"Ama, artık söylemeliyim herhalde, biz üç-beş kişi değildik ya da kırk-elli kişi; bendim yalnız. Seğirtip duruyordum o yamaçlarda bir leke gibi."
Kulağımızı bir izin üzerinde tutar dinlerdik karı uzun uzun, kanın yalpalayarak takip ettiği neyse ya da kimse, onun için endişelenerek.
Göğsümüzün orasındaki -neresindeki diye soracak olursan bilemeyeceğim- tenhalığı biraz susturabilmek için durup bir gündoğumunun önünde, putlar gibi bakakalıyorduk; bize yüzünü göstermiyordun. Taştan suratlarımızda çakılı duran şaşı, yıpranmış birer bakışla gözlüyorduk orayı; orası gong''dan önceki bir çanın yoğunluğuyla ya da bir çalar saatin çalmadan bir saniye önceki yoğunluğuyla duruyordu öyle. Kırılmış kırılmış kırılmış bir hayalin biriktirdiği cam kırıkları yığını toparlanmış kirpi utanıklığıyla kuyuların dibinde gözlerimiz öyle, bakıyorduk ışığın yere değecek kadar eğildiği yere.
Kalkıp yürüyecek oluyorduk, üç-beş kişi ya da bir bakıma kırk-elli kişi, (aslında sadece.. neyse) yine seçemiyorduk ama: Aramızdan "ne çıkar" diyenler oluyordu, "samyeli gibi sürüklenmekten bir yaprağın peşinden." Durup ellerimize bakıyorduk o zaman, bize yüzünü göstermiyordun hep, tırnaklarımıza edeple ve sonra yine ışığı o açıyla düşüren için dua ediyorduk.
Ağzımız (belki de vardı çok önceleri) suratlarımızın ortasında, kesin ve yoğun bir ince çizgiyle kapatılmış bir açıklıktı, fark ederdik konuşacak olsak. Bize yüzünü göstermezdin hep. Kulağımızı bir izin üzerinde tutar dinlerdik karı uzun uzun, kanın yalpalayarak takip ettiği neyse ya da kimse, onun için endişelenerek. Ve yine söylenirdi aramızdaki; "ne çıkar" diye "sürüklenmekten..." Durup bakardık yüzlerimize, neredeyse hiçbir şey göremeden. Sen yüzünü saklardın.
Bize ait ve farkımıza varamayan bir kanın içine bakıyorduk sonra bazen. Orada dinlenen, gizlenen bir nabızın son anda gözlerini bizden kaçırışına şahit oluyorduk, güneş toprağa değerdi uzaklarda bir yerde. Sen yüzünü bize göstermiyordun sonra yine. Ellerimizin titremesini dindirecekti yüzünü görmek, öyle kuruyorduk en azından.
Ama, artık söylemeliyim herhalde, biz üç-beş kişi değildik ya da kırk-elli kişi; bendim yalnız. Seğirtip duruyordum o yamaçlarda bir leke gibi.
Yüzünü göstermiyordun bize hiç, bu yüzden kafalarımızın içi kar gibi ayak bilekleriyle dolu, yeleleri uçuşan o atları düşlüyorduk. Ne olacaktı - hiç! Bekliyorduk ama, başı göğe değen bir bulutun içinde, çözülmeyen bir hipnozla çırpınan vahşi toynakları ve yeri döven nalları. Yamaçlardan aşağı asılmış bir toz bulutunun, binlerce kısrağı ovaya doğru sürüşünü düşlüyorduk. O zaman, okyanusun, yitmiş bir kayalığın asık yüzüne doğru uzattığı o bembeyaz uzun köpüklü parmaklarını da düşlüyorduk.. ama sen, karla yıkanmış yeni bir dolunay gibi solmuş yüzün, göstermiyordun kendini bize. Yüzünü saklıyordun bizden...
Şimdi, Çankaya''dan Ayrancı''ya doğru, süngüsü düşmüş bir çapulcu gibi yürüyorum, yüzün avucuma yağıyor ve eriyor. Adımlarım acelesiz; ölü Maltepem, sımsıkı birbirine yapışmış dudaklarımın kenarından bir fermuar gibi sarkıyor. Kar, sevgili sargıbezimiz bizim, örtüyor kocaman yassı yaramızı, yeni gelmiş herşey gibi gizli bir utangaçlık içinde ve ağartarak gecenin yüreğini.
Selahattin Yusuf, 19.10.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları
Takip et: @selyusuf
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'nin 2006'den geriye doğru yayınladığımız yazılarının büyük bir kısmını Şimdiki Zamanın İzinde adlı kitabında bulabilirsiniz.
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016
İlk yayınlandığı yer: Yeni Şafak
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.