Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Onların hiçbirini henüz tanımıyordum. Yüzlerine bakıyordum arada sırada. Her birinin birbirine benzeyen bakışlarını gördüğümde bu bakışların benim bakışlarımla aynı olduklarını fark etmiştim."
Çok uzun
süredir akıncı ruhu topraklarımızdan çekilmişti. Bu tanımlara sığabilecek bir
ruh değildi. Sadece ordulardan önce atlarının üzerinde yalınkılıç akına
kalkanlar değildi akıncılar; din, eğitim, ahlak, siyaset, düşünce, sanat ve
bilim alanında da ilkleri temsil edenlerin kuşandığı ruhtu. Bu ruha hasret
kalmıştık, bu ruhun bizde bıraktığı alışkanlıkları unutmuştuk. Dört yüz yıla
yakın bir süredir bu ruh şehitlerin kanlarıyla yoğurduğu, bilim adamlarının
tarihe yön verdiği topraklardan neredeyse zorla uzaklaştırılmıştı.
Hayallerimizi kaybetmiştik.
Çağlarının
en kaliteli üniversiteleri olarak medreseler, tıpkı çağlarının en güçlü ordusu
olan Osmanlı Ordusu gibi birdenbire tarih sahnesinden çekilmişti. Savaşçı
akıncılarla eş zamanlı olarak medreseler de yok edilmişti. Tarikat şeyhlerinin
bir kabus gibi çöktüğü 'İlmiyye Sınıfı' yok edilmiş, babadan oğula, dededen
toruna intikal eden başmüderrisliğin yani rektörlüğün miras olarak aktarıldığı, yedi yaşındaki çocukların başmüderris olarak tayin edildiği bir çöküş yaşamıştı bu
topraklar.
Aklını kaybeden devlet, silahını da kaybetmiş 'Seyfiyye Sınıfı'
denen ordu ve 'Kalemiyye Sınıfı' denen bürokrasi de tarikat şeyhlerinin
hükümranlığına girmiş ve bütün niteliklerini kaybederek toplumun başına bela
olmuştu... Kendi Padişah'ını ve kendi halkını düşman edinen ordusunu yok etmeyi
'Hayırlı Olay- Vak'a-i Hayriyye' olarak tanımlamak zorunda kalan bir millettik.
Sonra Batı'dan
kopyalarla yeni ordu ve yeni yükseköğretim kurumları kursak da, yüz yıl boyunca
toparlanamayan bir devlet, toparlanamayan bir yükseköğretimle bir
imparatorluğun parçalanışına şahit olmuştuk. İçe kapanmış, ayakta kalma
çabaları işe yaramamış, hayallerini kaybetmiş, öncülüğünü Batı'ya kaptırmış,
Anadolu'yu ve Trakya'yı son kalan kahraman çocuklarının yardımıyla ancak
kurtarabilmiş bir millettik biz. İşte beni heyecanlandıran bu kötü tarihi
hatırâların artık iyi hatırâlarla değişme ihtimaliydi.
Akıncı
ruhu buydu bana göre... Şeytan'ın Krallığı'nın tesis edildiği dünyada insanlık
için umut üretebilmek, adanmışlığı temsil eden bu ruhla mümkündü. Ve biz şimdi son
kez kendi ordumuzun içindeki hainlerin kendi devlet başkanımıza ve kendi halkımıza
karşı her türlü silahı kullanarak saldırdığı son darbeyi çıplak ellerimizle durdurmuş
ve tarihi değiştirmeye karar vermiştik.
Adam,
A'raf Suresi ile insanlığın başlangıcına vurgu yapmıştı, ama benim zihnim yakın
tarihe odaklanmıştı, aradaki milyonlarca yıllık boşluk belki de hiç yokmuş
kadar yakın kılıyordu şimdi ile başlangıcı. İnsan hiç değişmemişti; aynı
genetik döngü sürüyordu ve ne zaman biteceğini bilmediğimiz dünya hayatının
sonuna dek sürecek olan bu döngüde kalıcı izler bırakabilmeliydik.
Tarihi
bilmeliydik, dini, felsefeyi, bilimi, eleştiriyi, her türüyle sanatı ve artık
teknolojinin insanın bedeninin ve ruhunun bir parçası olduğu çağı doğru
anlamalı ve değişmeyen insanın değişmeyen ihtiyaçlarının en büyüğü olan iyiliği
insanlığa yeniden tanıtmanın adımlarını atmalıydık. Çünkü artık doğmamış
çocukları anne karnında öldürmekten, doğmayı başarabilmiş çocukların
bedenlerine ve cinsiyetlerine saldırmaktan hâz duyan sapkınların egemen olduğu
bir alçak çağdaydık.
İnsanlık
bu kadar aşağılık seviyelere inmemişti tarihte. Evet, doğduktan sonra
çocuklarını öldürenler vardı, ergenliğe ulaştıktan sonra onların bedenlerine
saldıranlar vardı, ama doğmadan değil, bebekken değil. Korkunçtu bu; insanlığın
soyuna kasteden şeytanî bir azgınlıktı bu. Akıncı ruhu bunun için gerekliydi,
buna mecburduk.
Biz, kuşlara
saray yapan, sokak hayvanları için vakıflar kuran, sahipsiz yetimleri, yaşlıları
barındıran kurumlar inşâ edip yaşatan, doğayı ve insanları tüm farklılıklarıyla
birlikte olduğu gibi koruyan bir bilincin mirasçısıydık; bunları yeniden hatırlamalıydık.
Batı bütün gelişmişliğiyle bütün bu değerleri yok etmişti. İnsanlık, doğa yok oluyordu.
Değerler ve ahlâk hayvanların iç güdülerinin bile alışamayacağı bir sefaletin içinde
kaybolmuştu. Sıkıntımız büyüktü.
Terlemiştim.
Zihnimdeki akışa kapılmış nerede olduğumu unutmuştum. Adam'ın sesi beni
mezarlığa geri döndürdü:
'Burada
bulunan sizler, her birimiz burada olmanın anlamını idrâk edebilen fertleriz,'
dedi. 'Burası bir mezarlık, insanların ölü bedenlerinin gömüldüğü bir mezarlık.
Ne yazık ki çağımız, tıpkı bu mezarlık gibi, insanı temsil eden bütün iyi
niteliklerin yok olduğu ve gömüldüğü bir mezarlıktan başka bir şey değil. Gördüğünüz
her bir mezar taşına, iyiliğe dair bütün parçaların adını yazabilirsiniz. Bu çağın
sonrasını iyiliğin gömüldüğü mezarlık olarak değil, kötülüğün bütün parçalarını
yok ederek gömdüğümüz bir mezarlığa dönüştürmek için buradayız.'
Saat 22:27
idi. Bir yüz yıl kadar uzun geçen bir zamandı bu zaman. Bir insan konuşuyordu ve
ben düşünüyordum. Benle beraber diğer yirmi bir kişi de düşünüyor olmalıydı. Onların
hiçbirini henüz tanımıyordum. Yüzlerine bakıyordum arada sırada. Her birinin birbirine
benzeyen bakışlarını gördüğümde bu bakışların benim bakışlarımla aynı olduklarını fark etmiştim.
Büyük bir sorumluluk taşıyan omuzları eğikti , ama başları dikti. Yaşadığımız büyük
acının farkındaydık. Yenilgilerden aldığımız derslerin bizi nasıl olgunlaştırdığını
biliyorduk, işin zor tarafı bunu, bu farkındalığı bütün insanlığa yaymaktı.
14
Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:
[Giriş]
Seçkin Deniz, 26.08.2019, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz