"Hayatın ironilerinin görevidir yalıtılmış alanları bir kelime, bir cümleyle şaşırtmak."
Bizzat kendine ait dille bu kamu muaşereti meselesini aşabilmesi için dönemini kavrayabilen bir aile, özel alan, bir cemaat yapısı güvenine sahip olması gerekirdi insanın bu şartlar altında, kendini yeniden doğurmayı başaramamışsa tabii. Kapalı kapılar, horlayıcı seslenmeler, ayrımcılığın benliklerde yaralar açan damgaları… Daryuş Şayegan’ın öne sürdüğü sebeplerle değil yalnızca, saygınlık kazanmanın anlam dünyamızın reddine bağlanması yaralı bilinçler oluşturabilirdi ancak. Bir türlü tamamlanmış hissedemiyor kendini koltuğa oturan; kibir de işte bu tamamlanamama hissinin refleksi. Aktörler değişiyor ama “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusu baki kalıyor. Afra tafra toplumsal saygınlığın anahtarı gibi anlaşılıyor böylelikle.
Geçtiğimiz günlerde gittiğim bir klinikte on beş dakika dışarıda bekletildikten sonra muayene odasına girdiğimde gördüğüm muameleyi paylaştım twitter’da. Muayene odasının kapısı önünde uzun kuyruklar yoktu. Doktor masasında, telefon ekranına dalmış oturuyordu. Selamımı aldı mı emin değilim, belli belirsizdi sesi hep. Yüzüme bile bakmadan köşedeki göz muayene düzeneğine yönlendirdi beni. Bu muamele istisnai değil. Farklı karşılama örnekleri de elbette var. Sorun şu ki iyileşme, şifa bulma doktorun karşılamadaki tutumuyla başlıyor; hasta bir robot değil. Doktor da bir robot değil tabii; keşke gücünü aşan bir mesaiye mecbur kalmasa. Fakat karşılaşmalarda hastayı bir tebessümle karşılamak ona da iyi gelmez mi?
Büyülüdağ’ın gizemli doktoru Krokowski ne diyordu? “Bütün hastalık belirtileri gizli sevgi tezahürleridir ve hastalık dönüşüme uğramış sevgidir.” Birbirimizi bakış hücumları ve dil yaralarıyla öldürüyoruz.
Karşılama biçimleri konusundaki üstenci, soğuk muamele kamusal alanımızın kodlarıyla ilgili olmalı ki eğitim kurumlarında da yaşanıyor. Medyada yer alan habere göre İstanbul’da bulunan bir üniversite hastanesinde bir profesör uzmanlık öğrencisi üç doktora konuşmaları sırasında işte şöyle sözler sarf ediyor: “Ben senin gibileri pazarda mal diye satarım”, “Burada her şeye ben karar veririm. Bunu o ezik kafanıza sokun.” Böyle bir dil kullanabilen bir kişi nasıl oluyor da profesörlük konumuna gelebiliyor? Bir profesör uzun yıllar alan eğitim aşamalarının hiç mi faydasını görmüyor, kötü terbiye veya çocukluk yaralarının onarımı konularında.
Geçen hafta Esenler’de, Halepli mülteci bir aileyle görüştüm. Türkmen asıllı aile, Türkçe’yi iyi konuşabilmekten ileri gelen bir rahatlığa sahip mülteci olarak; kendileri de belirtti bunu. Geniş aileleriyle buradalar ve akrabalarının çoğunluğu da aynı mahallede yaşıyor. Ayakkabıcılık alanındaki ustalıkları iş bulmalarını kolaylaştırmış.
Ziyaret ettiğim ailenin 1960 doğumlu ve ayakkabı ustası olan reisi, yaşı sebebiyle çalışma hayatını sürdürememiş İstanbul’da. Alışveriş yapıyor, torunlarını parka götürüyor. Yaşadıkları bu apartman kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacak yakın tarihlerde. Daha önce ikamet ettikleri apartmanda görüştüğü iki-üç aile varmış; bu ailelerden biriyle kardeş gibi olmuşlar, hâlâ görüşüyorlar. O apartmanda yaşadıkları dönemde komşularına selam verme konusunda tereddüte düştüğünü anlattı üzüntüyle. “Başlarda herkese selam veriyordum, ama giderek, selam versem, sanki bir beklenti hissettirirmişim, bir kötülük tehdidi olarak anlaşılırmış gibi geldi, bıraktım. Bir kısım insan selamlaşmayı sevmiyor, selamlaşınca sanki bir beklentim olurmuş gibi…”
Yabancılık tam olarak bu değil mi? Selam verme çekingenliği.
Kamuda model aldığımız Fransa sekülerizmi kuşkusuz geçen doksan beş yıl içinde dil ve muaşeret konusunda benliklerimizi yarım yamalak şekillendirdi. Ne kurgulandığı gibi olabilirdik bu şekillendirmede ne de yeterince tabii, kendiliğinden.
Fransa’da geçtiğimiz hafta yazar Eric Zemmour, C8 Kanal’da katıldığı “Pazar Dünyalıları” programında, programın Afrika asıllı ünlü sunucusu Hapsatou Sy’a işte şu şekilde buyurgan konuşabiliyor: “Fransa’da yaşayan herkes asimile olmalı, herkes çocuklarına aziz ve azizelerin isimlerini koymalı. (… sizin isminiz) Fransızca olmalıydı, anneniz hata yapmış, isminiz mesela Corrine olmalıydı.”
Görgü ve modernlik görüntüsünün altındaki bu ırkçı, müstebid bakış Derrida’ya “Biz konuksever miyiz?” sorusunu sordurmuştu. Kuşku yok, mültecinin, göçmenin ismini hor gören “yerli”ye de sahih bir muhabbet beslemiyor.
Hayatın ironilerinin görevidir yalıtılmış alanları bir kelime, bir cümleyle şaşırtmak.
Bir bankada rastladım Bayburtlu Nuran Hanım’a. “Hoş gelmişsiniz kızım, hoş gelmişsiniz siz de” diye etrafı selamlayarak gelip yanıma oturdu. Sıra numaratörüne gözlerini dikmiş insanlar şaşırdılar. Kim kime hoş geldin derdi böyle, nasıl ve nerede derdi… Okuma yazma bilmiyordu Nuran Hanım, sırası geldiğinde haber verebilir miydim ona? On-on beş dakika kadar süren sohbetimizden tek cümleyi aktarmak istiyorum buraya: “Anamın malından haberim olmasın diye okutmadı beni üvey anam.” Bilmediğimiz ve öğrenmeye de muhtaç olduğumuz ne çok şey var.
Cihan Aktaş, 13.10.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.