"Gülüyorum. İki gündür gülüyorum. Dilan’a mı kendime mi? Bilmiyorum. Gülecek bir şey olmadığını bile bile gülüyorum."
İnsan bir şey olup bittikten sonra o olay anında yaşadıklarını göz önüne getirdiğinde kahkahalara boğulup –yahut gözyaşlarına- ‘Ne aptalmışım? Nasıl da böyle bir hataya düştüm!’ der, değil mi? Sizi bilmem de ben böyle birçok olay yaşadım. İşte en son komşumla yaşadığım olay. Komşum yaşlı bir kadın. Oğlu Sancar başka bir memlekette oturuyor. Ayda birkaç kez olmasa da –oldukça uzak bir kentte oturuyor- annesini ziyarete geliyor. Makbule abla –komşum- inatçı. Öyle böyle değil. Oğlunun onca dil dökmesine karşın Nuh deyip peygamber demiyor ve oğlunun yanına taşınmıyor. Oğlunun aklı da ister istemez burada, anasında oluyor. Behzat –komşumun oğlu- son gelişinde annesinin yanında evlerinin bir anahtarını da bana verdi.
- Anne bak, dedi, evin bir anahtarını da Rıfat abiye –bana- veriyorum, geçen seferki gibi bayılıp mayılırsın, sana göz kulak olur.
Kadın omuz silkmekle, gözlerini ağartmakla yetindi. İkimiz de –Makbule ablayla ben- gafil avlanmıştık. Yalnızken anahtarı teklif etse bir sürü bahane uydurur almazdım. Kuşkusuz annesi de kabul etmezdi. Öyle anlaşılıyor. Her neyse aldık bir kere. Makbule abla bana emanet. Hiç sevmediğim şey. Hele emri vakilerle yapılan şeyleri hiç sevmem. Somurttum mu, sahte bir tebessümle mi kabul ettim bilmiyorum.
Makbule Abla gezmeyi seven biri. Hem de çok gezen biri. Yedek anahtar bana verildiğinden beri kapı çalıp dışarı gittiğini, birkaç gün ya da saat gelmeyeceğini söylüyor. Evde bulamasa da telefonla bildiriyor. İyi de bana ne? Diyemiyorum tabi. Ve fakat gözüm de evin üstünde. Işıkları yanıyor mu? Balkondaki çiçekleri suladı mı? Arayıp haber verdiğine göre evde değil veya arayıp haber vermediğine göre evde.
Dün iki gün ses seda duymayınca, balkona neyim çıkmayınca meraklandım. Telefon açtım. Cevap yok. Evden çıktım. Kapı zilini çaldım. Yok. Tekrar cep telefonunu aradım. Telefon sesi içeriden geliyor. Kalbim çarpmaya başladı. Hemen eve koştum. Anahtarı aldım. Anahtarı kapıya soktum. Çevirdim. Kapı açılmıyor. ‘Heyecandan ikinci kez kilitledim!’ diye düşünerek ters yöne bir daha çevirdim. Hayır. Kapı açılmıyor. Kapı zilini çalıyorum bir yandan, bir yandan kapıyı tıklatıyorum. Kadının şekeri var biliyorum. Yüksek tansiyon. Birkaç gün önce misafirleri gelmişti. Misafirler gidince evi baştan ayağa temizlemiş, dünya kadar çamaşır yıkamıştı. En son çamaşır toplarken görmüştüm balkonda.
- Abla kendini çok yoruyorsun, demiştim sahte bir ilgiyle. Gülmüştü.
Artık kurmaya başladım, neler neler kurmuyordum ki! Ütü yaparken fenalaşmış düşmüş olmalıydı. Ya da şekeri yükselmişti. Belki banyo yaparken ayağı kaymış kafasını küvete çarpmıştı. Behzat’a o kadar söylemiştim;
- Arkadaş annen yaşlı şu küveti söktür, düz ayak bir şeyler yaptır, maazallah.. dinlememişti. Yahut anasına dinletememişti.
Ben panikle, heyecanla bir yandan telefon bir yandan zil derken, üst komşumuz Kanada’lı Bay Dilan –yazılışı farklı sanırım i yerine y yazılıyor- merdivenlerden sakince inip,
- İyi günler Rifat bay, dedi. Var bir sorun?
- Yok, Dilan, sorun falan yok, dedim ama.. görünüşümden ürkmüş olmalıydı. Daha bir yaklaştı.
- Don’t Panic Rifat bay, dedi, Don’t Panic, yüzüne yapışıp kalmış bir gülümsemeyle. Hep aynı yüz adamdaki. Normalde de bu gülüş.
- Dilan kaç yıldır buradasın, dedim.
- Uç yıl, dedi.
- Eh üç yıl bir dil öğrenmeye yeter, şimdi sen bana ne dedin? Küfür mü ettin? Yok! Küfür etmediğini anlamıştım. Aklım Makbule Abla’da olmasa akıllı telefondan Google sorar ne dediğini tam anlardım ya.. olmadı. Ne demeliydim. Dilan’ın söylediğini yineledim.
- Panik, yok panik yok, dedim. Dilan beni sakinleştirme eylemini sürdürürken.
Kapı neydi bu adamın dilinde? Hah! Door!.
- Kapı yani door not açılmıyor, yani open.. ulan not değildi.. don’t open’dı diye geçirdim içimden.
- Did you call the police? Demez mi?
Hadi bakalım? Ne polisi? Polislik ne işimiz var. Kadın düşüp kafasını vurmuş olmalı.
- Dilan başka işin yok mu? dedim gayet ciddi ve kızgın bir tavırla.
- Don’t Panic, dedi tekrar.
- Yahu onu anladım, kadın have suger. Doğru mu diyordum, ne bileyim? Umurumda değildi.
- Hasta mi diyorsun? Dedi.
- Maybe, dedim.
- Dostum turkçe desen ben anlarim, dedi.
Heyecandan ne yaptığımı bilmiyorum ki! Kâh kadının boylu boyunca salonda uzanmış görüntüleri, kâh banyoda, kâh mutfakta, kâh ütü masasının hemen dibinde..
- Dilan, lütfen can you make me, yok, can yo do me bir iyilik –lan help miydi? Yok favori gibi bir şeydi-
Ben Dilan’nın kendi dilinde bir şeyler anlatmaya çalışırken bir ses yankılandı:
- Neler oluyor Rıfat Bey?
Sesin sahibine dönmeden tekrar anahtarı kapı kilidine soktum..
- Lanet kapıyı sürgülemiş olmalı, zavallı kadın? Dedim.
- Üstten kilitledim, deyince anahtarı çıkarıp üst kilidin anahtarını –kapılara iki kilit kimin aklıysa- taktım kapıyı hızla çevirdim anahtarı, kapı açıldı. Giremedim. Dilan kolumdan tutuyordu.
- Don’t Panic Rifat Bey, diyordu güler yüzle. Kolumu tutan Dilan’a değil, ‘Neler oluyor?’ diyen sesin sahibine döndüm. Makbule abla arkamızda dikili duruyordu. Gözlerim kararmış, ayaklarım tutmaz olmuş. Düştüm düşeceğim. Zor bela Dilan ve ben biraz geri çekildik. Makbule Abla kapıdan içeri bir adım atıp muzip muzip,
- Rengin hiç iyi değil Rıfat Bey, geçin içeriye de bir şeyler için, dedi.
Gülüyorum. İki gündür gülüyorum. Dilan’a mı kendime mi? Bilmiyorum. Gülecek bir şey olmadığını bile bile gülüyorum.
Cemal Çalık, 20.09.2019, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.