"Üç kıtaya hükmeden Osmanlı Padişahı'nı İstanbul’a dikilecek ağaçla alakadar eden kudret, dikkat ve hissiyatı anlayamazsak medeniyetimizin farkına varamaz ve ufkumuz geliştiremeyiz diye düşünüyorum."
Ihlamur çiçeği güzel kokmasının yanında çayının da kış hastalıklarına iyi geldiğini çoğumuz biliriz. Ülkemiz iklim koşullarına uyumlu olması nedeniyle çoğu bölgemizde yetişebilen ıhlamurun kurutulmuş çiçeğinin kilo fiyatı çarşı pazarda 200 Lira'dan başlıyor.
İlgilileri bilir, Haziran ıhlamur ayıdır. Nisan ve Mayıs’ta mor salkımlar açar. Mor salkıma iyi bakılırsa ve hava ılıman giderse sonbaharda da açabilir. Hem insanı mest eden kokusuyla, hem de muhteşem görüntüsüyle gönül çelen ağacımsı bir bitkidir. Haluk Dursun, “İstanbul’da Yaşama Sanatı” adlı kitabında; “Mor salkım tek başına yapamaz; mutlaka birisine, bir yerlere sarılmalıdır. Bu bazen bir konak, bazen de bir duvar olabilir. Fakat en iyi seviştiği ihtiraslı aşk yaşadığı servi ağaçlarıdır” diyor.
Dursun, kitabında adını bilmediğimiz, bilip de unuttuğumuz; İstanbul’a özgü veya sonradan İstanbullu olmuş, birçok ağaç ve çiçekli bitkiden, yerlerini ve özelliklerini belirterek bahsediyor ki, okuyana İstanbullu ve şehirli olmakla ilgili yeni ufuklar açar. Ne büyük hizmet!
Başka bir İlkbaharda, Büyükada’da dernek olarak kullanılan eski bir evin bahçesinde otururken sohbetimizi bölecek güzellikte bir kokuyla karşılaşmıştım. Başı göğe ermiş bir ağaçtı, ‘Ne güzel kokuyor turunç herhalde’ dedim, ama portakal çıktı. Portakal'ın çiçeğinin enfes koktuğunu biliyorum ama ağaçtaki meyvesinin bu kadar güzel kokacağını düşünemezdim. O da kıyıya kenara gizlenmiş, adeta insanların göz hizasından kaçarcasına uzamıştı.
Ama ağaçlarla ilgili hatıralarımdan en buruk olanı, nispeten İstanbul’un kenar mahallelerinde tek tük kalmış dutlarla yaşadıklarımdır. Bu garipcikler sanki dünyanın en verimli toprağında kök salmış gibi o eğreti kaldırım ve duvar kenarlarını nasıl seviyorlarsa öyle gür, öyle bol meyve verirler ki, görünce ‘fesuphanallah’ demeden geçemezsiniz. Fakat maalesef kuşlardan başka kimsenin bu güzelim meyvelerden nasiplenemediğini görünce hep üzülmüşümdür.
İstanbul’da Mayıs, Haziran ayları boyunca dut yiyebilirsiniz ama bu da bir kültür ve alışkanlık meselesi tabi. İstanbul’da veya diğer büyükşehirlerde yaşayan kaç kişi bu tür ‘çiçek, ağaç, kuş’ mevzularına dikkat ediyor bilmiyorum. Ama keşke hepimiz ilgilenebilsek, çünkü yalnız kötülük değil, iyilik ve güzellik de bulaşıcıdır.
Biz güzellikleri yayalım!
Yıllar önce İstanbul’da ilk defa kapsamlı bir Lale Soğanı dikme çalışması başlatılıp yollar, parklar, korular rengârenk, coşkulu lale kümelerine gark olunca; Anadolu’daki diğer kentlere de örnek olmuştu. Eğer dikkat edilse, yerel kültür ve hafıza korunabilse ve var olanlara değer verilse; Adana, Diyarbakır, Van, Kastamonu, İzmir, Bursa, hatta Ankara ve pek çok Anadolu kentimizin de kendine özgü; ağaçları, yolları, yapıları, sokakları, mutfağı, geleneği göreneği kısaca bir yaşam şekli olduğunu ve bunların tatlı bir üslupla yeni nesillere aktarılabileceğini anlayabiliriz. Bir şehir için ‘Yaşama Sanatı’ kavramı kullanıldığında başta İstanbul gelir elbette ancak Anadolu’muzdaki her şehrin de buna layık olduğunu söylemeliyim.
Bu girişe; son günlerde gündemimiz epey meşgul eden Millet Bahçeleri konsepti üzerinden, ağaca, yeşile, doğaya ve kentliliğimize dair fikirlerimi serdetmek için lüzum gördüm.
Millet Bahçeleri bahsi açıldığında bilen, bilmeyen, muhalif-taraf herkes fikrini söyledi. En tuhafı da ‘Şehir Plâncıları Odası’nın bildirisiydi ki ona girip konuyu dağıtmayalım. Fakat bahçelerin genel tarzı, kurulma prensibi, amacı ve içeriği ile ilgili net ve belirgin bir çerçeve çizilmedi. Alana, şehre ve imkâna göre biraz ağaç, biraz havuz, bir miktar da sosyal dinlence alanı yapıldı mı, tamamdır dendi, sanki.
Bense adıyla değil daha çok amacıyla, faydasıyla ve gerekliliğiyle ilgileniyorum. Adının, millet bahçesi veya devlet bahçesi olmasına takılmıyorum. O sebeple malum bahçelerin içinde olması gerekenlere dair ben de fikirlerimi söylemiştim. Sanal âlemde çok da beğenilmişti ama gerçek âlemde tekliflerimin pek yankı bulmadığını biliyorum. Sadece benim değil, bu alanda iyi niyetle ve güzellik olsun isteyen birçok kişinin tavsiyeleri havada kaldı. Bizimki göle maya çalmak gibiydi, göl de maya tutmadı…
Mevzubahis bahçeler için önerdiğim bazı hususlar şöyleydi:
Hangi şehirde kurulacaksa; o bölgede yetişebilen meyve ağaçlarından dikilmeliydi. Sonra bu meyveler görevliler tarafından güzelce toplanır ve uygun fiyattan ziyaretçilere satılabilirdi. O bölgede yetişen sebze ve bitkilerden oluşan bir bahçe düzenlenmeliydi ki; ilköğretim öğrencileri haftanın belli günleri getirilip bu alanlarda uygulamalı dersler alabilsinler. Kabağı, patlıcanı, domatesi dalında görebilsinler, nasıl yetiştiği ile ilgili bilgilensinler. Yine çocukların görerek öğrenebilmeleri ve duygudaşlık kurabilmeleri için evcil hayvanların yetiştirildiği küçük bir çiftlik de bulunmalıydı.
Bu bahçelerde, kokulu çiçekli ağaçların (ıhlamur, yasemin, filbahri, mimoza, iğde vs), memleketin mühim ve nadir varlıklarından olan değerli ağaç ve bitkilerin bulunduğu bir bölüm olmalıydı. Çiçekli ağaçlar farklı zamanlarda açanlardan seçilmeliydi ki, biri solarken diğeri açarak parkın müdavimleri ve şehir halkını hiç yalnız bırakmamalıydılar. Güzelliğe hasret kaldığımızdan ve acelemiz olduğundan fidanların büyümesini bekleyemezdik, orta boy ağaçlar dikilmeliydi. Hele İstanbul gibi denize kıyısı olan şehirlerde, bahçeler de denize yakın yapılırsa “yel estikçe gelir yârin kokusu” tadında bir cennet yaşatabilirdi şehirlilere.
Son olarak kömürlü mangal yapılmasın demiştim. Belki de hiç mangal olmamalıydı. Koşu ve bisiklet yollarına, spor alanlarına hiç değinmeme gerek yoktu, onu zaten düşünürlerdi.
Şimdilerde açılan birkaç Millet Bahçesi’nin özelliğini okudum haberlerden, hiçbirinde istediğim şeyleri bulamadım. Aslında bahsettiğim hususların hepsi bir anda ve bir bahçede olmayabilir. İhtimaldir ki tarz ve kullanım amacı açısından olmaması daha uygun olabilir. Bilemiyorum.
Biz tavsiyedarlar; çoğumuz botanikçi, ziraat mühendisi, orman mühendisi, biyolog, peyzajcı, şehir planlamacısı vs değiliz. Başta da belirttiğim gibi bizler, ‘iyi niyetli, doğasever, şehrimiz nefes alsın, ferah olsun, dünyanın medeni şehirleri seviyesine çıksın, hatta onlardan daha güzel olsun’u isteyen insanlarız. Okuduğumuz, gördüğümüz ve bir miktar da dünyadan takip ettiğimiz kadarıyla fikrimizi söylüyoruz. Fakat isteklerimize cevaben; bunu böyle yapıyoruz çünkü şundan, şunu da şöyle yapamayız çünkü bundan, diye bir açıklama getirilmemesi üzücü…
Ancak yukarıda Millet Bahçeleri'nde olmasını beklediğim her noktanın aslında medeni şehirciliğin bir gerekliliği olarak şehir peyzajında görmeyi özlediğimiz alanlar olduğunu söylemeliyim. Bir kısmı Bahçelerin içinde bir kısmı da şehrin genelinde uygulanması mümkün ve mühim ihtiyaçlar bunlar.
Mesela meyve ağaçlarının, Millet Bahçelerinin dışında şehrin geneline dikilmesi bazı sıkıntılara sebep oluyorsa, daha çok, korunan park ve korularda ya da özel konutların (belediye, kaymakamlık, müze vs) bahçeleri bu ağaçlar için uygun alanlardır. Kokulu çiçekli ağaçlar ise başta da bahsettiğim gibi deniz kıyılarında ama özellikle semt parklarında olmalıdır. Tarım kültürünün devamlılığı ve çocukların eğitimi için düşündüğüm sebze bahçelerinin -ki onlara bostan da diyebiliriz- üstünde ilçe belediyelerinin kafa yorması gerekiyor. Evcil hayvan çiftlikleri ise Millet Bahçeleri gibi devasa büyüklükteki parklarda pek de güzel olabilir.
Bir yerlerden, “İstanbul’da (Büyükşehirlerde) betondan, sitelerden yer mi kaldı, ne bahçesinden, bostanından bahsediyorsunuz” seslerini duyar gibiyim. Ki sonuna kadar haklılar!
En son elimizde kalan Fatih Yedikule Bostanları'nın hikâyesi taş gibi önümüzde duruyor. Az kalsın Kentsel Dönüşüm'ün pençesine takılacaktı ki son anda Kentsel Tarım Parkı projesi adı altında bostanı kırpıp kırpıp rekreasyon alanına çevireceklerini duydum. Bizans’tan beri ziraat yapılan (Osmanlı’nın dokunmadığı hatta yöneticiler tarafından beslenerek büyütüldüğü) hemen yanı başımızdaki bu bahçeleri öpüp koklayacağımıza neden ortadan kaldırmaya çalıştığımızı anlayamıyorum ve yenilerini yapamıyorsak bile var olanı koruyalım bari demekten başka söz bulamıyorum.
Haluk Dursun’dan devam edeyim:
“Ağaç türlerinin seçimi ve dikimi padişahları yakından ilgilendirmiştir. İzmit, Karamürsel, Yalakdere pazarlarındaki görevlilerden çınar, dişbudak, karaağaç, çitlembik, meşe, defne, erguvan ve ahlat talep edilmiştir. Bu arada ahlat ağacına dikkat çekmek gerekirse, çiçek açtığı zaman çok güzel bir manzara arz eder. Otağtepe’den Dolaybağı yoluyla sahile inerken son birkaç yıla kadar bu ahlatlardan bazıları muhteşem görüntüleri ve mevsiminde açan çiçekleriyle gönülleri şad ederdi. Ayrıca I. Mahmut ve IV. Murat’ın hizmetleri arasında Çengelköy-Kandilli civarında servi dikimi de yer alır” diyor Dursun kitabında.
Üç kıtaya hükmeden Osmanlı Padişahı'nı İstanbul’a dikilecek ağaçla alakadar eden kudret, dikkat ve hissiyatı anlayamazsak medeniyetimizin farkına varamaz ve ufkumuz geliştiremeyiz diye düşünüyorum.
Başta da belirtmiştim; Haluk Dursun’un İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabını bu açıdan hassaten İstanbul’daki başkan adaylarının, ama aslında bir felsefe kazandırması için ülkemizdeki tüm belediye başkanlarının okumasını tavsiye ediyorum. Çünkü Dursun, kitabında; şehir, kültür ve insanla başlayıp, şehrin sanatından mimarisine, mutfağından dinine, kuşlarından musikisine kadar pek çok konuda lezzetli bir anlatım sunmuş.
Peri Han, 04.01.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.