Türkçe ezan denilince sadece ezanın Türkçe okunması değil, o dönemin bütün zulümleri akıllara geliyor. İnkılapların uygulanması uğruna idam edilenlerin yanı sıra, elif cüzüne suç unsuru muamelesi yapılması, kadınların üzerindeki çarşafların yırtılması, takke takanların eziyet görmesi bunlardan sadece bazıları. Geçmişi unutmamak ve ders çıkarmak için o günleri yaşayanlarla konuştuk. Ülkenin işgal altında olduğunu düşünen tanıkların anlattıkları, zulmün boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor.
Tek parti döneminde Türkiye’de yaşananlar hafızalarda hala canlı. İnsanların yaşamlarından dine ait ne varsa silmek, geçmişi unutturmak adına uygulanmayan zulüm kalmadı. CHP şimdilerde “Ezan Türkçe okunsun” diyen Öztürk Yılmaz’ı kesin ihraç talebiyle disipline sevk etse de, laiklik adına bu ülkede yaptıklarını kimse unutmadı. 24 yıl boyunca Kuran’ın öğrenilmesi ve okunması yasaklanan ülkede, Arapça ezan okuyanlar hapse gönderildi. Elif cüzüne suç unsuru muamelesi yapıldı.
Kur’anlar yırtılıp tuvaletlere atıldı. İmar kanunu adı altında camiler, türbeler, sebiller yıkıldı. 1950 Demokrat Parti iktidarına kadar yasaklar bütün şiddetiyle devam etti ve devletin polisi, jandarması korku imparatorluğunun bekçisi oldu. 1950’den sonra kısmen rahatlama olduysa da, birçok bölgede CHP’nin bürokratları zulümleri devam ettirdi. Peşi sıra ihtilaller geldi ve özgürlüklere bir adım kala her şey geri alındı. 60-70-80 ve en son 90’lı yıllarda 28 Şubat darbesiyle gelen yasaklar, CHP’nin özlediği ve her fırsatta desteklediği uygulamalardandı.
Özellikle dindar kesimin çocukları evin yaşlılarından “Kuran okumayı ahırlarda öğrendik, minarelerden ‘Tanrı Uludur’ diye seslenirlerdi” sözlerini çok duymuştur. Şimdi o günlerin şahitleri olan insanlar epeyce yaşlı, ama hala çocukluk günlerine denk gelen zulümleri unutmuş değiller. Biz de bu canlı tanıkları konuşturup, o günlere dair hafızalarında kalan anıları anlattırdık. Özellikle de kendilerini işgal altında bir ülkede hissettiklerini söylemeleri, zulmün büyüklüğünü anlatmaya yetiyor. Ülke Yunan işgalinden kurtulmuştu ama halka yapılan zulüm Yunanlıların yaptıklarından pek farklı değildi. Üstelik bu zulüm sadece Müslümanlara değil, başka dinden olan insanlara, Kürtlere, Alevilere de yapılıyordu. Türkçe ezan denilince sadece ezanın Türkçe okunması değil, o dönemin bütün zulümleri akıllara geliyor şimdi. Dönemin tanıklarının anlattıkları, geçmişi unutmamak ve yaşananlardan ders çıkartmak isteyenler için rehber niteliğinde.
Süleyman Uludağ – Kıyamet alameti olarak yorumlanırdı
Camisi, imamı olan, aşağı yukarı herkesin Kuran okuduğu ve çoğunun namaz kıldığı, istisnasız herkesin oruç tuttuğu dindar bir köydü bizim köyümüz. 1937’de doğdum ve üniversiteye gidene kadar orada kaldım. Dini yasakları köylerde de olsa şiddetli bir şekilde yaşardık. Devlet tarafından kontrol edilmediği, yabancı birisi gelmediği zaman Arapça ezan okunurdu. Ama karakoldan birisi veya bir devlet memuru gelirse hemen Türkçe okunmaya başlardı. Ücreti köylü tarafından verilen hocanın en önemli görevlerinden biri köy çocuklarına Kuran okumayı öğretmek, ilmihal bilgilerini vermekti. O tarihlerde bunların hepsi yasak olduğu için, hoca bu eğitimi caminin bitişiğindeki bir odada kaçak verirdi. Ben de Kuran okumayı, ilk dini bilgileri orada aldım. Köye bir devlet görevlisi geldiği zaman hemen haber gönderilir, “bugün medrese yok, camiye gitmeyin” denilirdi. Ahıskalı yaşlı bir teyze de kızları okuturdu. Bunu haber alan karakol komutanı iki kere hocanın ifadesini almak için karakola götürdü. Yaşlı teyze eziyet görmesine, tehdit edilmesine rağmen eğitim vermeye devam etti.
1924’te başlayan inkılap kanunlarının uygulanmasından duydukları rahatsızlıkları köyümüzdeki büyükler “kıyametin yaklaştığının alameti” olarak yorumlardı. Kıyafet yasağı, din eğitiminin yasaklanması, şapka kanunu gibi kanunlar getirilmişti ve özellikle şeriat kanunlarının kaldırılması, yerine İsviçre’den alınan medeni kanunun getirilmesi köylülerin anlamakta zorluk çektiği dramatik bir durumdu. Nasıl oluyor da Cenabı Hakk’ın gönderdiği muhafazası ve himayesi altında olan şeriatı, hilafeti bir grup insan yasaklayabilir diye düşünüyorlardı. Allah’ın dininin bu kadar sahipsiz kalmasından dolayı serzenişte bulunurlardı.
14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince ezan Arapça okunmak için serbest bırakıldı. İlk defa ezanın Arapça okunduğu gün babam Amasya’daydı. Döndüğünde ezan ilk kez yüksek sesle Arapça okunduğunda insanların nasıl heyecanlandığını ve gözyaşı döktüklerini anlatmıştı. Babam köyde bakkallık yapardı. Bu yüzden sık sık Amasya’ya mal almaya giderdi. Kış aylarında üşümesin diye başına yün takke takardı. Malum o yıllarda da başa şapka dışında herhangi bir şey takmak yasak. Köye bir devlet memuru gelirse, 60-70 yaşlarındaki yaşlı insanlar kafalarındaki takkeleri çıkartıp saklarlardı. Babam şehre takkeyle gitmişti bir gün. Kışın soğuk günlerinde yün takkeye bir şey demezlerdi ama o gün hava soğuk da değildi. Babamı yakalayıp karakola götürmüşler. Karakola gittiğinde birçok kişinin takke taktığı için karakola götürüldüğünü görmüş. Polisler, “bugün hava sıcak, niye takke takıyorsunuz” diye sormuş, epeyce tehdit ettikten sonra serbest bırakmıştı. Bir takke kullanmak bile böyle baskı ve işkencelere maruz kalma sebebi oluyordu. Biz bunları sadece o yıllarda yaşamadık. 1987’de tekrar yaşadık, 97’de yeniden… Katsayı meselesi, kızların başını açma meselesi, aynı gözyaşları o zaman da döküldü. O zaman da haksızlıklar yapıldı. Bunları unutmamak, ders çıkarmak lazım. Günümüzdeki ılımlı havanın, geniş özgürlüklerin muhafazası için elimizden geleni yapmalıyız.
Abdullah Işıklar – CHP iktidarda değilken de zulümleri devam etti
1957 yılında Fetih isminde haftalık bir gazete çıkartıyordum ben. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Basri Çantay, Ahmet Davudoğlu bizim yazarlarımızdı. 60 ihtilalinde benim beş tane davam vardı gazetede yazılan yazılar ve attığımız manşetlerden dolayı. 163. Maddeden ceza aldım. “500 tane cami kapattılar Türkiye’de” “Türkçe Kuran olmaz, Türkçe ezan okunmaz” manşetlerinden dolayı 1. Ağır cezada yargılandım. O zamanın profesörü Sulhi Dönmezer, Naci Şensoy bilir kişi olarak rapor yazdılar. Bizim cezalandırmamız gerektiğini ve yapılanların laiklik icabı yapıldığını savundular. Demokrat Parti iktidara geldiği zaman yasaklar biraz gevşemişti, Türkçe ezan okunmuyordu ama 1957’de yeniden yaygara çıkartmaya başlamışlardı. O yüzden biz de o manşetleri atmıştık. Iraklı bir tıp öğrencisi bizim gazeteye gönderdiği yazısında Arap harflerine eski harf dememizin yanlış olduğunu, İslam harflerinin eski olmadığını yazdığı için de mahkemeye verilmiştik. CHP iktidarda değildi ama zulümleri devam ediyordu. Bir gün bir adam geldi bana, “Menderes’in sana selamı var, çok teşekkür ediyor, devam etsinler diyor” dedi. Ama neydi, o adam kimdi, hakikaten Menderes mi gönderdi bilmiyorum. Bu sıkıntıları sadece tek parti döneminde değil, her dönemde yaşadık. Ama atalarımızın bir lafı var, it ürür kervan yürür.
Yavuz Bahadıroğlu – 10 Kasım’da evden çıkmadı diye hapis yattı
Türkçe ezanın okunduğu dönemler çok küçüktüm, hayal meyal hatırlıyorum. Ama benim büyüdüğüm dönemlerde de Demokrat Parti iktidarda olduğu halde CHP döneminden sarkan bürokrasinin marifetleriyle devam ediyordu zulümler. Ankara’ya demokratlar geldi de, bizim Rize’nin Pazar’ına hiç demokrasi gelmedi. Tam geleceği sırada 1960 darbesi, sonra 71, sonra 80, sonra 28 Şubat derken devam edip geldi yasaklar. Bürokrasi değişmiyordu ki, aynı belediye başkanları, aynı jandarma komutanı, aynı kaymakam uzun süre görev yapıyordu o dönemler. Tek parti alışkanlığı içinde olan bürokratlar, o alışkanlıklarını devam ettiriyorlardı. Süngülenmiş Kur’an-ı Kerim gördüm o yıllarda, jandarma süngülemişti.
Hafta sonları anne babamızın isteğiyle camiye Kuran öğrenmeye gidiyorduk, orası basıldı. 1960’lı yıllarda Osmanlıca öğrendiğim için 14-15 yaşlarında bizim evimiz de basıldı. Beni kelepçelediler, kitaplarımıza el koydular. “Arapça yazıyor, ben ne bileyim yasak kitap olmadığını” diyerek Kuran’ı Kerim’i de götürdüler. Sonra kitapları geri verdiler ama bu defa da nasıl çocuk yetiştiriyorsun diye babamı ağır cezada yargıladılar. 65 yaşındaki halam da karakola götürülüp sorgulandı. Bazı CHP’liler ihbarlamayı görev edinmişlerdi. Özellikle de öğretmenler ihbar alışkanlıklarını devam ettirmeye çalışıyorlardı.
Evinde dini eğitim veren Halil Amca vardı, devletin aleyhine gizli cemiyet kuruyor diye evini bastılar ve cezaevine attılar. O yıllarda 10 Kasım tarihinde köyde insanlar cebren evlerinden çıkartılıp, zorla saygı duruşu yaptırılırdı. Komşumuz Kadir Amca, 10 Kasım’da hasta olduğu için saygı duruşuna çıkmadığından dolayı ihbar edildi ve bir buçuk sene içerde yattı. O içerideyken karısı öldü, cenazesine bile katılmasına izin verilmedi.
Bizim köyümüze hocalar Of’tan gelirdi. Köyde evleri olmadığı için de mecburen camide çocuklara Kuranı Kerim öğretirlerdi. Pencereler, kapılar sıkıca kapatılırdı ses dışarıya çıkmasın diye. Camiye baskın yapıldığı, hocanın karakola götürüldüğü, öldüresiye dövüldüğü hep anlatıla gelmiştir. Çocukluğumuzun acı hikayelerinden bunlar. Ortaokul ikinci sınıftaydım, sınavım olduğu bir gün caminin önünden geçerken, çocuk aklımla sınavlarım kolay geçsin diye girip namaz kıldım. 4-5 tane ihtiyar vardı camide. Namazdan sonra sırayla beni kucakladılar, kimisi ağladı. “Bugünleri de mi görecektik, artık gençler de mi camiye gelmeye başladı” diye sevindiler. Umutlarını kesmişlerdi, din bitiyordu.
Ben çocuk aklımla işgal altında olduğumuzu ve bu sebepten dolayı her şeyin yasaklandığını düşünürdüm. Sinop Milletvekili Rıza Nur şöyle yazıyor hatıratında; İstanbul İngiliz işgaline girdiği zaman, milleti harekete geçirmek için Anadolu’da propagandaya çıkardık, Yunan gelecek, ezanımızı değiştirecek, başımıza şapka koyacak diye anlatırdık. Sonra bir de baktık, bunları biz yapıyoruz.
Sadık Albayrak – “Tanrı uludur” sesli “Allah’u Ekber” sessiz okunurdu
8-10 yaşlarındaydım o dönemlerde. Köyde camiye gidiyordum Kuran öğrenmek için. 1950’ye kadar ezan Türkçe okunuyordu. Bizim evin yanındaki mescidin hocası minare veya balkon olmadığı için evin önündeki bir ağaca çıkardı. Oradan bağırarak “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur” derdi, sonra sessizce “Allah’u Ekber, Allah’u Ekber” diyerek okurdu ezanı. Her devirde olduğu gibi o devirde de rejimin jandarması vardı. Biri şikayet ederdi, hocayı alıp götürürlerdi. Millet korku içindeydi, baskı altındaydı. 1924’ten 37’ye kadar Türkiye’de 19 tane ayaklanma olmuş. Tunceli’deki Şeyh Rıza isyanında “gavurlar ayaklandı” diyerek tebligatta bulunmuşlardı. Ben çocukken Tunceli’ye gidip gavur temizlemek adına oradaki insanları kurşuna dizdiklerini anlatırlardı.
O devirde sadece ezan Türkçe okutulmuyordu, Kuran okumak da, dini kitaplar da yasaktı. Babam Arapça basılmış eserleri gizli gizli okuyup bize okuturdu. Halkın genel durumu dindardı. Ninem, köydeki kadınları bizim evde toplar, sessizce zikir yaparlardı. İnsanlar dinlerini heyecanla yaşıyordu ama sanki istilaya uğramışlar gibi bir durum vardı. Hatta öğretmenler köylere farklı fikirlerle geldikleri için kimse çocuklarını okullara vermek istemezdi. Çünkü, kendi ifadelerine göre, dinsiz ve densiz yöneticilerle memleket yönetilemeyeceği gibi, bu insanlar atalarından intikal eden dini yaşam tarzına da düşmandılar. Halkın özgürce yaşama hakkı yoktu. Babam anlatırdı, Trabzon’da bir vali varmış, devrimler sırasında sokaktaki çarşaflı kadınların çarşafını yırtarmış. Aynı olaylar benim başıma 12 Eylül sonrasında sıkı yönetim mahkemelerinde geldi. Çarşaflı bir kadın içerde yatan oğlunu ziyarete gelmişti. Görevli çarşafın yasak olduğunu ve çıkartması gerektiğini söyledi. Kadın böyle bir muamelenin Yunan işgalinde başımıza geldiğini söyleyerek tepki vermişti.
Daha birçok şeyler yaşandı o dönem. İnsanlara inancından dolayı, kılık kıyafetinden dolayı örfi ve İslami çağrışım yapan ne varsa, hepsini yok etmeye uğraştılar. Çünkü o devirdeki insanlar, bizim tarihimizin 1923’te başladığına inanıp, herkese inandırmak istiyordu. Babalarımız annelerimiz o gördükleri baskı ve karşı karşıya kaldıkları nefretten ötürü bizi de bu yeni dünyaya karşı ayakta kalabilmemiz için camiye gönderiyordu. İmam Hatip okulları açıldığında CHP’liler de dahil olmak üzere herkes çocuğunu oraya göndermeye başladı. Zaten köylerde muhtar, ihtiyar heyeti gibi görevliler zorunlu olarak CHP’li olurdu. Kimse sesini çıkartamıyordu o zamanlar.
Sevda Dursun, 21.11.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Röportaj, Eleştiri
Sevda Dursun Yazıları
Takip et: @sevdadur
Sonsuz Ark'ın Notu: Sevda Dursun Hanımefendi'den çalışmalarının yayınlanması için onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 12.09.2015
İlk Yayınlandığı yer: Gerçek Hayat
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.