"Çocuklarımıza henüz küçük yaşlarda hayvanlarla birlikte yaşamanın kurallarını, onların da doğanın bir parçası olduğunu öğretelim. Peşinen sevdirelim demiyorum zira sevmek insani duygularda bir üst basamaktır. İlk aşama saygı duymak, hayat haklarını kabul etmektir."
Hayvan beslemek (aslında) hayvan sevmek anlamına gelmiyor.
Geçen gün oturduğum bloğun orta bahçesinde şahit olduğum bir olaya sosyal medyada kısaca değinmiştim, burada bir kez daha mevzûu açmak ve konu üzerinden hayvanlarla olan ilişkimizden bahsetmek istiyorum.
Etrafı kapalı olan bu bahçede beslediğim bir kedi var, sürekli kapıma gelip benden yemek ister ben de veririm. Beni epey sahiplendi, ama sokak kedisi sonuçta. Komşulardan biri de aynı bahçede ara sıra köpeğini dolaşmaya çıkarıyor ve bir gün köpek bizim kediyi duvarın kenarına sıkıştırmış. Kedi normal olarak köpekten korkuyor, köpek (anormal) ev köpeği olduğundan kediyi tanımlayamıyor ve etrafında fır fır dönerek onunla oynamak istiyor. Kedi bu hareketlerden daha da ürküyor, kaçsa kaçamıyor dursa duramıyor donmuş kalmış. Köpeğin sahibi lakayt bir şekilde olayın seyrinde.
Dayanamadım pencereden seslendim;
-Köpeğin önünde durun da kedi kaçsın.
"Bir şey yapmaz ki" diye cevapladı beni sersem. Bu arada sesimden cesaretlenen kedi, köpeğe pısladı, sahibi de bir zahmet köpeğini tutunca fırladı kurtuldu. Kedinin oradan kaçışını görmek lazımdı. İnip apartmanın arka kapısını açınca fişek gibi ayaklarıma yapıştı hayvancık, kalbi küt küt atarak.
A insanoğlu, senin köpeğinin kendisine zarar vermeyeceğini o kedi nereden bilecek?
O yüzden hep derim ki, hayvan beslemek, hayvanseverlik ölçüsü değildir!
Bizatihi bazı kişiler kendi beslediği hayvanı takıntılı bir şekilde sahiplenirken, sokaktakilerle veya doğadaki diğer hayvanlarla hiç ilgilenmiyor, umursamıyor. Ve hatta dışarıdaki hayvanlara karşı daha da acımasız olabiliyorlar. Kendi köpeğinin sokak köpeğine saldırmasında beis görmeyen duygusuzlar var (Hem de bayâ bayâ eğitimli kişiler bunlar). Veya bir oyuncak, eğlence metası gibi görüp çocuğunun ya da kendisinin bir anlık hevesi için alıp, bakımına katlanamayınca başından atanlar çok, biliyorsunuz.
Aslında sokak hayvanları belediyelerin veteriner hizmetleri tarafından sürekli kısırlaştırıldıkları ve birçok yavru köpek soğuğa, sokaktaki tehlikelere, hastalığa dayanamayarak öldüğü halde (Barınaklar da dolu bu arada), köpek nüfusu yine de azalmıyor. Çünkü güya hayvanseverler (!) alıp da bakamadıkları evcil hayvanlarını kırsal alanlara (İstanbul için söylersek), merkezden uzaktaki Kıyıköy, İğneada gibi beldelere veya doğrudan şehre bırakıyorlar.
Civar şehirlerden bile hayvanlarını getirip bırakanlar var. Yerel halk başıboş hayvanlardan illallah etmiş, sahip de çıkmıyorlar, hayvanlar perişan ve açlıkla boğuşur haldeler.
Aralarında cins köpekler fark ediliyor. Kediler için de durum aynı. Bazen sokakta diğerlerinin arasında nispeten temiz ve cins kediler görürüz, ev kedisi oldukları ve sokağa bırakıldıkları çok bellidir.
Filler sirkte amuda kalksın, yunuslar havuzda top çevirsin diye yaratılmadı.
Evde hayvan besleyenlerin hayvansever olduklarının düşünülmesinin bir yanılgıdan ibaret olduğunu söylemiştim. Sebebi de çoğu hayvanın evde yaşamak için yaratılmamış olmasıdır. Evde beslenen köpek, akvaryumda beslenen balık, kafeste beslenen kuş, hayvanat bahçesinde daracık alanlara hapsedilen yabani hayvanlar, sirklerde hayatları gasp edilen, zorla çalıştırılan hayvanlar, yunus gösteri havuzlarındakiler vs. bütün bunlar insanlar için eğlence fakat hayvanlara eziyetten başka bir şey değildir.
Bunları söylediğimizde karşılık olarak; mesela kuşlar için, ama onlar dışarıda yaşayamaz ki cevabını alırız. İlginçtir ki, ‘Allah’ın bir hikmeti’ olarak kafes kuşları, akvaryum balıkları yaratıldığını sanan gafiller var! Veya öyle anlamak istiyorlar. Kuşlar gibi özgürlüğün sembolü olan hayvanları 20 cm karelik bir kafese sokup bundan keyif almak en iyi niyetle şuursuzluk olarak nitelendirilebilir. Hâlbuki dinen de hayvanların hapsedilmesi uygun bulunmuyor ve örneğin kuşların alıkoyularak beslenmesi faydasız işler arasında görülüyor.
Hz.Osman zamanında Medine’de güvercin merakı alıp yürüdüğünden bahsedilince, durumu tahkik ettiren Hz.Osman, güvercinle uğraşmayı faydasız işle faydalı zamanı imha etmek olarak izah ederek yasaklamıştır. İslam kültürü hayvanları dünya ekosisteminin bir parçası, insanlarla beraber dünyayı paylaşan canlılar olarak görür.
Öyle ya, aynı bizler gibi dünyaya gelişlerinde bir irade kullanamamış, fikri sorulmamış canlılar onlar da. Kâinatın sahibi aynı insanı yarattığı gibi hayvanı da yaratıyor. Bunların bir kısmını da bizlerin hizmetine tahsis etmiş. Yani sadece dünyaya gelişlerinde değil dünyadaki yaşamlarında da irade kullanamadıkları için bir bakıma bizim insafımıza bırakılmış, emanet edilmiş canlılar. Kur’ân-ı Kerim’deki bâzı surelerin; Bakara (İnek), Nahl (Arı), Ankebut (Örümcek), Neml (Karınca) isimleriyle anılması elbette tesadüf olamaz.
Hayvanlar önemsiz, olursa olur olmazsa canımız sağ olsun denecek varlıklar olsaydı, Hz.Nuh, gemisine her hayvandan bir çift almazdı. Dünya ekosistemi ve biyoçeşitliliğini korumanın anlam ve ciddiyetini anlatan bu olayı kimileri efsane olarak değerlendirebilir.
Diyelim ki efsane olsun, insanların ve dünyanın yeniden kuruluşu ile ilgili bu mühim hikâyede, yeryüzünde yaşayan tüm hayvanların yer bulması, hatta isyankâr insanlardan daha çok önemsenerek kurtarılmaları, insan dimağındaki dünya tasavvurunda hayvanların vazgeçilmez görülmesinden değilse nedir?
İslam adabı süt kuzularının kesilmesine, yavruların belli süre geçmeden annelerinden ayrılmasına müsaade etmez. Yük hayvanlarına taşıyamayacağı yüklerin yüklenmesine, aç ve susuz çalıştırılmasına razı gelmez. Hayvanlara eziyet edilmesi ise zinhar yasaktır ve onların da ahlarının tutacağına inanılır, bundan korkulur.
İşte sırf bu yüzden bile Müslümanların ya da İslam toplumlarının hayvanlara bakışı herkesten daha şefkatli, haklarının düzenlemesi de çoktan bitmiş olmalıydı. Geçmişte (Osmanlı Dönemi'nde) çok güzel örneklere rastlıyoruz ama günümüz hiç de iç açıcı değil.
Medeniyetin Avrupa’dan gelmesini bekliyoruz! Batı bir şeyi geliştirsin, düzenlesin ve bize zorla kabul ettirsin. Avrupa’nın zoruyla hayvan hakları vs konularda birkaç yüzeysel uygulama getirelim, dostlar alışverişte görsün yeter. Fuat Başar’a atfedilen “Biz herhalde Avrupa’nın Müslüman olmasını bekliyoruz, sonra onlardan taklit edeceğiz” minvalindeki söze katılmamak elde değildir.
Dünyanın yarısını sömürmüş, bırakın hayvanları, insanlara bile en aşağılık şekilde davranmış Batı dünyasından, insan hakları, çocuk hakları, hayvan hakları vs. vs dersi alırken yüzümüz kızarmalı. Biz insan/insaf medeniyetini kurmuş bir toplumun ahfadıyız. Eksiklerimizi de tamamlayıp uygulamalarımızla dünyaya örnek olmalıydık.
Yaralı leylekler için hastane açan Osmanlı, yani Türk-İslam medeniyetinden günümüze ne getirebildik?
Dünyada bu kadar dert varken, insanlar aç açıktayken, derdimiz hayvanlar mı, diyenler olacaktır; işte onlarla, hayvanları insanlardan daha değerli bulanlar ve (hayvan sevgisi değil de) hayvana sahip olmayı takıntı yapanlar benzer arızalı zihin yapılarına sahiptir.
Mimarideki medeniyet ve estetik bilincimizi kaybettiğimiz gibi hayvanlarla ilişkimizdeki vicdan ve merhametimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Yoksa hayvan hakları diye yırtınmak, dert edinmek neden (deli gözüyle bakılan) bir grup insanın sırtına yüklensin ki.
Ama başka işiniz yok mu diyenler için şuraya birkaç satır ekleyeyim.
Tarihçi İsmail Çolak, ‘Osmanlı’da Hayvan Sevgisi ve Hayvan Hakları’ başlıklı makalesinde bakın neler söylüyor;
“Osmanlı’da hayvan haklarına yönelik ilk düzenleme Sultan III. Murad zamânında 1587 yılında yapılmıştır. III. Murad tarafından 19 Mart 1587’de İstanbul Kadısı’na gönderilen fermanla, hamalların taşımacılıkta kullandıkları at, katır vb. hayvanlara tahammüllerinin üzerinde yük taşıtmalarının yasaklandığı; hayvanların bakım ve beslenmesine ihtimam gösterilmesi gerektiği ve fermandaki îkaz ve hükümlere uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir. Bu ferman aynı zamanda “dünyâda hayvan haklarına dâir ilk düzenleme” olma özelliğine de sâhiptir.
1550’li yıllarda Avusturya elçisi olarak İstanbul’da bulunan Busbeck’e, ‘Türkiye’de her şey insânîleşmiş, her katı yumuşamış; hayvanlar bile.’ dedirtecek ölçüde insanlık, şefkat ve medeniyetin doruklarında dolaşan Osmanlı insanı/toplumu, sâhipsiz kedilere, dağ başlarındaki aç kurtlara yiyecek hazırlayarak ve sakat leylekleri tedâvi etmek için müesseseler binâ ederek kırılması zor bir rekora imzâ atmıştır.
İzmir Ödemiş’te Mürselli İbrahim Ağa Yeni Câmi etrâfında, hastalanarak sürülerinden geri kalan leyleklerin bakılması ve beslenmesi için ciğer ve işkembe alınmasını şart koşan bir vakıf kurmuştur. Yanı sıra, kar yağdığında ve soğuklar bastırdığında şehirlere ve kasabalara inen aç kurtların ve kuşların beslenmesi için belirli yerlere düzenli şekilde et, ciğer, sakatat, darı, buğday koyan vakıflar tesis edilmiştir. Neredeyse tüm Osmanlı şehirlerinde sâhipsiz sokak hayvanları için pek çok vakıf kurulmuştur. Misâlen İstanbul’da Koca Mustafa Paşa, Şeyh Evhaddeddin Tekkesi’ne kediler için günde iki sırık ciğer vakfetmiştir. Mahalle köpekleri için sokak başlarına taştan su kapları yapılmış ve belirli vakitlerde su kovaları bırakılmıştır.
Fransız Şair Lamartine’nin tespitleri de hemen hemen aynı çerçevededir ama Lamartine şu noktaya özellikle dikkat çekmiştir: ‘Türkler kuşlara, köpeklere, velhâsıl Allâh’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veya eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.’
Fransız seyyah Théveno da 1656’da İstanbul’da gördüğü, tanıştığı ve sohbet ettiği Türklerin hayvan sevgisiyle ilgili kendisini hayrette bırakan izlenimleri paylaşır; “Türklerin bazıları ölürken haftada şu kadar defa şu kadar köpeğe ve şu kadar kediye yiyecek verilmek üzere birçok iratlar (miras, nafaka) bırakırlar yahut bu hayrın işlenmesini temin için fırıncılarla kasaplara para verirler ve onlar da bu gibi vasiyetleri büyük bir sadâkatle ve hattâ dindarâne bir riâyetle yerine getirirler. Bunlar bizim nazarımızda çok gülünç olmakla beraber onlarca öyle değildir.”
Çolak, epey güzel örnekler vermiş, konuyu uzatmamak adına burada keseyim ama son cümle üzerinden iki şeye de dikkat çekmek istiyorum; ilki, eskiden de hayvanlara olan ilginin alay konusu olması, ikinci ve trajikomik olanı ise, o gün Türkleri gülünç bulan Batı kültürünün bugün bizlere hayvan sevgisi konusunda kanun kural dayatmasıdır.
Herkes hassas olduğu alanda çalışsın.
Sonra, bırakın insanları, herkes hassas olduğu konularda çalışsın. Dokunmayın, eleştirmeyin. Bazısı yetim çocuklarla ilgilenir, bazısı fakirlerle, bazıları hastalara engellilere yardıma ilgi gösterir. Açıkça toplumun tamamının sorumluluğu olan konularda biri diğerinden biraz daha fazla derdi sırtlıyorsa ona sadece teşekkür edilir; sen niye bunu yapıyorsun da şunu yapmıyorsun demek açıkça aymazlıktır.
Sivil toplum için durum bu şekilde olabilir ancak yerel yönetimlerin, ben şunlarla ilgileniyorum bunlarla ilgilenmiyorum deme lüksü olamaz. O sebeple belediyelerin, sokak hayvanları, sahipli hayvanlar, çalıştırılan hayvanlar ve diğer hayvanlarla ilgili hak ihlallerini engellemesi, uygulamadaki eksiklileri gidermesi beklenir.
Evcil hayvan (evde bakılan) ticareti kesin bir şekilde kısıtlanmalı belki de yasaklanmalı. Hayvan sahiplenmek isteyenler barınaklara yönlendirilmeli. Ta ki barınaklarda hayvan kalmayana kadar. Bildiğim kadarıyla artık belediyeler hayvanlara takip çipi takıyor. Böylece eziyet gören veya sokağa bırakılan hayvanlar takip edilebilecek deniliyor ama bu konudaki hazırlanan ‘Hayvan haklarına ilişkin düzenleme’, son yıllarda sürekli konuşulmasına karşın bir türlü meclisten geçemiyor ve yasalaştırılmayınca kadük kalıyor. Bugün hala hayvana taciz, işkence, öldürme gibi suçların kabahatler kanunu kapsamında değerlendirilmesi, cüzi maddi cezalarla yetinilmesi işlerin ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Cahillikten veya vicdani yetersizlikten hayvanlara acımasız davranmak da büyük bir sorun olmakla birlikte, açıkça eziyet etmek çocuklukta yaşanmış bir (işkence ve taciz) travmanın ve kötü ruh halinin ürünüdür. Bu şekilde ağır psikolojik arızaları olan kişiler, fırsat bulduklarında çocuklara ve kadınlara, güçsüz gördükleri bütün canlılara eziyet edebilirler. O sebeple hayvana yapılan eziyetler karşısında vicdani bir rahatsızlık duymayanlar bile ‘sırf bu sebeple bile’ basitçe omuz silkip geçiştiremezler.
Çocuklarımıza henüz küçük yaşlarda hayvanlarla birlikte yaşamanın kurallarını, onların da doğanın bir parçası olduğunu öğretelim. Peşinen sevdirelim demiyorum zira sevmek insani duygularda bir üst basamaktır. İlk aşama saygı duymak, hayat haklarını kabul etmektir. Hayvanları sevmesek de onlara zarar vermeden kendi sınırlarımız içinde yaşayabiliriz. Ancak normal bir ailede yetişen, çevresine karşı saygılı büyüyen, sevgi gören bir çocuk hayvanları da sevecektir zaten. Annesinin pis, tehlikeli diye kediden köpekten uzaklaştırdığı, korkuttuğu çocuksa, bir dahaki seferde kediyi köpeği tekmelemeye kalkar. Çünkü onu düşman olarak algılamıştır artık.
Her ne kadar apartman dairelerine sıkışan, bahçede gönlünce koşturamayan köpekler, ağaca çıkamayan, güneş görmeyen toprak eşeleyemeyen kediler için üzülsem de çocukların bu hayvanlara yakın olmasını, iletişim kurmalarını duygusal gelişimleri, sosyal zekâları için çok faydalı buluyorum. Bahçeli evi olmayan insanların evcil hayvan beslemesini, hem o hayvana hem de insana bir zorluk olduğunu düşünüyorum ve bu konuyu tartışmaya açığım. Ancak belediyelerin bütün sokak ve şehirde yaşayan hayvanlar için sağlıklı ve huzurlu ortamlar oluşturmaları, çocuklarla bu hayvanların karşılaşacağı serbest ve ferah parklar yapmaları medeni şehirciliğin olmazsa olmazıdır.
Devlet veya özel sektör kanalıyla bir sürü lüks site yapılıyor ama hiçbirinde kuşlar için yuvalar düşünülmüyor. Yeşillendirme çalışmalarında kuşların da nasipleneceği meyve-yemiş ağaçları dikilmiyor. Oysa kuzey ülkelerinin kentlerinde değil kuşlar, arılar için projeler geliştirilmiş ve şehir arıcılığı diye bir uygulama başlatılmış. Sitelerin hepsinin bol paralar harcanan rekreasyon alanları var, işe yaramaz pek çok dekoratif malzeme kullanılıyor ama bahçelerine kediler için uygun evler konulması akıl edilmiyor. Halbuki bunun müteahhit için sözü edilecek bir maliyeti de olmaz.
Sokak aralarındaki parklarda yapılabilecek pek çok şey varken bu konulara da kimse kafa yormuyor. Misaller daha artırılabilir sadece biraz düşünmek ve duygudaşlık kurmak yeterli.
Yazımı bitirirken iki önemli belgeseli izlemeniz için öneride bulunacağım yalnız kalbi olanlar ve emziren anneleri bundan muaf tutuyorum.
Bunlardan biri Food Inc.-Gıda AŞ. https://www.youtube.com/watch?v=JZw72Sg8krI&feature=youtu.be
Diğeri de Earthlings https://www.youtube.com/watch?v=giHWqogLzlQ
Peri Han, 16.11.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.