"Yok, hep aynı ikircikli halin başka başka görünüşleri, ete kemiğe bürünüşü. Emin değil. Söyleyeceği şeyin öyle olup olmadığına ilişkin sahih bilgiye, belgeye sahip değil. Öyle ise niye dile getirsin ki?"
Bu ve benzeri sorular ve akla hayale gelmeyen nice soru daha. Sorularla boğuşuyor adeta. Sorularla boğuşmasını pısırıklığına verir gibi oluyor. 'Hayır!' diyor kendini savunma gereksinimi duyuyor. Yine de sorularla boğuşmasının görünür sebeplerinden öte bir sebebi olduğunu gizliden gizliye itiraf etmiyor değil. Görünür sebep ortada. Söyleyeceği şeyi söylediğinde muhatabın içine düşeceği durum. Ya öyle değilse? Bu soruyu sevmiyor. Bu soruyla muhatap olmamak için olur olmaz başka soruların peşine düşmeye çalışıyor. Oysa tren kaçtı. Bir kere kendini gösterdi o mendebur soru.
‘Sorunun mendeburu mu olur?’ diye öfkeyle soruyor kendine o soruyu. Öfke de mi geldi? Öfke de mi aldı yerini? Hayır! Öfkelenmemesi gerektiğini biliyor. Öfkenin insanı nerelere götüreceğine çokça tanıklık yapmış. Görmezden gelemez ki! Öfke sağın davranışların yolunu keser. İnsanın sağlıklı düşünmesine mani olur. Bir çırpıda haklıyken haksız duruma düşer kişi. Çamura bulanır. Öyle ise soğukkanlılığını korumalı, öfkeden uzak durmalı. Bütün bunlar, bu us yürütmeler, soru içinden sorular bulup çıkarmak hepsi, ama hepsi ‘Söylesem mi?’ sorusunun yanıtını geciktirmek, en azından ötelemek için olduğu ortada. 'Bu apaçık bir gerçeklik. Sırıtan bir gerçek bu', diyor kendi kendine.
Sırıtan bu gerçeğin ağzını burnunu kırası geliyor insanın. Diline acı biber süresi hissini doğuruyor insana. İşte yine öfke! Evet, yine öfke! Öfkeye dur demeli. Öfkenin önünü almalı. Bunu hemen her şeyden önce yapmalı. Akla hayale gelen gelmeyen tüm sorulardan önce bu öfke sorununu halletmeli. 'De nasıl?' diyor kendi kendine adam çaresizlik içinde. Nasıl? Önemli soru. Belki hepsinden önemli olan bir soru. Düşünceler içinde –sorular demeliydik, sürç-ü kelâm oldu- bunalıyor. Bunalıştan çıkışın yolunu arıyor. Düşlere dalsa! Belki! Bir olasılık. Göz ardı edilemeyecek bir olasılık.
‘İyi hoş da!’ diyor adam kendi kendine. Eli yanan birinin elini suya sokması ne denli acıyı dindirir ki? Daha çok acır sudan çıkarınca. Düş kurmak da –sorular karşısında- eli yananın elini suya sokmasından öte değil. Kurtuluş değil. Ötelemek yerine hemen ‘Nasıl?’ sorusunun yanıtını bulmalı. Nasılın yanıtı bulunduğunda her şey çok kolay olacak.
‘Nasıl'ın yanıtı söylemekte!’ diye geçiriyor içinden adam. Söylemeye karar veriyor. Kararını güçlendirecek –cılız bir karar, bu o kadar belli ki, kendisi bile görebiliyor, bir başkasının uyarısına gerek bile yok- gerekçeler bulmalı. Çıkacak bir yangına mani olacak, bir yıkımın önünü alacak söyleyerek, bir tehlikeyi işaret etmekle kalmayacak düpedüz gösterecek. İyi de tersi de geçerli değil mi? Bak işte yine bir soru.
Yok, hep aynı ikircikli halin başka başka görünüşleri, ete kemiğe bürünüşü. Emin değil. Söyleyeceği şeyin öyle olup olmadığına ilişkin sahih bilgiye, belgeye sahip değil. Öyle ise niye dile getirsin ki? Öteki ‘Kanıtın ne?’ diye sorsa, yanıtı ‘Çeşme başı sohbeti mi olacak? Bu kadar kolay mı? Neler olacağı kestirilebilir mi? İyi de ya susmanın sonuçları? Görmezden gelmenin sonuçlarını göğüsleyebilecek misin?' diyor adam kendi kendine.
Sağ çenesindeki tek tük dişlerden en arkadaki olan diş sancıyor. Bir bıçak saplansa o kadar sancı duyulur her hal, diyor elini sağ çenesine götürüyor. Olanca gücüyle bastırıyor sancıyan dişe. ‘Lanet olsun!’ diyerek inliyor. Aklında bir tek soru yok. Rahatlıyor. ‘Bu dişi göstermeli!’ diyor kendi kendine. ‘Olur olmaz zamanlarda insanın canını fena yakıyor, hiç hoş değil!’
Cemal Çalık, 22.11.2019, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.