"Eve, pencereye baktı. Seher hanım perdeyi mi aralamıştı. Yoksa kendisi mi aralık bırakmıştı. Gözleri dolmuştu. Yanaklarından süzülen yaşlarla dükkandan içeri girdi. Müşterisine yaklaştı. Usturayı tezgaha bıraktı. Yüzünü sabunladı müşterinin. Usturayı aldı."
Pek neşeli gelmişti eve Raci. Karısı Münire, kızı Müjgan, oğulları Talat ve Remzi babalarının belki bir iki aydır yeri süpüren yüzündeki bu sevince, neşeye kuşkuyla bakmışlardı. Birbirlerine soran bakışlar fırlattılar. Münire ürkek bir sesle;
“Hayırdır bey?” diye bilmişti.
“Yok bir şey!” karşılığını vermişti ve ıslık çalarak banyoya yönelmişti adam.
Ev halkı Raci gelmeden önceki meşguliyetlerine dönmüşlerdi. Münire hanım kocasının peşinden banyoya gitti. Yüzünü kurulaması için havluyu uzattı.
“Müjde hanım, bulaşık makinen birazdan gelecek.. ya da sabah.” Dedi. Sarıldılar bir birlerine.
Münire hanım başını arkaya atıp holde birileri var mı diye baktı. Utandı.
“Sağol bey! Acelesi yoktu.. Allah neşemiz bozmasın.. neydi o halin?”
Yüzleri ışıl ışıl salona geçtiler. Akşam yemeğini hazırladı ana kız. Oğullar babayla televizyonda haberleri izlediler. Tam yemeğe oturacakken kapı çalındı. Bulaşık makinesini getirmişlerdi. Yemek bir saate yakın geç yendi. O akşamki bulaşıklar makinede yıkandı. Yatağa girdiğinde aylardır ilk kez rahat bir uykuya daldı Raci. Ah şu iki ay nasıl da cehennem olmuştu.
Raci İ. kasabasında bir bankada veznedardı. Kasaba şubesinin kapanacağına dair duyumlar almış, pek oralı olmamıştı. Koskoca banka bu. Bakkal dükkanı değil ya. Dedikodu, demişti kendi kendine. Ve bir pazartesi sabahı müdür personeline acı haberi vermişti. Bağlı oldukları ile taşınacaktı çalıştıkları şube.
Hemen herkes sevincinden uçmuştu neredeyse. Utanmayıp göbek atanlar bile olmuştu. Raci başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi irkilmişti haberle. Duyduklarına inanamıyordu. Demek bu da olacaktı. Korktuğu başına gelecekti. Ahir ömründe kalabalıklara karışacaktı. Şehrin kalabalığına. Çoluğu-çocuğu şehrin rüzgarına kapılıp savrulur mu savrulurdu. Kasabası öyle mi? Belki birkaç zaman sonra ev halkı bir birini takmayacaktı. Şunun şurasında iki bilemedin üç yıl sonra emekli olacaktı. Ne olurdu biraz daha durulsa. Kurulu bir düzenleri vardı. Sürdürdükleri sade yaşamı ellerinden alma hakkını kim görebilirdi kendinde? Kim görmüştü. Acaba evi götürmese! Ama hemen her gün üç saatlik yol çekilmezdi ki.
“Ne o Raci abi rengin kaçmış?” dedi çaycı Samet çayı bırakırken.
“Efendim?” cevabını vermişti güçlükle.
“Berber!” sözcüğü çıkıyordu ağzından sık, sık kimse bir anlam veremiyordu.
O biliyordu. Berber. Şehirde 'Kuaför' olurdu. Hiç berber kalmamıştı. Ve kuaförlerin usturaları sahteydi. Biliyordu. Görmüştü. Öylesine bayağı görünüyordu ki gözüne kuaförler Raci’nin. Noksandılar. Evet noksandı. Bir berberde olması gereken hiçbir şey yoktu. Berber koltukla ayna değildi ki. Dedesinden biliyordu. Bir kere pencere pervazında rengarenk çiçekler olmalıydı. Yer beton değil tahta döşeme olacaktı ve insan yürüyünce hafif bir gıcırtı duyulacaktı.. Kapının hemen sağında usturayı bilemek için deri bir kayış. Çiçek saksıları arasında sülüklerin olduğu şişeler. Ve bir de bir kanarya olursa değme keyfine..
Televizyon değil radyo olmalıydı. Lambalı radyolardan.. tıpkı dedesinin berber dükkanındaki gibi.. yaşadığı kasabada hala o berber vardı ve amcası da dedesi gibi ustaydı. O makastaki ustalık. Diş çekme. Sarılık tedavisi. Doktorlar da kim oluyordu sarılık tedavisinde. Az kalsın sarılıktan ölecekti. Babası biraz mürekkep yaladığı için kasabanın sağlık ocağına götürmüştü de tedavi yaptırmaya kalkmıştı. Ne kınanmıştı rahmetli babası. Dede az kalsın dövecekti. Amca araya girmişti de ortalık durulmuştu. Ve tedaviyi amca yapmıştı. Şimdi ne olacaktı?
İşte şehirdeydiler. Ne baktığı yeri görüyordu, ne bastığı. Sahte bir güler yüzle çıkıyordu ev halkının, mesai arkadaşlarının karşısına. Gerçi vezneye geçince unutuyordu sıkıntıları. Bazen dalıp;
“Berber!” diyordu başkalarının duyacağı bir tonda.
Tuhaf bakışlarla karşılanıyordu. Kimselere soramadı. Utanıyordu. Sorsa hemen iş yerinin karşısında neon ışıklı kuaförü gösterip;
“Çok temiz.. ve itinalıdırlar!” diyeceklerdi. “Kör müsün be adam?” cümlesini içlerinden savurarak. Nereden bilebilirlerdi? Nasıl bilebilirlerdi?
Şehre yerleştikten sonra hemen her hafta sonu şehrin eski mahallelerini araştırdı. Bulsa bulsa oralarda bulabilirdi. Ama hep hayal kırıklığına uğradı. Oralarda da berber bozması kuaförler vardı.
Buranın yerlisi olan mesai arkadaşlarına berber değil de, hala kendini koruyabilmiş mahallesi sokağı var mı diye sordu. Alipaşa mahallesinin istediği gibi bir yer olduğunu öğrendi. İş yerine uzaklığı yirmi, yirmi beş dakika çekermiş. Yürüyerek. Saat dört gibi izin isteyip çıktı. Alipaşa mahallesini buldu. Mahallenin içlerine doğru yürüdükçe açıldı içi. Yüzü güldü. Ve işte çamurlu sokak. Girişinde çeşme olan, betonarme binalar arasında soluk almaya çalışan ahşap binalar.. bahçeli, kagir binalar.. ya berber. Sokağın çıkışına kadar yürüdü.
“Aman Allah’ım!” diye çığlık savurdu. Yıpranmış bir sac levha; “Berber İsmail”
Kalbi öylesine sevinçle çarptı ki.. durup dinlenmek zorunda kaldı. Ah bu sokak! Ve dükkanın kocaman penceresinin geniş pervazında çiçekler. Ve saksılar arasında sülükler.
İnanamıyordu. Sanki kasabadaki berber dükkanı. Tahta zemin. Ve yaşlı bir adam.. televizyon da yok. Yaşlı adam sandalyeye oturmuş gazete okuyordu. Hemen girmek istedi. Eliyle yüzünü sıvazladı.
Sabah tıraş olmuştu. Kızdı kendine. Yarın cumartesiydi. Yani berber günü. Saç tıraşı olurdu. Yaşadığı sevinçle koşar gibi yürüdü. Yatıp kalkacak ve buraya koşacaktı. Cadde üzerinde bir beyaz eşya mağazasına uğradı. Eşinin şehre yerleştikleri günden beri çıtlattığı “bulaşık makinesi” isteğini gerçekleştirdi. Şu taksitli sistem de ne güzel bir şeydi. On adet hazırlanan senetleri imzaladı. Adresi verdi.
Ve ıslık çalarak yürüdü. Dolmuşa binmek aklından bile geçmedi. Yürümek ve “ Çamurlu Sokak”ta yakaladığı havayı solumak isteğiyle dopdoluydu. gönlünce soludu. Artık bu şehirde yaşayabilirdi. Bu şehir yaşanabilir bir yerdi. Soluk alınabilir olduğu ortadaydı.
*** *** ***
Berber İsmail iki ay önce eşi Seheri kaybetmişti. Dünyası yıkılmıştı. Belki bilmeden Leyla ile Mecnun’un sevdasını yaşamışlardı. Ve evlenmişlerdi. Kırk yıl aynı yastığa baş koymuşlardı. Çocukları olmamıştı. Sızlanmadılar. Sessiz ve sakin bir yaşam sürdüler.
Her sabah eşini uğurlardı Seher hanım. Evle dükkan iki adım ötede olmasına rağmen Seher hanım kapıya kadar gelir ve kocasına;
“Hayırlı işler bey!” der bir süre beklerdi. Üç ev ötede sokağın başındaydı dükkan. Seher hanım eşini uğurladıktan sonra ortalığı temizler, çiçekleri sular, sonra öğle yemeğini hazırlamaya koyulurdu. Öğle namazından sonra ikinci katın penceresindeki perdeyi aralayıp dükkana doğru bakardı Seher hanım. Bu yemeğin hazır olduğu anlamına gelirdi. Berber İsmail elinde işi yoksa gider sefer tasında konmuş yemeğini alır dükkana gelirdi.
Dükkan bayramlarda açılmazdı. Bir de Cuma günleri öğlene kadar. Seher hanımla öğle yemeği yediği tek gün cumaydı.
Seher hanım ölmüştü ölmesine ama berber İsmail öğle namazından sonra evlerinin ikinci katındaki pencereye bakmayı bırakamamıştı. Ve gözleri dolup geri dükkana döner olmuştu. Çalışmak hiç mi hiç gelmiyordu içinden. Yine de yapacak bir şeyi yoktu. hepten şaşırıp kalırdı. Bu yüzden her günkü alışkanlıkla açıyordu dükkanı. Hemen hiç müşterisi de kalmamıştı. Kendi akranı bir iki arkadaş.
Erkenden açtı dükkanı. Ortalığı süpürdü. Kanaryanın yemini suyunu tazeledi. Radyoyu açtı. Sandalyesini dışarı atıp oturdu. Zaman zaman pencereye baktı. Perde bir aralansa. Saatine baktı. Gerçi daha zamanına vardı ya.. bazen böylesi zamanlarda bir birlerine bakış fırlattıkları çok olmuştu.
“Müsait misiniz?” sorusuyla irkildi berber İsmail. Başını kaldırdı. Kırk yaşlarında zayıf yapılı bir adamla karşılaştı bakışları. Şaşırdı. Her halde adres soracaktı. Öyle olmalıydı. Yabancıydı zira.
“Buyurun!” dedi. Raci gayet nazik;
“Tıraş olacaktım!” karşılığını verip dükkandan içeri girdi. Yer her adımda gıcırdadı. Ve cam kenarındaki koltuğa oturdu. Berber İsmail rüya mı, gerçek mi, diye iç geçiriyordu. Kalktı. Kırk yıllık alışkanlıklarla yaptı hazırlıklarını. Usturayı aldı. Kayışta biledi usturayı. Raci yan gözlerle izliyordu berber İsmail’in hareketlerini. Raci’yi gören gerdeğe girecek sanırdı. Öylesine heyecanlı ve mutluydu. Kayışa sürttürülen usturanın çıkardığı o hoş ses, kanaryanın tatlı cıvıltısı, radyodaki;
“Saçının tellerine gönlümü taktı felek”.. şarkısı.
Kalbi durdu duracak. Berber elinde ustura dışarı çıktı. Eve, pencereye baktı. Seher hanım perdeyi mi aralamıştı. Yoksa kendisi mi aralık bırakmıştı. Gözleri dolmuştu. Yanaklarından süzülen yaşlarla dükkandan içeri girdi. Müşterisine yaklaştı. Usturayı tezgaha bıraktı. Yüzünü sabunladı müşterinin. Usturayı aldı.
Berber ağlıyor muydu?
“Hayırdır İsmail bey?” diye sordu gülerek. İsmail ustura tuttuğu eliyle gözlerini sildi. Müşterisinin başını arkaya attı. Yüzünün bir tarafını tıraş etti. Köpükleri kağıda sildi. Öteki tarafa başladı. Bir an durdu. Ve hızla usturayı Raci’nin gırtladığına sürdü. Raci aynada gırtlağında beliren kızıllığa baktı. Hafifçe, ip ince kan sızıyordu. Konuşmak istedi. Konuşmadı. Hırıltılar çıkarabildi.
Berber İsmail ağlamaklı;
“Özür dilerim!” dedi.
Cemal Çalık, 26.10.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.