'Kardeşlerim yeniden ceviz oynamaya başladılar. Cevizin biri yüzüme doğru geliyor. Gözlerimi kapıyorum. Küçücük bir şey, burnuma çarpsa ne olacak? İyi de niye doğrulamıyorum?'
Ha şizofren tanısı konarak da bir takım yorumlamalara gidilebilir. Ama şunu baştan belirteyim ki, ben hiç de zeki değilim ve bu yüzden şizofren olmadığımı –salt ben yani kendim değil, ruh sağaltıcıları da- biliyorum. Hem inanılmak gibi bir kaygım da yok. Bunu baştan söylemiş olayım. Doğrudur bir takım takıntılarım var. Örneğin uyarı levhaları. ‘Dikkat Araç Çıkabilir’ gibi. En masumları bu benim indimde. Sözün özü 'En Takıntılı Olduğum Şeyler' uyarı levhaları. Alayına gıcık olsam da biri.. hele içlerinden biri beni adeta çıldırtır, karşı konulmaz isteklere boğar; ‘İşi Olmayan Giremez!’
“İşi olmayan giremez!” oldum olası tüm uyarı levhalarından en fazla gıcık olduğumdur. Ne zaman bununla karşılaşsam içimde uyarının olduğu kapıyı açıp içeri girme hevesi doğar, bir filiz gibi açılır ya da. Bütün benliğimi sarar bu heves. Hani deyim yerindeyse kendimi zorla tutarım. Başka uyarılarda da bir takım tersi işleri yapma hevesi duymaz değilim ama en çok yukarıda yazılan uyarıya ifrit oluyorum birader. Evet, inkâr edecek değilim. Basbayağı diş biler, ‘Gir ulan! Gir bakalım ne olacak? Hem işim olmadığı nereden belli? Girdiğime göre besbelli işim var!’ ama kazın ayağı öyle değil. Hoş kazın ayağı nasıldır onu da bilmem ya! Dilimize pelesenk olmuş. Bir kere kondurmuş birileri bir takım sözcükleri, deyimleri. Yok, rastgele olduğunu söylemiyorum. Hemen kaşlarınızı çatmayın yahu! Kuşkusuz belli bir.. aman neyse!
Kendimi zor tutuyorum. Sağa sola bakınıyorum. Yok, bu kere kendimi tutmayacağım. Usul usul kapıya yaklaşıyorum. Gözetleyenler var mı diye etrafıma bakınıyorum.
Sahi nerede olduğumu söylemedim sanırım. Ne sanması? Söylemedim. Unutkanlıktan mı? Acelecilikten mi? Bir şey diyemeyeceğim. Her ne halt ise işte söyleyeyim; büyükçe bir alış veriş merkezindeyim. Ne için geldiğimi sorsanız inanın ben de bilmiyorum. En iyi ihtimalle bir koli yumurta alır çıkarım. Yumurta bizim evde çok çabuk tükenir. Kalp ve benzeri hastalıklara iyi mi geliyormuş, günde en az bir tane haşlanmış yumurta mı yenmeli miymiş ne, bu yüzden yaklaşık iki yıldır her gün bir rafadana yakın haşlanmış yumurta yiyoruz evcek. Varsa bile azalmıştır. 'Niye aldın?' Diye kimse çıkışmaz. Hatta tersine ‘İyi akıl etmişsin!’ bile denir. Durup dururken bir aferin almak da az bir şey olmasa gerek. Alış veriş merkezine durup dururken girdim. Yumurta olmazsa bir paket mendil alırım. Kullan at türü mendiller var ya.. işte onlardan. O da olmadı nane benzeri bir şeyler. Aklımda alış verişe yönelik hiçbir şey olmasa da hani ‘şeytan dürttü!’ derler ya işte öyle bir haleti ruhiye içinde girmiş olmalıyım. Girmişim. Şöyle bir bir rafları dolaştım. Mağazanın en sonunda solda bu mendebur uyarının (İşi Olmayan Giremez!) olduğu kapı ile burun buruna geldim. Girersin, giremezsin! İddiasına tutuştum. Ve kapıyı açıp içeri girdim. Hay girmez olaydım. Bizim evin salonu! Evet, bizim evin salonu olmasına bizim evin salonu ama öyle böyle değil. Eşyalar bizim. Koltuk takımı, tv., masa. Her şeyi ile bizim hali hazırdaki evin salonu, yerdeki ahşap parkeler bile, renk, biçim. Şaşırdım ki ne şaşırma. Şaşkınlığım bizim salonun oluşuna değil. Alış veriş merkezinden bizim salona girilmesi. Hoş salon evdeki salon gibi değil. Devasa. Tuhaflık burada başlıyor. Girdiğim kapıya döndüm. Kapı yok. Lamı cimi yok kapı kayıp. Oysa sırtım dönük olarak kapının önünde durduğuma adım gibi emindim. Haydi, gel de emniyet hissine itimat et! Terslikler bununla bitse iyi. Salon sadece eşyalardan ibaret değil. İnsanlar var. Kimler yok ki? Sağda üçlü koltukta babam yatıyor. Ben babamın öldüğünü biliyordum, meğer ölmemiş. Freud olsa ölmemiş babanın ölümünden hareketle Odipus kompleksine sarılırdı. Oysa alış veriş merkezinin “İşi Olmayan Giremez’ uyarısıyla koruduğu kapıdan girmesem burada olmazdım. Ve üç yıl önce babamı da üçlü koltukta yatıyor bulmazdım. Annem de hemen tekli koltukta oturuyor. Annem öleli yirmi yıl olmuş. Dile kolay. Meğer ölmemişler. Babam rahatsız. Konuşamıyor. Sol tarafına inme inmiş. Annem öyle diyor, başını kaldırmadan. Salon kocaman. Dar. Uzun. Biraz daha geniş olsaydı –evdeki salondan elbette geniş buradaki salon- daha iyi olurdu, diye geçiriyorum içimden. Şaşkınım. Şaşkınlığımı ne annem ne babam –gerçi babam yarı da olsa felçli olduğu için fark etmemesi normal- fark ediyor. Az ilerde –tekli koltuğun solunda- birileri kendi hallerinde ceviz oynuyorlar. Ceviz oyunu ekmek tahtası veya çay tablasını hafif dikleştirip –arkasına bir şeyler konarak sağlanır- üzerinden cevizleri tek tek bırakırsın. Hangi oyuncunun cevizi bir cevize çarparsa o cevizleri alır. Zevkli oyundur. Küçükken ben de oynardım. Epey neşeli bir oyundur. Bu oynayanları tanımıyorum. Benden epeyce küçükler. Beş altı yaşlarında olmalılar. “Susun diyorum!” fısıltıyla. “Kesin şu gürültüyü babamı uyandıracaksınız!” diye kızıyorum. Kendimin bile duymakta zorlandığı bir tonla söylüyorum bunlar. Dinlemiyorlar, gülüyorlar. İnadıma daha hızlı bırakıyorlar cevizleri daha çok gürültü çıkarıyorlar. Onlara doğur hamle ediyorum. Annem başını kaldırıp dik dik bakıyor bana. Başını sağa sola sallıyor. “Babanı uyandıracaksın! Sesini biraz alçalt!” diyor. Oysa kendim bile duymakta zorlanmıştım. Ceviz oynayanlar annemin çıkışını duydukları için olsa gerek hep birlikte ağlamaya başlıyorlar. Cevizleri etrafa saçıyorlar. Ayaklarını yere vura vura çığlık çığlığa ağlıyorlar. 'Kim bunlar?' diyorum anneme. Annem kaşlarını çatıyor, 'Kardeşlerin' diyor. 'Kardeşlerim mi?' diyorum? 'Evet', diyor. 'Ölen kardeşlerin'. Ceviz oyunun dışında kendi başına bir cevizle cebelleşen ucubenin ucubesini gösteriyor, “Senin tıpkın!” diyor. Dudak büküyorum. Annem beni severdi, meğer sevmiyormuş. Kardeşim olduğunu söyledikleri –altı ölü kardeş- içinden en çirkinini bana benzetiyor. 'İyi ama', diyorum, 'yürüme problemi' var. 'Sen de altı yaşına kadar yürüyemedin', diye yanıtlıyor. 'Kahretsin!' Diyorum. İçimden diyorum. Ölü kardeşlerim daha canhıraş bir biçimde ağlıyor. Annem.. Annem de ağlıyor. Babam uyanmış. Yerinden doğrulmaya çalışıyor. Olmuyor. Beceremiyor. O’na doğru parmak uçlarıma basarak yürüyorum. Başını kaldırıyorum. Annem ‘İşte yaptın yapacağını!’ diyor. ‘Sana kim dedi buraya gel?’ ‘Ama anne!’ diyorum. Yutkunuyorum. Olduğum yere çöküyorum. Yüzü koyun yere uzanıyorum. Başımı iki elimin üzerine koyup öylece duruyorum. Sonra nedensiz ağlamaya başlıyorum. Ağlamam kendiliğinden duruyor. Ayağa kalkmaya çalışıyorum. Tonlarca yük varmış gibi yerimden kıpırdayamıyorum. Karabasan dedikleri şeyi yaşıyorum. Yani öyle olmalı. Öyle bir hal yaşamadım. Yaşayan birinden duymuştum. Tonlarca yük hissedersin, demişti anlatan. Kimdi bilmiyorum. Sesin de çıkmaz! Diye eklemişti. Gerçekten sesim de çıkmıyordu. Yürüme problemi olan bana benzeyen ölü kardeşime bakıyorum. İri bir cevizi olmayan dişleriyle kırmaya çalışıyor. Annem ağlıyor. Babam üçlü koltuğun kolundan aşağı sarkmanın gayretinde. Yerimden kalkamazsam felçli adam oradan aşağı düşecek. Ne kadar zorlarsam zorlayayım yerimden kalkamıyorum. ‘Anne!’ diyorum. 'Babam düşecek'. Annem omuz silkiyor. Kardeşlerim yeniden ceviz oynamaya başladılar. Cevizin biri yüzüme doğru geliyor. Gözlerimi kapıyorum. Küçücük bir şey, burnuma çarpsa ne olacak? İyi de niye doğrulamıyorum?
Cemal Çalık, 18.10.2019, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları
Cemal Çalık Yazıları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.