"Kendi doğuracağının da iyi ruhlu ve sağlıklı bir çocuk olma garantisi yoktur ama olsun. Eskiden ‘kuzguna yavrusu şahin görünür’ diye nükteyle ifade edilirdi ama bugün hakikaten, çiftler kendi prens ve prenseslerini dünyaya getireceklerine öyle inanıyorlar ki!"
Cahiliye Araplarının pek çok konuda bizi hayrete düşürecek adetleri olduğu gibi evlatlık konusunda da tuhaf uygulamaları vardı. Mesela sokakta gördükleri, beğendikleri analı-babalı çocukları da evlat edinip soylarına dâhil etmek gibi.
İslam Akaidi bunu, sosyal ve dinî açılardan sorun çıkaracağı saikiyle yasaklıyor. Peygamber üzerinden de inananlara bildiriyor ve Hz. Muhammed’in evlatlık uygulamasına ayetle (“Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız olarak tanımadı”, El-Ahzâb 33/4) son verdiriyor (Ayrıntılı bilgi için İslami kaynaklara bakabilir).
Ancak İslam dininin pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da alternatif yol ve imkân sunduğunu, meseleyi biraz araştırınca öğreniyoruz. Bunlardan en önemlisi; yetim- öksüz (kimsesiz) veya fakir- muhtaç çocukları, kendine nesep etmeden, bakımını üstlenme, okutup büyütüp, evlendirme yani himaye edebilme izni. Kuranda hep tekrarlanan bu tavsiye/emir aslında öyle büyük bir sevaba, güzel bir vicdana işaret ediyor ki; 300- 500 kat sevabı üst üste koyarak müridini cennete uçuran, fetvada bonkör tarikat–cemaat liderlerinden biri olsaydım, 5 milyon kat sevapla şehitlikten sonraki mertebeyi hiç çekinmeden bu insanlara ayırırdım.
Aile içindeki düzen ve mahrem- namahrem kurallarına uyabileceğine güvenenler (bu konuya özen gösterenler) rahatlıkla bu şekilde çocuk sahiplenebilir ve bakımını üstlenebilir. Veya çocuğa kendi ailesi içinde de yardım edebilirler. (Ki günümüzde çağdaş yasalar da ‘Koruyucu Aile’ uygulamasıyla bunun yolunu açıyor.)
Diğer izin ve imkân sahası ise, çocuğu evlat edinecek aileden, kadına tıbbî yöntemlerle (hormon tedavisi) emzirebilme imkânı sağlanması ve alacağı çocuğu emzirerek sütanne olmasıdır. Eğer anne adayı için bu mümkün olmuyorsa kendisinin veya eşinin kız kardeşinin emzirmesiyle de çocukla aile arasında dini açıdan helal bir bağlantı kurulabiliyor. Bu bahis de dini hassasiyeti olan kişiler için, yoksa medeni hukuka göre evlat alma şartlarına uyan her aile evlat edinebiliyor.
Tabi burada şer’î ve fıkhî açılardan uzun tartışmalara girip, derinlere dalmayacağız. Onun yerine konuya biraz insani, biraz toplumsal biraz da hayat felsefesi çerçevesinden bakabiliriz.
Hangi örfü veya yolu benimser, hangisini gönlünüze yatkınlaştırırsınız bilemem, ama yetimhanelerde veya varsa çevremizde boynu bükük kalan, belki de hiçbir zaman aile sevgisi ve terbiyesi görmeyecek çocuklar için; asgari bir Müslüman, bir vatansever veya insani ve vicdani vecibelere dikkat eden birey ve ailelerin sorumluluk hissetmesi gerektiği hakkında söylemek istediğim birkaç şey var.
Nasıl yaşlı bakımevlerinde yaşamaya mecbur kalan yaşlı sayısının gün be gün artması bizi tedirgin ediyorsa; nedenlerini konuşup tartışıyorsak; yetimhanelerin dolup taşmasından da bir miktar endişelenmeliyiz, hem devlet hem de toplum olarak.
Uzun zamandır aklıma takılan bu mevzu üzerinde düşünüyorum…
Hakkını teslim edelim, devlet bu çocuklara olabildiğince iyi bakıyor (Az da olsa gündeme gelen birtakım çirkin olayları göz ardı etmiyoruz elbette); yediriyor, giydiriyor, sağlık ve eğitim hizmeti veriyor; üstüne iş de buluyor.
Ama çocukların ihtiyacı olan en mühim şeyi, bir aile çatısı altındaki güven, sevgi, terbiye ve aidiyet duygusu maalesef yetimhanelerde verilemeyebiliyor. Normal bir çocukluk yaşamak ve bununla birlikte sağlıklı bir ruha sahip olmak; bunlar dünyadaki her çocuğun hakkı ve ihtiyacı. Toplum olarak bizim ihtiyacımız ise, iyi yetişmiş, iyi kalpli, iyiliksever insanların çoğalması. Peki, nasıl çoğalacaklar? İyi aileler, iyi çocuklar yetiştirdikçe…
O sebeple, ekonomik anlamda sıkıntısı olmayan, çocuk seven, bakımı için zamanı ve sabrı olan her Türk ailesi yetimhanelere biraz ilgi gösterse fevkalade olmaz mı? Bir çocuğu eğitip büyütüp önce kendisine, sonra da memlekete hayırlı evlat olarak kazandırmaktan daha büyük onur ve hizmet var mı?
Üstelik bunu kendi evladın için yaparsan görev, kimsesiz bir çocuk için yapınca iyilik, ihsan, erdem, fazilet, takva gibi birçok güzel sıfatlarla tanımlanacak yüce bir davranış oluyor.
Ancak, yazının girişinde belirttiğim ‘ İslam’da evlatlık yoktur’ hükmünün arkasına saklanan muhafazakârlar bu alandan sürekli kaçıyorlar.
Kimi zaman sohbetlerde bu konuyu açarım, bazen çocuğu olmayan ve olsun diye deli divane olan kişilerle karşılaşınca sorarım;
‘Evlat edinmeyi düşünmez misiniz?' Ve olumsuz cevap alırım genelde. Sonra da kendince sıraladığı sebeplerin en başına; ‘kanından canından olmayınca, öz çocuğun gibi olmaz’ı koyar.
Nasıl olur? İşte şöyle olur, böyle olur…
Kendi doğuracağının da iyi ruhlu ve sağlıklı bir çocuk olma garantisi yoktur ama olsun. Eskiden ‘kuzguna yavrusu şahin görünür’ diye nükteyle ifade edilirdi ama bugün hakikaten, çiftler kendi prens ve prenseslerini dünyaya getireceklerine öyle inanıyorlar ki!
Hemen hepimizin aile öyküsünde sorunlu diyeceğimiz veya ayıplanan hal ve hareketleri olan bir veya daha fazla fert olabiliyor. Kimi ailelerde genetik, kiminde fiziksel, kiminde de ruhsal rahatsızlıklara sahip kişiler mevcut ve çocuğumuzun bunlardan birinin genlerini taşımayacağından da emin olamıyoruz.
Doğrudan kendi ailemden örnek vereyim; bazı yakın akrabalarımın vicdanî hasletleri oldukça eksikti. Rahmetli anneme de pek fena davrandıklarından, ‘Beni onların arasına (aile kabristanlığına) gömmeyin!’ diye vasiyet etti bizlere. Sonradan kendilerine benzeyen çocukları için annemin, ‘Bu çocuklar iyi çocuklardı, ana-babalarından göre göre böyle oldular’ dediğini hatırlarım.
Bu, olayın bir boyutu, diğer açıdan da, bakıyorsunuz kadın 5-6 düşük yapıyor, maddi ve manevi üzüntülerin yanı sıra sağlığı da tehlikeye giriyor, ama yine de vazgeçmek istemiyor. Kimseyi eleştiriyor değilim, sadece, hayatla inatlaşmak yerine içimizdeki boşluğu başka bir can ve sevgiyle dolduramaz mıyız diye soruyorum. Yoksa meselenin inanç ve insanın yaradılışıyla alakasını, geleneksel öğreti, içgüdü, hormonlar ve biraz da kafamızdaki tabularla bağlantısını yadsıyamam.
Kendim doğurmazsam, hep başkasının çocuğu gibi olur, annelik yapamam takıntısı, el âlem ne der korkusu, vs…
Buradan da o kadim soruya geliyoruz: ‘Çocuğu büyüten mi, doğuran mı annedir?’
Asırlardır tartışılan, hakkında hikâyeler yazılan, gerçek davalara da konu olmuş insanlık tarihini en eski ve ikircikli konularından biridir bu...
Tabii olan, çocuğu hem doğurup hem de büyütendir anne! Lakin doğuran, görevini yerine getirmemişse o zaman anne, bakan ve emek verendir diyebiliriz. Bertolt Brecht’in ünlü ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyununda da aynı olay işlenir: “Bebeği büyüten kadın ile biyolojik anne, çocuğu paylaşma konusunda davalık olunca, yargıç mahkemenin ortasına tebeşirle bir daire çizer; her iki kadın çocuğu kollarından kendilerine çekecek, kimde kalırsa ona verilecektir. Ancak büyüten kadın, çocuğun acı çekmesine dayanamayıp kolunu bırakınca, çocuğun ondan kalmasına karar verilir”. (Oyunun özeti için tıklayınız.)
Bir de Hz. Süleyman’a atfedilen rivayet var; çocuğu, doğuran ve büyüten iki kadın arasındaki davaya bakan Hz. Süleyman, kadınlara, paylaşılamayan çocuğu kılıçla ortadan ikiye ayırmayı teklif eder, kadınlardan biri hemen hakkından feragat edince, der ki, ‘Öyleyse çocuğun annesi sensin!’ Meğer o biyolojik annesiymiş. Fakat bu olayda da, çocuk için fedakârlık yapmak, hayatını kurtarmak amacıyla kendi nefsinden vazgeçmesinin mütalaası yapılmış aslında. Yani, biyolojik anneyle diğeri arasında karar vermeyi değil, çocuğu en çok seveni, anneliğe en uygun olanı tespit etmeyi anlatan bir kıssa olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, Tevrat’ta geçen bu anlatıma biraz da Yahudi etnosantrizmi ve inanç penceresinden bakarsak, Musevilikte soy anneden geçtiğinden, çocuğun doğurana verilmesi oldukça doğal.
Ancak İslam’ın bakışı bundan biraz farklı. Peygamberin; ‘Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar', hadisine salt dinî açıdan değil sosyal ve ahlaki açıdan da bakınca; çocuğu yetiştirmenin önemine vurgu yaptığını, soydan- genetikten başka terbiyenin, eğitimin de ne kadar mühim olduğuna işaret ettiğini görürüz.
Filhakika bu kadar sözü, insanlara çocuk yapmak yerine, öksüz yetim çocukları sahiplenin demek için etmedim. Elbette her insanoğlunun neslini devam ettirecek, kendi kanından çocuklara sahibi olmak istemesi gayet doğal. Başka çocuklara ana babalık yapamayacağını düşünenlere de saygı duyulur, başarabilenlerin ise başımızın üstünde yeri var.
Zaten uzun zamandır dünyada ve ülkemizde, gerek ekonomik, gerek bireysel, gerekse sosyal nedenlerle çocuk sahibi olmak konusunda aileler de kendilerini kısıtlıyorlar. Şimdilerde çoğunlukla bir çocuk yapılıyor, iki yapan az, üçüncüyü görmek ise neredeyse mucize gibi.
Dolayısıyla evlat sahiplenme önermeme, ‘Biz daha bir çocuğa yeterince (!) bakamıyoruz (veya sabredemiyoruz) nerede kaldı evlat edinmek?’ diyenler çok olacaktır ki, onları da haklı buluyorum. Kendi gerçeklerinin ve durumunun farkına varmak ne güzel bir şey. Gelip geçici heveslerden değil, ömür boyu sürecek büyük bir sorumluluktan bahsediyoruz çünkü.
Öyleyse? Bu bahsi açtım ki, sabrı, ilgisi, imkânı ve gönlünde biraz isteği olanın niyeti kavi olur. Merak edip araştırırsa takıntılarından kurtulmasına katkı olacak bir ışık görür ve cesareti artar.
Geçen gün, iki kızı olan bir arkadaşımla bu konuda sohbet ederken, ‘Çocuklar biraz büyüsün de, bir çocuğa koruyucu anne olmayı istiyorum’ deyince çok mutlu oldum. Sonra başka bir arkadaşımızın hormon tedavisi yardımıyla emzirdiği bebeği evlat edindiğini konuştuk. Çok takdir etmiş, ‘Ne muhteşem bir şey yaptı’ diye iltifatlar yağdırmıştık. Sosyal medyada birbirlerine sarıldıkları resimlerini görüyorum da, çocuğun gözündeki ışıltı ve yüzündeki mutluluk dünyanın bütün iltifat, takdir ve teşekkürlerinin üstünde gibi duruyor. Biyolojik annesine bu kadar sıcak sarılan çocuk görmüyorum ne zamandır.
Diyelim ki buraya kadarını herkes kabul etti, evlat edinme konusunda insanların bakışı değişti ve kimsesiz çocuklara sahip çıkıldı da mesele kapandı mı? Elbette bu kadar basit değil. Bunlar sonuç, bizlerin daha çok sebepler üzerinde konuşması lazım. Bu mevzuda, topluma yüklenen sorumluluğun çok fazlasını devletten beklemek hakkımız.
Medeniyetin ve vicdanın gereği, çocukların sahipsiz kalmaması, herkesin kendi yuvasında aile ve akrabaları arasında yaşayıp büyümesidir. Modern ve sosyal devletin de, en büyük hedefi bu olmalı değil mi?
Ana-babasızlık kendi başına bir felaket iken, üstüne devletin kucağına sığınamamış veya iyi ailelerle karşılaşmamış olanlarının başına neler neler gelebileceğini tahmin edebiliriz. Ailesi olmayan, ardı arkası sorulmayan, ölürse kimsenin umurunda olmayacak, dünyada sevdiği, iletişimde olduğu kimsesi bulunmayan bir insandan daha kullanışlı, daha zavallı-korumasız ve aynı zamanda tehlikeli kim olabilir. Organ mafyası, fuhuş şebekeleri, uyuşturucu batağı vb. korkunç tuzaklar yanında böyle çocukları suç örgütlerinin ve çetelerin kullandığı da malumunuz. Doğru düzgün bir kaydı olmayan – kimlik kaydı kolayca yok edilebilen- bu tür çocukların yetimhanelerden veya sokaktan gizlice alınıp istihbarat servislerinin kirli işleri için kullandığıyla ilgili efsaneleri de duymuşsunuzdur.
Sözün özü, diyeceğim; mevcut duruma duyarlı olurken, yetimhaneleri boşaltmak ve kimsesizlikleri azaltmak için de devlet ve toplum olarak el birliğiyle çalışmak- çözümler üretmek gerekiyor.
Bunun en iyi yolu da ülke olarak tez zamanda aile ve eğitim reformunu gerçekleştirmektir. Sadece kadın veya çocuk değil, aile… Modern toplumun bireyselci yaklaşımından (bireyin kişilik hak ve ihtiyaçlarını da göz ardı etmeyerek) birkaç geri adım atmanın zamanı geldi de geçiyor.
Bildiğimiz gibi aile; hem kadını, hem erkeği ve hem de çocukları kapsayan büyük bir çatı. Ve bu çatının altında herkesin ayrı ayrı yeri, anlamı, önemi ve görevleri var. Öyleyse ailenin anlam ve öneminin toplumca idrak edilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Geleneksel anlamda büyük aile veya çekirdek aile ya da evlat ve bir ebeveynden oluşan parçalanmış aile, ne şekilde olursa olsun… Neticede her insan birinin eşi, birinin çocuğu ve birinin kardeşi, haddizatında bir aile yapısının parçası değil mi?
Yani doğarken kimsesiz değiliz, neden yaşarken kimsesiz olalım?
Peri Han, 11.09.2019, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Güneşin Altındaki Her Şey
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.