dilden kelime vardır’ derler. Gerçekten de bu denkleme göre, toprak kaybettikçe kelime kaybetmemize ve dilimizin nasıl küçüldüğüne bir miktar akıl erdirebiliyoruz.
Fakat dil konusunda ihtisas sahibi, Türkçe ateşiyle bağrı yanan, milli şuurla hareket edenlerin haykırdığı şey şudur; bu zengin dil mirası bizim ortak hafızamızda, halkın dilinde, kitaplarımızda, edebiyatımızda, mezar taşlarımızda, arşivlerimizde her yerde mevcut, biz bunu neden kullanmayalım.
Banarlı Hoca’dan bir zaman sonra, Prof. Erol Göka da, ilim dilimizin Türkçeleşememesi hakkında aynı hisleri taşıyor ve meseleye kafa yoruyor. Göka’nın 10 yıl kadar önce Türk Dil Kurumu Çalıştayı’nda (Banarlı’nın tespiti; sonu ‘tay’la biten Danıştay, Yargıtay vs kelimelerin Moğolcadan uydurma bir şekilde dilimize sokulduğudur) yaptığı konuşmasından bir bölüm aktarıyorum;
“Sağlık alanında dil, iki açıdan önem taşır. Birincisi hem hekimlerin kendi meslek uygulamaları sırasında meslektaşlarıyla iletişimi sağlaması ve bilimsel bilgi üretimi açısından, ikincisi hastalarımızın ve yakınlarının sağlık sorunları ve ne yapılması gerektiğiyle ilgili bilgi ve bilinç sahibi olmaları açısından… Hekimlerin ve bilimcilerin kendi aralarındaki dilin halk tarafından anlaşılamaması anlaşılabilir bir durumdur. Ama önemli hocalarımızın kitaplarından alınan şu alıntılara ne demeli: “Preexisting yani öncesi bulunmayan yer içinde (extent) üç boyutlu bir boşlukta (anne rahminde) gumbt ya da skipt yapmaya yani atlama ve sıçramaya muktedirdir.”; “İntroject, yas tutanın kendilik reprezantasyonu ile birleşmeyen, kaybedilen insanın nesne reprezantasyonudur.”, “Borderline sendrom ölçütleri arasında yer alan depresyon, borderline sendromunun hem genel bir karakteristiğini oluşturur hem de alt tiplerden psikotik borderin, öz borderline sendromunun ve nevrozlarla birlikte olan borderin önemli bir belirtisidir.” Hangi dilden olduğunu anlama şansımız olmayan bu ifadeler, pek emin değilim ama belki hekimler için bir anlam taşıyordur. Kesinlikle emin olduğum bir şey var: Elbette Türkçe bilim dili olabilir, nasıl Finlandiyalılar, İsrailliler kendi dillerinde bilim yapabiliyorlarsa, Türkçe ile de bilim yapılabilir. Ama bu yukarıda aktardığım ne olduğu belirsiz dille, düşünmek, bilim yapmak mümkün mü!”
Hekimlerimizin hasta ve yakınlarıyla iletişim kurarken kullandıkları lisanın ve ülkemizdeki ilaç kılavuzlarının dilinin ne seviyede anlaşılabildiği zaten hepimizin malumu.
İsmail Kara da aynı kaygıları felsefe alanında hissediyor ve soruyor; ‘Türkiye’de bugün felsefenin niçin dili yok?’
‘Her rengi boyadık, bir fıstık yeşili kaldı’ dediğinizi duyar gibiyim. Ama felsefe önemli çünkü felsefe/düşünce olmadan mantık, mantık olmadan bilim olmuyor.
Kara, bu sorunun cevabını ararken; Cumhuriyetin ilk yıllarında Darülfünunda Felsefe-Metafizik dersleri veren dönemin önemli felsefecisi Babanzade Naim’in iki öğrencisi, Macit Gökberk ve Niyazi Berkes’in hocalarını anlattıkları mantıktan yola çıkarak; Türkiye’de özellikle II. Meşrutiyet yıllarında modern fakat yerli bir Türk Felsefesi dili inşa etme arayışlarının, siyaseten olduğu kadar entelektüel olarak da nasıl itibarsız kılınarak tasfiye edildiğine de işaret ediyor. (Din ve Modernleşme Arasında)
Yani bir nevi sultan Abdülhamit’in tamimleri nasıl karşılık görmüşse bu gayretler de aynı karşılığı görmüş.
Öğrencilerden Macit Gökberk -ki kendisini, Türkiye’de modern felsefenin miladı, kurucu kuşağı olarak kabul eder- Arapça ve Fransızca’ya, her iki dilin terimleriyle felsefe dersi verebilecek kadar hâkim olan Hocası Babanzade’nin derslerde Arapça terimleri kullanma ısrarını eleştirirken, “Arapça bilmiyorduk, Osmanlı Türkçesi de yetersizdi, o halde bize kala kala Türkçe kalıyordu. Felsefede Türkçe yoluna düşmem Naim Hoca’nın bende yarattığı sarsıntıdandır diyor.”
(Gökberk’in bahsettiği ‘felsefede Türkçe dili’ için Murat Bardakçı’nın 26 Eylül 18’deki yazısına bakılabilir. Konuyu daha fazla uzatmamak için buraya sadece linkini bırakıyorum. )
Nitekim Macit Gökberk kendisiyle yapılan bir söyleşide; “Bizde bir felsefe akımı var mı?", sorusuna; "Yok öyle bir şey, benim kuşağım dışarıda okudu, orada hangi hocaya düşmüşsek onun akımını burada sürdürdük diye cevap vermiştir.” (Gökberk’in iki dönem TDK başkanlığı yaptığını da not düşeyim)
Bunun üzerine İsmail Kara’nın sorduğu, bizim de aklımızı kurcalayan, "Peki 60 yıldır bu alanda ne yaptınız?" sorusudur.
Öyle ya, Hocalarını, Arapçı/Arapçacı diye, hem şahsını hem de tarzını acımasız denilebilecek dille eleştiren öğrencilerden bunca zamanda Felsefede çığır açmaları beklenirdi. Fakat biri Almanca, diğeri İngilizce bildikleri, kendilerini Türkçeci ve çağdaş bir mevkie koydukları halde batılı kaynaklardan faydalanarak memleketlerinde kendi alanlarında da bir ilerleme gösterebilmiş değillerdi.
Yine Kara’nın kaleminden naklediyorum; “Açıktır ki, Gökberk ve Berkes’in problemi Babanzade’nin rahatlıkla bizim dediği ve kendisine /çalışmalarına ana kaynak referans kabul ettiği İslam-Osmanlı mirasıyla, daha geniş manada din meselesiyle alakalıdır.”
İşte bu hassas noktaya Banarlı da değinir ve gayet açık bir Türkçeyle; “Türk milletini içinden yıkmak isteyenler onun önce dilini ve arkasından da dinini devirmek yolundadırlar” der.
Geçtiğimiz 26 Eylül’de kutladığımız Dil Bayramımız hepimize kutlu olsun!
Peri Han, 28.09.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.