"Bitti mi? Ne gezer! Her kitap halen ‘Sen kim okumak kim?’ der durur."
Mektepli bir tek kişi tanımadım. Hemen hepsi çalıştıkları işte alaylıydı. Bir iş erbabının yanında işi öğrenenler. Defter tutan muhasebeciler bile neredeyse böyle. Kitabı bilmiyordum. Neredeyse hemen herkesin başından geçen şey benim de başımdan geçti. İlkokula gitmeden önce elifba ile tanıştım. Altı yaşlarında. Yaşıtlarım gibi. Harfler. Harfin ne olduğunu bilmeden. Harf seslerin sembolüydü. İşaretiydi. O yaşta söylense anlamaz mıydık? Kuşkusuz anlardık. Bunu söylemezliğin altında ne vardı? Bilmiyorum. Arap harflerini öğreniyorduk. Bir yıl sonra Latin harflerini öğrenmeye başladık. İlkokul.
Serencam'a buradan başlıyorum. Mahalle camiindeki eğitim –uzun yıllar sürecek, yazları mahalle camiinde hafızlık. Kur’an ezberleme, Yasin suresini, Ammeyi, Tebarekeyi ezberledim, Bakara suresinin de bir kısmını- mahalle medresesinin serencamı bir başka yazının konusu olarak dursun bir kenarda. Resmi okul. Latin harflerini öğreniyorduk ve fakat harfin ne olduğunu ortaokul –belki lise- sıralarına kadar bilmedik. Belki merak edip öğrenenler olmuştur. Ben hiç merak etmedim. Çizgiler bir araya geliyordu ya A diyordum, ya B, ya Haş, yarım ay C oluyordu. Daire O. Derken fişler. Heceleme evresi. Ve okumaya çıktık.
Niye okuyorduk? Niye okumalıydık? Buna bir cevap yoktu. Yoktu, bu soruları hiç kimseye sorduğumu hatırlamıyorum. Bir heves işidir soru sormak. Benimse öyle heveslerim yoktu. Merak işi olmalıydı okumak. Benim merakım da yoktu. Kuşlara, köpeklere, atlara, nalbantlara, faytonculara, tornaya, hızara, planyaya olan merakım hepsinden öndeydi.
Kalemden önce çekiç tutmuştu elim. Bir hevesin sonucuydu. Atölyemiz vardı. Dört beş işçinin çalıştığı ve babam ve iki amcam. Bir hevesle giderdim atölyeye. Kovarlardı atölyeden. Babam ellerini gösterir ‘Gidin de okuyun!’ derdi, bana, kardeşlerime, kuzenlerime. Nasırlıydı elleri, babamın, amcalarımın, yanlarında çalışan işçilerin. Kesikler vardı ellerde. Kaynak kıvılcımlarından miras yanıklar. O elleri görüp atölyeden geri durmam isteniyordu. Oysa ben o ellere imreniyordum. Okumak hiç cazip değildi.
Evde –çevrede- kitap namına bir şey yoktu. Mektebe gidenler bir zorunluluktan gidiyorlardı. Heves yoktu. Bunu gözlemlemek zor değildi. Kimsede –çevrem, ailem, konu komşu- kitaba okumaya bir heves yoktu. A.. resimli kitaplar. Teksas, Tommiks, Zagori Tarkan.. bunlar vardı. Okunuyor muydu? Resimler. Okumaktan çok görselliğin cazibesi. Sinemanın kitaplı hali. Bak sinemaya hevesim vardı. Dolayısıyla resimli kitaplara da hevesim vardı. Gel gör ki yaşıtlarım gibi ben de korka korka eve sokardım o kitapları. Yasaktı. Niye bilmiyorum. Dayak yediğim olmuştur. Okurken -gizli gizli, tavan arasında- yakalandığımda ‘Eşkıyalığa mı hevesleniyorsun?’ denilerek kulağım az çekilmemiştir.
Daha ilkokula başlamadan resimli romanlarla tanışıklığı, resimli romanlara hevesi okuma hevesine bağlamak anlamsız olur. Dediğim gibi sinema hevesi. Görsellik hevesiydi baskın olan. Hem daha okuma bilmiyordum. Hızlı çekilen bir silahla birkaç kişiyi haklayan Tommiks. Dört beş kişiyi tek başına yere seren bir kahraman.
İlkokul birinci sınıfın ikinci yarısı olmalı. Sınıftaki herkes birer okuma kitabı alacaktı. Ödevdi. Zorunluydu yani. Nasıl bir kitap? Kimse bir şey dememişti. Bir rehberim yoktu. Benden üç sınıf üstte abim vardı. Ondan da yardım istememiştim. İki kitap aldım. Issız Ada'da 28 Yıl Robinson Crusoe (100 küsur sayfa olmalı) ve Battal Gazi. Issız Ada’da 28 yıl.. çeviri bir kitap. Bilmiyorum çeviri nedir, çeviren kimdir? Kitabın kapağı çekmişti. Tıpkı Ziya Şakir’in Battal Gazisi gibi. Battal Gazi Akıncı. At vardı. Görsellik vardı, içinde olmasa da kapaktaki görsellik aldırmıştı. O da (Battal Gazi Akıncı) yüz küsur sayfa olmalı. Götürdüm okula.
Sınıfta herkesin elinde, sıraların üzerinde birer kitap. Bir tuhaflık var. Göz ucuyla bakıyorum sınıftakilerin kitaplarına. İncecik şeyler. Üstüne üstlük ya gülen bir ördek, ya ağaçtan bir çocuk ya bir leylek resmi süslüyor kapaklarını kitapların. Hiç biri benim kitaplarımdan heybetli değil. Ne hacim ne kapak olarak. Öğretmenin masasına gidiliyor. Kitap gösteriliyor. Birkaç satır, birkaç paragraf okunuyor. Ben de kalktım sıramdan. Issız Ada’yla gidiyordum. Vazgeçtim. Akıncıyı alıp gittim.
Öğretmen kitabı aldı. Şöyle bir baktı. Bir bana bir kitaba tekrar tekrar baktı. Gurur içindeyim. Kendini beğenmiş bir eda ile bakıyorum öğretmene. Hiç ummadığım şey oldu. Aklımın ucundan geçmeyen. Benden öncekilere yapılmamış bir şey. Öğretmen kitabı oturduğum sıralara doğru var gücüyle fırlatıp ‘Sen kim okumak kim?’ diye haykırdı. Kulağıma yapıştı. ‘Geç yerine otur seni haylaz!’ dedi. Süklüm püklüm sırama doğru yürüdüm. Kitap dağılmıştı. Topladım. Ağlamaklıydım. Normalde ağlanırdı. Ağlamadım. Sanki ağlarsam o aşağılama gerçekleşecekti. Kitabı dağınık halde çantama bastım.
Sınıftakiler ellerindeki kitapları bitirmişler miydi? Bilmiyorum ama ben o iki kitabı da yaz tatili olmadan önce bitirmiştim. İçime bir ateş düşürmüştü öğretmenin çıkışı. Her gördüğüm kitap ‘Sen kim okumak kim?’ diyordu adeta. Evet, doğru yaramaz bir çocuktum –her çocuk gibi-. Evet, doğru kavgacı bir çocuktum –her çocuk gibi-. Evet, doğru şımarık, kendini beğenmiş bir çocuktum –her çocuk gibi-. Evet, doğru tembel bir öğrenciydim. Ve fakat benden daha tembelleri olduğu da bir gerçekti. Niye öyle demişti? Ruhumu mu okumuştu? Öyle demese gerçekten okumaz mıydım? Belki de! Nasıl bir psikolojik yapım olduğunu sezmiş olmalıydı. Başka türlü olsa belki de hiç bulaşmazdım. Bulaşmasaydım iyi de olurdu. Artık kitaplar hevesim olmuştu. Hangi tür olursa olsun. Ne olursa olsun.
Habip Baba Türbesi yanında bir tür seyyar hırdavatçı vardı. Hırdavatçı demem ne kadar isabetli olur bilmiyorum. Çakı satardı, çakmak satardı, tespih satardı. Kur’anı Kerim, Elifba, Hz. Ali’nin Cenkleri –Nemrut Kalesi, Kan Kalesi, Kesik Baş vb.- Battal Gazi Akıncı’yı da ondan almıştım. Artık atları, faytonları, nalbantları, kuşları, kedileri köpekleri izlemiyordum. Film afişleri ve kitaplara dalmıştım. Film afişlerinin görselliği değil adları cazipti artık. Vatan Kurtaran Aslan, Kayalar Kan ve Kum, Topaz. Teksas Tommiks’e kızan ailem –annem babam- diğer kitaplara kızmıyorlardı. Hoşlarına gidiyordu. Aferin diyorlardı.
Köroğlu’nu okumuştum. Emrah ile Selvi. Aşık Sümmani ve Gülperi, Kerem ile Aslı, Kel Aliço, Koca Yusuf. İlkokul daha bitmemişti. Dördüncü sınıfta okul çıkışı eve yakın bir noktada çöp bidonu devrilmişti yarısı yok bir kitap görmüştüm. Kapağı yok. Kalın harflerle ‘Fon Sadriştayn'ın Oğlu’ başlığını okudum. Hiç yüksünmeden çöp tenekesinin ağzındaki kitabı aldım. Ömer Seyfettin’i tanıdım. Yine rehbersizdim. Neredeyse bütün Ömer Seyfettin serisini okudum. Ardından Sait Faik Abasıyanık. Şahmeran O’ndan okuduğum ilk öykü. İlkokulu bitirdiğimde Sait Faik serisi de bitmişti, Kemalettin Tuğcu serisi de.
Hep nesir mi? Hayır. Halk âşıklarının öykülerini – Sümmani ile Gülperi, Emrah ile Selvi, Kerem ile Aslı- okurken şiirlerini de okumuştum. Şiir nesir fark etmiyordu. Ortaokula başladığımda başka mecralara –okuma bağlamında- çoktan yelken açmıştım. Cehov’dan öyküleri, Dostoyevski’den Beyaz Geceler, Puşkin’den Büyük İsyan. Tolstoy’dan Diriliş. Bir şey anlıyor muydum? Anlamak neydi? Her kitap bana ‘Sen kim okumak kim?’ diyordu. Ötesi var mı? Ve Necip Fazıl. Sahte Kahramanlar. Bu nasıl bir dil? Bu nasıl bir üslup. Çarpılmıştım adeta. Üsluba. Anlattıklarından çok kullandığı sözcüklere vurulmuştum. Bir tekini anlamasam bile yeni ufuklar açıyordu. İdeolocya Örgüsü. Cinnet Müstatili. Ya oyunlar. ‘Ne yapayım anne kestiniz incir ağacını!’ (Bir Adam Yaratmak) o tarihten bu yana virdim oldu. Reis Bey’le ‘ağlayın!’. Kitap ağlatır mı? Ağlıyordum.
Rehbersiz bir yolculuk. Ortaokul birinci sınıftayım arama yapılıyor, sigara, bıçak falan filan. Benim çantamdan Sahte Kahramanlar’ı alıp ‘Bu sefil şeyi mi okuyorsun?’ diyen bir öğretmen. Ve dayak. Bir öğretmen ‘Sen kim okumak kim?’ diyerek aşağılamış, ilkokuldan önce resimli kitaplardan ötürü ebeveynlerden dayak yemiş, ortaokulda da okuduğum için dayak yediğim kitabı (Sahte Kahramanlar) ikinci sınıfta aynı öğretmen dersinden tam not alanlara hediye etmesi karşısında şaşırmıştım.
O dersten hiçbir zaman tam not alamadım, neredeyse hep zayıf, tam not alsaydım bana da okuduğum için dayak attığı kitabı hediye eder miydi? Etse yüzü kızarır mıydı? Sanmıyorum. Hatırlamazdı. Kitaplar başıma hep dert açmıştır. Genç yaşımda, orta yaşımda. Üniversitede öğrenciyken, bekar evimde polis ziyareti olmuştu. Kitaplıkta üç cilt Kapital ve yanında İslam Ekonomi Doktrini ziyaretçilerin dikkatini çekmişti. Biri ‘Bunlar nasıl yan yana durur?’ demişti. Ukalalığım yanımda ‘Hiç kavga ettiklerini görmedim!’ dedim. ‘Bir de ukalalık ha?’ demiş çenemi hafifçe okşamış, sonra amirim dediği kişiye ‘Amirim bu yeşil kominist!’ demişti.
Sadece öğretmen, polis mi? Adı lazım olmayan bir kentin adı lazım olmayan bir parkında ‘Paradigmanın İflası’ kitabını okurken gençlerden birkaçı önce sözlü sataşmış, ardından tartaklamış kitabı parçalamışlardı. Sahi o kitap –Paradigmanın İflası- polisle de sık sık başımı derde sokardı. İnat işte. O kitaptan çokça hediye etmişimdir. Sanırım başkaları da benim yaşadıklarımı yaşasın istemek gibi bir şey. Değil elbet.. Biz ortaokula dönelim.
Serseri bir gezgin olup çıkmıştım. Daha onlu yaşlardaydım. Esir Şehrin Mahpusları üzerine kendi kendimle hasbihal ediyordum. Başka kiminle hasbihal edebilirdim ki? Kimse yoktu çevremde. Rahmet Yolları Kesti. Demirciler Çarşısı Cinayeti. Hiç açmadı. Sevmedim o üslubu. Sevmeyince de Kalın Memed adını verdim İnce Memed'e. Sığ geliyordu. Yapmacık.
Ne demek istiyordum? Bunu kendime sormuştum. Bak, diyordum kendime, Nastenka’nın (Beyaz Geceler) ne yapacağını bilirsin. Nastenka bunu yapmaz, dersin, çünkü Nastenka gerçekten yaşayan biri. Ya da Prens Mişkin (Budala). Var. Uyduruk değil. Oysa İnce Memed öyle değil. İnce Memed’e her şeyi yaptırabilirsin çünkü var değil. Soluk alan biri değil. Ve orta sona vardığımda Bulantı’ya kapıldım. Ruhum zehirlendi. Daha on beşimdeyim. Bulantı’yla (Sartre) zehirlenen ruhum Düşüş'le (Camus) hepten darmadağın oldu. Yitik Cennet (Sezai Karakoç) imdadıma yetişti. Yitik Cennet’le kendime geldim, Gündönümü (Sezai Karakoç) ile bilendim.
Bitti mi? Ne gezer! Her kitap halen ‘Sen kim okumak kim?’ der durur.
Cemal Çalık, 10.07.2019, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Siyasi Hatıralar, Kafa Koçanıma Göre
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.