"Bir rastlantı sonucu karşılaşmışlardı. İlk başta alay etmişler, sonra acımışlar, sonra büyüsüne kapılıp tuhaf bir hayranlık beslemişler sonra yeniden alaya başlamışlardı. Bir yandan alay edip rahatlıyorlar, bir yandan hayranlıklarını dile getirip rahatlıyorlar, bir yandan her hangi bir bağımlılıkları olmadıklarını ilan ederek rahatlıyorlar, bir yandan istemeden de olsa aşırı bir bağlılık, bir ünsiyet kurduklarından şikâyet ederek rahatlıyorlardı."
-II-
Biliyorum! Biliyorum! Biliyorum! Son ‘Biliyorum!’ olmadı. Evet, olmadı. Ama bilerek yapmadım. Henüz merdiven kontrolümü – kendime mekân kıldığım bu üst geçitte her zaman bu kontrolü yaparım- yapıyordum ve kendime hız vermek için ‘Biliyorum!’u yinelerken -tam üçüncü söyleyişimde- elinde telefon, saçları lacivert renge boyalı, pantolonunun sağ bacağı lime lime o genç kız önümden geçti. Utandım. Hoş o kız duymadı tam önümden geçerken söylediğim sözü. Biliyorum’u söylerken. Başka bir şey söylemiş değilim. Dolayısıyla aslında utanmam için her hangi bir neden, her hangi bir gerçekçi gerekçe yok. Hem o kızın benim son söylediğim ‘biliyorum!’u duymadığını şuradan biliyorum ki yürüyüşünün ahenginde –hızının ritmi de diyebilirdim- her hangi bir duraklama olmadı. Hani duymuş olsa şöyle göz açıp kapayıncaya kadar bir duraklama eyleminde bulunabilirdi. Demek ki duymadı. Zaten bütün dikkati elindeki telefondaydı. Kulaklıkları da vardı. Kulaklarında elbet! Duymadı.
Demek ki utanmam için bir neden yok. Hem zaten uzun zamandır –akıllı telefonlar çıktı çıkalı- kendi kendime yaptığım konuşmalardan ötürü kimsenin dikkatini çekmiyorum. Alaycı bakışlar, kaş göz etmeler –hani iki üç kişi falan denk gelmişse- kaybolup gitti. Akıllı telefonların bana çok faydası oluyor. Kimsenin umurunda değil kendi kendine konuşan birinin varlığı. Çünkü artık öyle bir varlığın varlığından haberdar olan kimse yok. Sözün özü ‘Şuna bak.. kendi kendine konuşuyor deli!’ yargısının nesnesi ölmüştür. Kendi kendime değil de başka biriyle konuşuyor olabilirim. Varsın elimde telefon, kulağımda kulaklık olmasın. Kablosuz bağlantı var. Rahat olmalıyım. Olamıyorum işte.
Ucûbeliğim –bak bu arada adımı da söylemiş oldum böylelikle- burada da işbaşında. Utanılacak bir şey yapmış değilim. Denk geldi hepsi bu. Hem o kızın benden çok kendisiyle ilgili sorunları olmalı. Bir insan saçını niçin laciverte boyatır ki? Bak şimdi! Ne yani hangi renge boyatacağını bana mı soracaktı? Meriç olsa bu darmadağınıklığımı yüzüme vururdu. Merdiven dedim, pantolonun sağ bacağı lime lime, saçları laciverte boyalı kız dedim.. şimdi defterden, merdivenin hemen dibine bıraktığım torbadaki defterden söz ettiğimde de –ki sanırım söz edeceğim, öyle gerekiyor, niçin gerektiği konusunda bir düşüncem yok, madem bir torbam vardır, madem o torbayı üst geçidin denize doğru solunda kalan merdiveninin üçüncü basamağının hemen oturacağım kısmın dibine bırakmışımdır öyle ise ondan söz etmem kadar doğal ne olabilir ki?- Meriç itiraz edecektir. İnce bir üslupla alaylı tümceler kuracaktır. Belki ben öyle sanıyorum. Adımı ağzımdan kaçırdığım yargısında bile bulunabilir. Oysa ağzımdan kaçırdığım yok. Bütün çevrem bana Ucûbe der.
Nüfus kağıdında başka bir adım olduğunu biliyorum ya.. çoktandır ona bir gereksinim duymuyorum. Nüfus kâğıdımı kaybetmiş olabilirim. Belki kaybetmemişimdir. Ama torbamda olmadığını kesinlikle biliyorum. Bazı şeyleri kesinlikle bilmem kısmen de olsa rahatlatıyor. Bu salt bana özgü bir özelik olmasa gerek. Sürekli bir tereddüt içinde olmak hiç de hoş olmasa gerek. Ya o ağzımdan çıkan üçüncü biliyorum’a denk gelen saçları laciverte boyalı kıza ne demeli? Hadi yırtık pantolon bir kenarda dursun –yine Meriç’e bir malzeme vereceğim sanırım- o çizmeler ne öyle? Sapsarı, dizlere kadar çıkan bol çizmeler. İtfaiye görevlilerinin giydiğine benzer. Yok. Hayır, daha çok mezbahadaki görevlilerin çizmeleri bolluğunda. Ben dünyada öyle bir çizme giyemem. Renginden söz etmiyorum. Bolluğundan. Ayaklarımdan fırlar gider. Bazen koşmak gerekiyor. İnsanın ayağına giydikleri ayağını iyice bir sarmalı ki ayağından fırlayıp gitmesin. Adım konusunu aydınlatmalıyım. Önceliğim bu olmalı! Bu mutlak bir zorunluluk gibime geliyor. Bu konuda mütereddit değilim. Daha çocukluğumdan beri hemen tüm çevrem gerçek adımı söylemek yerine Ucûbe diye seslenirlerdi. Çocukluğumu yanlarında geçirdiğim aile de öyle. Gerçek ailem değildi. Bunu biliyorum, daha yanlarında yaşarken biliyordum. Bunu hiç sorun etmedim. Etmem de. Allah için onlar da pek yüzüme vurmazlardı. En azından o kelimeyi –hayır dünyada söylemem o kelimeyi, kim ne denli ısrar ederse etsin söylemem- hiç duymadım onlardan. Hani hiç demeyelim de belki günde bir bilemedin haftada bir –hadi günde iki üç kere diyelim- söylemişlerdi. Söylüyorlardı. Yine de ulu orta söylemezlerdi. Sokağa taşmazdı. Sokak evde kısık sesle –arada bir yüksek sesle de olurdu- söylenen o sözcüğü bilmedi, duymadı. Ama Ucûbe öyle değil. Ucûbe’nin ‘olağan dışı, tuhaf’ anlamları olduğunu biliyordum.
Yani öğrenmiştim. Gerçek bir itkiyle araştırıp öğrenmiştim bunu. Ve öğrendiğim o bilgiyle kendimde ne gibi tuhaflıklar olduğunu anlamak için yaşadığım evdeki holün girişe göre sağındaki boy aynasında kendimi izler olmuştum. Hani dokuz parmaklı olsam –ki ne ellerimin parmakları ne ayaklarımın parmaklığında bir eksiklik yoktu- diyecektim işte tamam. Ya da ne bileyim on bir parmaklı olsam – ki ne ellerimin ne de ayaklarımın parmaklarında bir fazlalık yoktu- diyecektim ‘işte bu yüzden diyorlar!’ Gözlerimde de bir tuhaflık yoktu, yani şaşı değildim. Kulaklarım herkesinki gibi iki taneydi ve diğerlerininki gibi normaldi, yani ne tepesinden ne altından bir eksiklik yoktu, yapışık da değillerdi. Kel desen değildim. Belki, belki bir omzumun hafif düşük olması, ama o da o kadar belirgin değildi. Hatta belki omzumun düşüklüğü bana öyle gelen bir şeydi. Ayaklarım da çarpık değildi, kendim zaman zaman çarpık hale getirirdim ki, onların bana taktıkları bu adla bir yanılgıya düştükleri düşüncesine kapılmasınlar da üzülüp sinirlenmesinler. Üzülüp sinirlenince kabak benim başıma patlardı çünkü. Bedenimde bir tuhaflık bulamıyordum vesselam. Yoktu.
Yoktu. Belki de göremiyordum, büyük bir ihtimalle göremiyordum. Göremezdim. Belki başkalarının gözleriyle kendime bakamadığım için diğerlerinden farklı olan yanımı göremiyorum, derdim kendi kendime. Bazen herkes yattıktan, derin bir uykuya daldıktan sonra –kesilen öksürük sesleriyle anlardım uykuya daldığını ev halkının, bu ev halkının da kaç kişi olduğunu belki ilerleyen zamanlarda anlatırım, şuan içimden gelmiyor, belki hiç gelmez- aynanın karşısına geçip bakar dururdum. Uyuya kalmamak için kendimi çimdiklerdim. Daha o vakitler neler biliyormuşum böyle!!
Çimdiklemenin uykuya engel olacağını kaç kişi bilebilir ki o yaşta? Bugün bile bu çetrefilli bir bilgi gibi duruyor. Kendimde bir tuhaflık keşfedemesem de kâşiflerimin keşfine katılmazlık aklımın ucundan bile geçmez. Bir şeyler görmüş olmalılar. Yoksa ne diye babalığım pos bıyıklarını burarak ‘Ucûbe şunu yap.. Ucûbe onu niye oraya koydun? Ucûbe derdin ne senin?’ Ucûbe aşağı Ucûbe yukarı demezdi, diğerleri de demezlerdi. Oysa herkes birlikte yaşadığım ev halkı gibi Ucûbe derdi. Birine Ucûbe dediğinizde Ucûbeliğine ilişkin kanıtları Ucûbe dediğiniz kişiye vermeniz, hiç değilse ipuçlarını göstermeniz gerekmez miydi?
Bu soru son zamanlarda –belki on on beş yıl oluyor- aklıma geldi. Keşke daha o zamanlar bana bu adla seslenenlere sorsaydım. Kim bilir belki de bir yanıtları vardı ve bana o yanıtları verirlerdi. Niye akıl etmediysem. Bazen insan boş bulunuyor. Demek ki o vakitler boş bulunmuşum. Kızın bol sarı çizmeleri aklıma mıh gibi çakılıp kaldı. Madenci çizmelerine daha çok benziyor olmalı. Hani bu yargıda bulunabilmem için madenci çizmelerini görmüş olmam gerekir, elbet öyledir ama hiç görmediğim halde mezbahada kesim alanında çalışanların giydikleri çizmeye benzetmede bir sakınca görmezken madenci çizmelerine benzediğine ilişkin bir yargıda daha önce öyle bir çizmeyi görmeyişimi niçin gerekçe gördüğümü nasıl açıklarım bilmiyorum. İyi ki iyi saatte olsunların sevk-i tabisiyle kızın peşinden koşup gitmedim.
Evet, bir an böyle bir düşünceye kapıldım. Gidip kendisinden özür dileyecektim. Bir art niyetim olmadığını, kendisini görmediğimi, kendisinin oradan geçmesine ilişkin bir öndeyiden yoksun oluşumun kökeninde kendisinin daha önce buradan hiç geçmediği bilgisinin olduğunu, durum böyle olunca da kendimi hızlandırmak için – o esnada biraz tembellik yapıyordum, henüz ikinci kez merdivenin altına bakmayı bitirmiştim, oysa çoktan üst geçidin her iki tarafındaki merdivenin kontrolü bitmeli yerime oturmalıydım- kendi kendime tembelliğime gerekçe uydurmuş, bu gerekçeyi geçersiz kılmak için de ‘Biliyorum.. biliyorum.. biliyorum!’ dedim, yani Size yönelik, size, giysilerinize, elinizdeki telefona, sol omzunuza asılı çantaya –hemen söyleyeyim ki bu çanta da tıpkı çizmeleriniz gibi hali hazırdaki size hiç uygun değil- yönelik bir ima değil. Sadece bir rastlantı. Rastlantı sözcüğünün bütün anlamlarına sahip olarak rastlantı diyorum, yani öylesine, ağzıma gelir gelmez ya da dilime düşer düşmez zikretmiş değilim, böyle dediğim için lütfen beni boşboğazlık için suçlamayın. Ben böyle diyecektim lacivert saçlı kız tuhaf tuhaf yüzüme bakacaktı. Tıpkı akıllı telefonların icadından önce kendi kendimle konuşurken tanık olanların bakışları gibi.
Belki de tuhaf karşılamayacak elini şöyle bir sallayarak ‘Boş ver adamım, çoktan unuttum!’ diyecekti. Biliyorum ‘adamım’ sözcüğü burada hoş olmadı. Bir takım yanlış anlamalara neden olabilecek türde bir sözcük bu ‘adamım!’ sözcüğü. Hani bir keresinde kendime ince bir ağaç dalı ararken karşılaştığım kızlı erkekli grubun içinden en cesurları beni tepeden tırnağa sözmüş sonra da;
- İşte çiçeği burnunda bir home less, tümcesinin yol açtığı yanlış anlamalar gibi. Anlamsız ve yanlış bir yargıydı. Gerçi ne anlama geldiğini bilmesem de az biraz iyi bir şey olmadığını sezmiştim ve elimden geldiğince kibar bir ses tonuyla;
- Yanılıyorsunuz genç dostum, ben homo değilim, demiştim. Gülmüşlerdi. Hep beraber, katıla katıla gülmüşlerdi. İster istemez ben de katılmıştım gülüşlerine. Sonradan anladım anlamasına ya ‘home less’ diye içlerindeki en cesurun ‘lets go!’ demesinden benim anladığımın yanlış olduğunu anlamalıydım. Şimdi lacivert saçlı kızın ‘adamım!’ demesi de böyle yanlış anlamalara yol açacağı yargısına buradan varıyorum. Adamım sözcüğü bana başka başka şeyler çağrıştırıyor. Öylesi şeyleri mi umuyorum? Yok canım! Lafın gelişi. Bir şey çağrıştırdığı yok. Hem gidip kızdan özür falan dilemedim.
Peşi sıra koşsam olmazdı. Gidip özür dileme düşüncesi içimde belirdiğinde sarı çizmeli kız –saçları lacivert rengindeki kız, bu açıklama zorunlu gibi geldi, olur a! ‘Sarı çizmeli kız da nereden çıktı?’ diyen olabilir. Hiç kimse demese Meriç kesin sorardı. Oysa saçları lacivert kızın giydiği çizmeler sarıydı. Renkler konusunda yanılmam. Sarı diyorsam sarıdır. Ve o kızın da çizmeleri sarıydı. Hem henüz ondan başka kimse de yokuş yukarı –yol trafik ışıklarına doğru biraz yükselir, hafif yukarı doğru, meyilli bir yol- trafik ışıklarına doğur geçip gitmedi ki bir yanlışlık olsun.- çoktan ışıklara varmış, kendisine yeşil yanmasını bekliyordu. Buradan bakınca –her zaman oturduğum bu basamaktan bakınca rahatlıkla görmüşümdür trafik ışıklarını- görülüyor. Çok uzak değilse yakın da değil. Benim şuan durduğum, torbamı oturacağım kenarın dibine bıraktığım basamaktan trafik ışıklarına bin üç yüz elli adım. Bunu kesin olarak biliyorum. Kaç kez saydım! Hem de kendime ceza olarak verip kaç kez saydım. Arada bir bu üst geçitle öteki üst geçitler arasına ilişkin adım hesabında yanılsam da ışıklara kadar olan mesafede yanılmamın olanağı yok. Belki ağaçlar yanıltabilir.
Evet, caddenin kaldırımı ağaçlıklı. Söğüt ağaçlarıyla, söğüt ağaçları arasına karışmış birkaç tane de –sanırım çeşit olsundan ziyade yanlışlıkla, karıştırılmış- okaliptüs var. Ağaçların arka tarafı mezbele bir yer. Keşke diyorum –şuan diyorum bunu- ikinci merdiven kontrolünden dönüşümü ağırdan alsaydım o lacivert saçlı kızı fark eder böylece tam önümden geçerken üçüncü biliyorum’u söylemezdim. Söylesem bile içimden söylerdim. Bakın Ucûbelik böyle bir şey işte. Sağlıklı kararlar vermede gecikiyor, Ucûbe hep geç kalır. Bunu hep yaşadım. Belki sefil bir çocukluk yaşamamdan kaynaklanıyordur. Belki diyorum. Yo yo! Nelli gibi –Meriç şimdi çılgına dönerdi bu sözü duyunca, yahu çıldıracak ne var Nelli işte. Ezilenler’i okuyan herkes bilir- yahut Remi –iyi de canım siz de azıcık sağa sola bakının, Remi ‘Kimsesiz Çocuk’un bahtsız kahramanı- gibi bir çocukluk geçirmedim ve o ikisiyle de kendimi özdeşleştiriyor değilim, ne şuan, ne şuandan önceki her hangi bir zaman diliminde kendimi o iki bahtsız kahramanlar özdeşleştirmiş değilim, öyle aptalca, öyle sefilce bir düşünceye, duyguya kapılmadım. En azından o ikisine kimse Ucûbe demedi. Demiyor.
Yine de itiraf edeyim ki onların acıklı öyküleri bana gizliden gizliye onlara Ucûbe dedirtmedi değil. Bu dediğim çok uzun yıllar önceydi. Şimdi mi? Bilmiyorum. Ucûbe oluş çok zordur. Dışlanırsınız. İnsanlar sizden ürker. Ucûbelik kendilerine bulaşmasın diye kaçarlar. Bulaşacak ne varsa! Bir bahtsızlık, bir mide bulandırıcı durum.. artık her ne ise. İnsanlar tuhaf olandan ürkerler, bunu biliyorum. Hep bir tedirginlik duyarlar. Ben bile kendimden zaman zaman ürkerim. Tedirginlikle dolar taşarım. Sürekli bir Ucûbeyle birlikte olmak! İnsan ürküyor ister istemez. Saçları lacivertli kızın da hamurunda vardı Ucûbelik. Bunu sezmiş olmalıyım. Yoksa bu kadar etkilemezdi. Sahi etkilendim mi? Kendime attığım bir tür kazık da olabilir bu sezinleme düşüncesi. Ki zaman zaman kendimle eğlenmek için yaparım bunu. Bir tür kendini şımartma. Yok ötekinden değil. ‘Adamım’ gibi ‘kendini şımartma’ da yanlış anlamalara yol açacak deyişlerden. Uzak durmalı böyle alengirli sözcüklerden, sözlerden.
Çizmeleri sarı saçları lacivertli kızın hamurunda Ucûbelik oluşu yargısı üzerinde durmalı biraz. Bunun nedenleri üzerinde derin analizler yapmak gerek gibime geliyor. Genç kız tarafımdan bir iftiraya niçin kurban gitsin? Demek ki analiz kaçınılmaz. Ve fakat isteğim yok. Belki ilerde böyle bir istek duyar o analizi yaparım. Buradan da böyle bir analiz yapmayacağım anlaşılmış oluyor. Çünkü ben ne zaman ilerde diye bir tümce kurar yahut öyle bir tümceyi dillendirirsem ondan bir daha hayır gelmez. Unutulmaya terk edeceğimin bir imidir ‘ilerde’ dediğimde. Kız -Ucûbelik bir tarafa- ki yürüyüşünden belliydi bu, herkes tarafından aranan biri olduğunu haykırıyordu. Saçlarının, çizmelerinin rengi dahi bu haykırışta kendine bir yer bulmuştu, herkes tarafından aranan biri Ucûbelikten millerce uzakadır. Böyle olsun istemezdim. Böyle olmamalıydı. Yani üçüncü ‘biliyorum’ sözcüğü onun geçiş anına denk gelmemeliydi. Bu bende epey bir yer edecek. Bunu bütün bedenimle seziyorum. Uykularımı kaçıracak. Sızlanmalarıma yenisi eklenmiş olacak. Biraz daha itina etmem gerektiğini her zaman söylememe karşın öylesine dikkatsiz oluyorum ki.. düşman başına. Tanrı tanığımdır ki her zaman bunu istiyor ve fakat istemekte kalıyorum. Bu da kuşkusuz Ucûbeliğin doğal bir sonucu.
Biliyorum boşuna Ucûbe diye seslenip durmadı, durmuyor insanlar. Durmayacaklar da. İstemek yetmiyor. Eyleme dökmek gerekiyor. Eylemse benden her zaman kaçmıştır. Eylem doğama aykırı. İşte Ucûbeliğimin kökeninde olan bu. Bunu bugün, şimdi, şuan bilmiş değilim. Ya da bunu bugün, şimdi, şuan fark etmiş değilim. Pos bıyıklı üvey babam bıyıklarını burarak,
- Ulan hayvan, o bakracı –sözü edilen bakraç süt bakracıdır- en üst rafa koyacaksın dedim kaç kere! Derdi. Kaç kere söyledim ama sen kolayına geleni yapıyor hemen kilerin girişine bırakıyorsun.
Doğru söylüyordu adam. Öyle yapardım. Üşenirdim. Ha rafta durmuş ha girişte. Raftansa girişte durması daha mantıklı gelirdi. Çünkü her sabah bakraçla süt almaya Deli Abalara ben giderdim. Yaz kış demeden. Gün aydın karanlık demeden sabahın erken saatinde bakracı götürür teslim ederdim. Ve akşam olmadan da gider süt dolu bakracı alır gelirdim. Bir zamanlar ne zordu. Taşıyamazdım. Boyum kadar bakraç. Hoş başkaları onun süt güğümü olduğunu söylese de üvey babam bakraç olduğunda diretirdi. Küçücük bakracı taşıyamayacak ne vardı? Güğüm değil de bakraç dendiğinde benim o yükü kaldırmam kolaylaşmış oluyordu. Yoksa küçücük çocuğa kocaman güğümü ne diye yüklesinler!
Bütün bunlar peşimi bırakmayan iyi saatte olsunların işi olmalı. İyi bari. İyi bir işim, iyi bir yerim, iyi bir geçmişim, iyi bir geleceğim, iyi bir eşim, iyi bir yürüyüşüm, iyi bir duruşum, iyi bir bakışım, iyi bir şansım, iyi bir şecerem, iyi bir şemailim, iyi bir şivem, iyi bir şöhretim, iyi bir itibarım, iyi bir icram, iyi bir iç yüzüm, iyi bir idarem, iyi bir ifadem, iyi bir ihsanım, iyi bir ihtarım, iyi bir ikazım, iyi bir ihtisasım, iyi bir ihvanım, iyi bir ikbalim, iyi bir iletimin olmayışı hep bu iyi saatte olsunların işi, deyip bir kenara çekilmek kolaycılık olacak ya.. varsın olsun!
Bu yaştan sonra –bu saatten sonra da denebilir- işin zoruna koşmak için aklımdan zorum olmalı. Dert ettiğim şeye bak! Canım o kız da biraz usturuplu yürüseydi. Önüne baksaydı. Nerede yürüdüğünün ayrımında olsaydı. O ne rahatlık öyle. Sanki kendi evindeymiş, kendi odasında, kendi yatağında.. ne bileyim.. insan bu rahatlığı –insan demeyeyim de en azından ben diyeyim- kendi evinde bile sergileyemez. Meğerki yalnız ola. İnsan yalnızken de –yine insan demeyeyim, en azından ben diye sınırlayayım- usturuplu olmak zorunda hisseder kendini. Yani tuvalette bile. Umumi tuvaletlerden söz etmiyorum canım! Kendi evinin helasında bile insan elinden geldiğince usturuplu davranır. Kasten yüzüne karşı söylemiş değilim o üçüncü kez yineleyişi.
Hayır! Keyfim kaçtı. Oysa ne keyifliydim. Evden çıkınca üşenmeden üst geçidin ilk merdivenine kadar adımlarımı saydım. Tam iki yüz seksen üç adım. Her defasında üşenirdim. Ya daha elli demeden bırakırdım saymayı ya da merdivene birkaç adım kala. Kafam dinç, keyfim yerinde, bir yandan evle üst geçidin arasının kaç adım olduğunu öğrenmek için adımlarımı sayıyor, bir yandan da ıslıkla ‘baktıkça ağlarım istikbalime’ adlı şarkıyı terennüm ediyorum. Ah onlar ne keyifli anlardı.
Öyle keyiflenmişim ki yıllardır duymadığım kuş seslerini bile duyar olmuşum. Gelip geçen otomobillere pirim vermemişim. Sonra ilk merdivenin kontrolünü yapmayı savsaklamış ikinci merdivenle arasının kaç adım olduğunu sayma hevesine boyun eğmişim. Lanet olası o merdivenle benim merdivenin arası elli dokuz adım olması gerekirdi ve fakat.. yahut heyhat.. seksen beş adım çıktı. Bir iki adım yanılmış olsam bu kadar acıtmazdı canımı. Yine de keyfim kaçmamıştı. Hayır, o kadar cılız, mendebur bir şey değildi duyduğum keyif. Kaçmamıştı. Ve fakat işte buraya kadarmış. Tası tarağı toplayıp eve gitmek, karanlık odaya kapanıp uyur gibi yapmak. Konu komşunun hayvanlarının seslerini duymamak için kulaklara tıkaç tıkmak! Ama olmaz ki! Bu düpedüz bir görev ihmali olur! Saçmaladığımı söyleyen çıkabilir.
Ne görevi? Diyen olabilir. Hatta Meriç kahkahalara boğulabilir. Kendi kendimi görevlendirmiş olmamda ne gibi bir tuhaflık varsa? İlle resmi bir kurum tarafından mı görevlendirilir kişi? Ya da görevlendirmelidir? Ya da midemizin emriyle mi bir iş tutmamız gerekir? Anlamsız bir karşı çıkış olur bu karşı çıkış. Keyfim kaçtı ve ben kendime verdiğim günlük görevi yapamayacak bir kertedeyim. İşimi yapamayacağıma ilişkin oldukça ciddi, göz önüne alınacak, görmezden gelinmeyecek kadar ciddi bir durum söz konusu. Bu gibi durumlarda midesinin zorlamasıyla özel ya da tüzel işyerlerinde çalışanların yaptıkları gibi rapor konusunu düşünmedim değil. Ciddi ciddi düşündüm bunu. Gidip rapor mu alsam? Hani belki kendimi rahatlatırım! Moralim bozuldu! Keyfim kaçtı bugün işe gelemeyeceğim. Gelsem de işin inceliklerine gösterilmesi gereken itinayı gösteremeyeceğim. Öyle ise bugün kendimi eve hapsetmem için bana bir rapor verir misiniz? Diye kapısını çalsam bir aile hekiminin. Halime güler elbet. Hani ben bile gülerim.
Yine de bu gülüş yersizdir. Yersizdir çünkü iş yapamazlık için gereken gerekçenin tescili kişinin kendisini de rahatlatmaz mı? Yani ille resmi ya da tüzel kişiliğe sahip birine mi işe gelmezlik için gerekçenin tescili gerekir? Böyle bir kural mı var? Hem olsa bile anlamsız bir kural. Belki de anlamlıdır. Tescilli gerekçe kişinin kendisini rahat hissetmesini sağlamak için değil çalışılan yerin kendisini rahat hissetmesi için olmalı. Eve gidemem! İyisi mi trafik ışıklarına yakın olan basamağa –her zamanki basamağa yani üçüncüye değil de birinciye- gitmek. Orada bir süre dinlenir, kaçan keyfimi geri döndürür üçüncü basamağa avdet ederim. Böylece günümü piç etmenin –afedersiniz ağzımdan kaçtı, bile isteye söylemiş değilim, hiç hazzetmem bu sözcüğü ve fakat bir kere söylendikten sonra da üstünü örtemiyor insan- de önünü kesmiş olurum. Islıkla terennüm ettiğim şarkının devamını getiririm. Eğer unutmamışsam rahatlıkla yaparım bunu. Ama unutmuşsam ister istemez söylediğim kadarıyla yetinirim.
O sarı çizmeli kız sabahın köründe bu caddeden niye geçer? Niye ben gelmeden önce geçip gitmemiştir ya da? Ya da niye ikinci merdivenden dönerken, henüz benim sabahları yerleştiğim merdivene varmadan önce geçip gitmemiştir? Eğer bir art niyet aranacaksa ya onda –kızda- aranmalı ya da tesadüf dediğimiz dangalakta aranmalı. Cambul Cumbul bir gün işte. Anlamını bilmesem de –cambul cumbul ne anlama gelir en ufacık bir bilgim yok, hemen üst katımda oturan kırklı yaşlarındaki şirret mi şirret kızıl saçlı dul kadın bu sözü köpeğine söylediğinde duymuştum- buraya denk düşüyor gibi bir sezgi var. Sezgilerime güvenirim. O yüzden de sözünü ettiğim kızıl saçlı şirret dulu balkonda gördüğümde hemen terk ederim balkonu. Ondan ürktüğümü itiraf ediyorum.
Ürküyorum. Müfteri biri. Biliyorum. Bu bilişimi böyle ulu orta dile getirişim tüm detayları gözler önüne süreceğim anlamına gelmez. Mahremiyete saygım vardır. Mahremiyete saygısı olmayandan uzak durmalı insan. O kızıl saçlı şirret dul hakkında bütün söyleyeceğim bu kadar. Anlatışımda bir örtüklük, bir müphemlik, bir muğlaklık, bir kaypaklık, bir korkaklık, bir patavatsızlık görülür ya da sezildiği savlanırsa buna katılmadığımı, katılmayacağımı, anlatışımda bir mepsuten mütenasip halin apaçık olduğunu rahatlıkla dillendirebilirim. Dillendiriyorum da. Bu doğru orantının görülmeyişi dikkatsizliğin bir doğal sonucudur. Dikkatsizliğin doğal sonucu beklenenin beklenildiği gibi bir sonuç vermemesidir. Bu hale kızmak –beklenenin elde edilmeyişi- düpedüz ahmaklıktır ve ben de bir ahmak değilim. Pos bıyıklarını burarak düşürmediğim –kimin düşürdüğünü Tanrı bilir- süt güğümünü düşürdüğüm yargısıyla beni evin ardiyesine kilitleyen üvey babam bunu kaç kez yaşamıştır.
Ardiyenin kapısını her üzerime kilitlediğinde beni kendisi çıkaracak sanırken benim oradan kolayca çıkacağıma ilişkin bir öndeyisinin olmaması benim suçum değil. Bu durumda aptal yargısını kolaylıkla verebilirim. Çünkü dikkatsizliğin doğal sonucu. Ve fakat buna karşın pos bıyıklarını burmaktan büyük haz alan üvey babam bunu ıskalar sonra da kızıp köpürürdü. Öfkesini benden alamadığını anlayınca da ev halkına saldırırdı. Sözlü ya da fiili fark etmez. Kendisi rahatlasın da nasıl rahatlarsa rahatlasın. İyi ama beklentini yüksek tutan sendin bayım! Böyle desem – o yaşlarda o sözcüğün böyle kullanılmasını bilmiyordum, yani bayım, diyerek de birine alçak olduğunun söylenebileceğini- ne hoş olurdu. Demezdim. Susardım. Kaşlarımı çatıp, yüzümü ekşitsem de için için gülerdim. Bunu sezmediğini biliyordum.
Eve gitmek işime gelmiyor. Trafik ışıklarına yakın üst geçide gitmek de işime gelmiyor. Burada kendimi ikna zorunluluğunun doğduğu açık. Ne yapmalı? Güzergâhlar konusunda ivedi bir yargıya varmalı ve o yargı doğrultusunda eyleme geçmeliyim. Güzergâhların evrilebilirliğinin olanaklarına ilişkin kimi ipuçlarının belirlenmesine yönelik belirtik savlar ileri sürmek kolay gibime geliyor. Ya da sağın olmayan pekinliğin sıradanlığına ilişkin kimi belgitler. Ev desem aklıma komşuların gürültücü evcil hayvanları geliyor. Öyle ise kolayca diyebilir miyim, evcil olmayan canlılar üzerinden söylenilenlerin anlamı bir kompleksin dışa vurumundan öte değildir? Ya da rüzgârın yönü bitki örtüsünün eğiminden çıkarsanabilse de aldatıcılığı hepten yoksanamaz. Ya da diyelim ki taşın hoyratlığı katılığından kaynaklanıyor olsun yumuşatıldığında hoyratlığından kurtulmuşluğunu dile getirmek aceleciliktir, diye bir yargıda bulunulabilir mi? Ya da var olanın öncesiz ya da sonrasızlığı yapay bir problemdir mi demeliyim? Duygu durumunda bir bozukluk, bir aldanmışlık, bir aldanış var gibime geliyor. Öyle ki yaşadıklarım sözcüklerin imlediğinden öte bir gerçeklikten uzaktır, dediğimde kaçtığını varsaydığım keyfin niteliği hakkında ne söylemiş oluyorum?
Bir şey demiş olmuyorum gibime geliyor. Belki beklenmedik bir anda beliren bir yorgunluğun neden olduğu şeylerdir. Bilinmelidir ki yorgunluğun belirtilerinden en başat olanı esnemek değil - ki esnemek yorgunluktan ziyade uyku gereksinimini imleyendir.- gözlerdeki parıltının yoksunluğu ya da bakışların belli bir noktaya dikilmesidir. Kuşkusuz biz biliyoruz ki yorgunluk hem dikkat dağıtıcı bir keyfiyete sahiptir hem de kişiye ya da kişilere tuhaf bir boş vermişlik kazandırmaktadır. Yorgunluğun kaynağından ziyade belirtilerinden söz etmenin tuhaf kaçtığı savlansa da mezkûr mevzunun çok geniş kapsamlı oluşundan hareketle kaynak konusunu gündeme getirmemek daha sağın görünmekte. Zira yorgunluğun kaynağı belki sayılamayacak kadar çoktur. Belki sayılabilirliğinin muhal oluşundan bile söz edilebilir. Muhal oluşta içkin olan bu durumu daha bir derinleştirmek bize bir şey kazandırmayacaktır. En isabetlisi, kaynaktan ziyade belirtilerden söz etmenin efdaliyeti işte bu muhal oluştan kaynaklanmaktadır. Buna yapılacak her hangi bir itirazın daha başından bir maluliyeti olduğunu söylememiz olası itirazların önünü kesmese de boşa kürek çekenin kendine ve kendi olmayanlara bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, kazandıramayacağını işaret etmekle yetinmek de bizim şanımızdandır. Hal böyle olunca artık durulmanın zorunluluğu fehmedilmiş olsa gerek. Eğer ki durulmanın zorunluluğu fehmedilmemiş ise elbet yapılanın –boşa kürek çekmede olduğu gibi- beyhudeliğinin de bir anlamı olmadığının –hatta yapılanın beyhude olmadığının zannedilmesi- anlaşılması muhal olacaktır. Bunca muhal karşısında hazırlıksız olan kişinin nevrinin dönmesinde bir tuhaflık olmayacaktır. Ve fakat ussal açıdan muhal oluşun alışkanlıklar karşısında meflûç olduğunu belirtmek gerekiyor. Öyle ki fail fiiliyle münfaili yönlendirdiğini zannetse de münfailin o yetenekte olması bir zorunluluk gibi görünür. Hiç de öyle olmaklığı zorunluğu değildir. Diyelim ki failimiz bir ağaç diksin. Dikme fiilinin nihayetinde serpilip gelişen ağaçtan –eğer ki münfailde bil kuvve olan şeyin ne olduğunu bilmiyorsa, yani diktiği ağacın portakal mı, limon mu, armut mu elma mı, vişne mi, kaysı mı, şeftali mi, dut mu, kiraz mı, ceviz mi olduğunu bilmiyor olsa- fiiline dayanarak münfailden (ağaçtan) ussal olarak meyvesini beklemek yerindeyken ille de ya elma ya portakal ya armut ya limon, ya kaysı, ya vişne, ya kiraz, ya ceviz, ya dut demesi bu meflûç olmaya kati bir burhan olmaz mı? Gerçi bu burhanın katiliği bana da kuşkulu gelmektedir.
Bu burhanda bir şeyler eksik. Hani yemekte umulan bir baharatın –örneğin tuz gibi- olmayışı yiyenin damak zevkini dumura uğratır ya işte burada da böyle bir zihinsel dumura uğrayışı sezinliyor ve fakat eksik olanın ne olduğunu apaçık olarak sezemiyorum. Sezgilerim de zayıfmış demek ki. Burada sezgilerimin zayıflığı kendini apaçık gösteriyor. Tek eş ayakkabı giymiş olmam da bunu söyletirdi ama gerekçem vardı. Hem kavi bir gerekçe. Unuttum. Kavi olmadığı da ortaya çıktı hem. Zira sezgilerim zayıfmış. Unutmamış olsam da –tek eş ayakkabı giymeme ilişkin gerekçe- bir anlamı yok artık. Sezgilerimde olduğu gibi güzergâhlar konusunu da çözemediğimin ayrımındayım. Ve yine ayrımındayım ki güzergâhlar çözümsüz bir problemdir. Bunda yanımda yeterli sigaramın olmayışının bir payı olduğunu bilmem kısmen rahatlatıyor beni. İçinden çıkamadığım, çıkmayı da ummadığım bu uslamlamayla haşir neşir olurken,
İvan İliç ölmemeliydi öyle değil mi Bey Amca?, sözüyle irkildim. Dalgınlığımın kurbanı olmuşum yine. Ama güzergâhlar sorununu çözmüş olsaydım belki böyle bir dalgınlığın içine düşmezdim.
Bey Amca ne bilsin, dedi yanındaki, her hangi bir yanıt vermeme fırsat vermeden.
Neden bilmesin? Dedi soruyu soran genç.
Sahi neden bilmeyeyim? Diye atıldım konuşmaya.
Tolstoy’u tanıyor musun? Dedi soruyu soran genç. Göz kırparak arkadaşına. İki genç birbirinin aynı giysileri içinde, saçlarına, duruşlarına, bakışlarına varıncaya kadar aynı olan biri ötekinin yansıması gibi olan iki genç nereden, ne zaman çıktıklarını bilmediğim bu iki genç oturduğum merdiven basamağına selamsız sabahsız oturmuşlar ve beni sorguya çekmeye başlamışlardı. Belki de öylesine bir iki laf atmaydı da ben sorgulama gibi alıyordum. Aldım.
İvan İliç, dedi yeniden soruyu soran genç.
Tanımam, dedim.
Öldü. Birden bire ölüyor, dedi soruyu soran genç.
Birden bire değil, dedi bilmediğimi söyleyen genç, merdivenden düşmüştü ya?
Ama merdivenden düşeli çok zaman geçti, düştüğünde ölseydi hadi anlardık, dedi bana soru soran genç.
İz etmiştir, dedim.
Bak, dedi bilemeyeceğim yanıtını veren genç, Bey Amca ne güzel açıkladı.
Bey Amca, dedi, İvan İliç ölmemeliydi değil mi?, diye soran genç, bilmediğin bir konuda nasıl yargı verirsin. Okuduysan o başka.
Okumadım, İvan İliç’i de bilmem, dedim yeniden.
Demiştim, dedi bilmeyeceğimi söyleyen genç.
Demiştin, dedi soruyu soran genç, işte bizim problemimiz de bu. Bilmeyen bilmediğiyle kalsa neyse.. bilmediği konu hakkında ne kolay yargıda bulunuyor her birimiz.
Cemal Çalık, 10.05.2019, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.