Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Yerin, açının, zamanın ve niyetin neye odaklandığı da önemliydi. Yanlışsız olanın mı, yanlışı arındırıp tamamen 'beyaz' olanın mı ortaya çıkması gerektiğine karar verecek olan 'bakan kişi'ydi ve tabi tamamen bunun karşısında yanlış ve kirli olanın mı dedikoduların satır aralarına sinmesi gerektiğine karar verecek olan da."
'Neden roman?' sorusunu çok fazla sorgulamadım bu serüvende. Bir kişiye, nesneye, olguya,
olaya ya da kavrama baktığımda, baktığım yerin, baktığım açının ve baktığım
zamanın ve niyetimin düşüncelerimi net olarak değiştiren ve yönlendiren dört
temel vektör olduğunu biliyordum. Bunun farkında olarak yaptığım bir
değerlendirme ya da kritik bu dört temel vektör bir arada olmadan sadece niyete
bağlı olarak yaptığım bir analiz elbette doğru yansıtmak açısından farklı
değerlere sahip olma riski taşıyacaktı. Bu sebeple yapacağım bir değerlendirmenin
en sağlıklı sonucu bu dört temel vektörle yapacağım bir roman işçiliği olacaktı.
Çok
iddialı değildim. Yazın dünyasının kendisine ait bir doğası vardı; o doğanın da
kendisine ait, özel mevsimleri. Yazarların bu doğadaki mevsimlere göre duygu
değişimleri yaşamaları olağandı, ancak esas olan onların, neyi, nasıl, hangi
amaca binaen yazıya dönüştürdükleriydi; bununla birlikte neyi istedikleriydi,
okuyucularının bilinçaltına neyi buyurduklarıydı. Evet; yazarların yazdıkları
birer buyruktan başka bir şey değildi ve bu buyrukların -temel vicdanî
sorumluluklar dikkate alındığında- bir tür yalvaç sözü olma yolculuğu/özlemi
yazılanları insanın vicdanına taşıma niyetini barındırıyordu içinde.
Bir yazar
sorumluluğu taşımanın ne demek olduğunu da biliyordum. Yazarlar yaşadıkları
çağa/zamana -önceki çağlara dair bilgilerini harmanlayarak- bakarak insanın o
çağa/zamana yönelik duruşunu ve eylemsel çabasını değerlendiriyorlar ve sonraki
çağlara çıkışın kapılarını aralamaya çalışıyorlardı. Bu anlamda değerli bir
çabaydı yazmak; bu çabayı da doğru anlamak adına -ya da başka klik-atmosfer
çıkarı adına- edebî kritikler yapılması normaldi. Bu geleneksel yazın tarihinin
en çekişmeli kısmıydı da aynı zamanda; yeren, öven, yok eden, yücelten her
türlü kritik bu geleneğin en temel özellikleriydi. Bu riski de almak
zorundaydım.
Soyut dışavurumculuğun
biçime ve duyguya verdiği aşırı öneme karşı bir tepki olarak, nesnenin nesne
olma, kişinin kişi olma, olgunun olgu olma ve olayın olay olma özelliğine
dikkat çekmek ve ifadelerin, tarihsel, sembolik anlamlarını minimuma indirmek,
bunu yaparken de o şeyi olduğu gibi algılamak ve algılatmaktı amacım.
Kişileri,
nesneleri, olguları, olayları ya da kavramları nasıl kendi sınırlı varlıkları
içinde ve sadece kendi sade anlamları/doğaları dolayısıyla önemsemek
gerekiyordu. Daha büyüğe, daha kapsamlı- maksimal- olana bakışımda sınırlılık olmamalıydı;
fakat bu kadar çok 'büyük resme bak' tantanalarının ve yaygaralarının baskın
olduğu kaos devrinde, insanların sade ve kendi olana yönelik bakışlarının da
hoyrat bir daralma ürettiğini de gözden kaçıramazdım. Belki de çoğunluğun ısrarla
daha büyüğün içinde küçülerek kaybolmasına karşı vicdanın uyuklamayan sesi
olarak da karşı duruşlarını çekinmeden ortaya koyan bir 'ısrarcı kendilik'
olarak da ortaya konmalıydı bu durum.
Yerin,
açının, zamanın ve niyetin neye odaklandığı da önemliydi. Yanlışsız olanın mı,
yanlışı arındırıp tamamen 'beyaz' olanın mı ortaya çıkması gerektiğine karar
verecek olan 'bakan kişi'ydi ve tabi tamamen bunun karşısında yanlış ve kirli
olanın mı dedikoduların satır aralarına sinmesi gerektiğine karar verecek olan
da. Doğru diye sırtı sıvazlanan çoğunluk algısının içindeki yanlışlara işaret
ederek muhtemel bir aldanmaya karşı uyarıcı olmak gerekiyordu. Kimi zaman ve
çoğunluk doğasının standart hışmına uğrayabilirdi bu yaklaşımım. Maksimal olanı
tamamen kaçırmadan daha yakın bakmaya odaklanan diğer başka kimselerin de bana
karşı bakışında bir güven alanı bulmaları gerekiyordu.
Roman yazmak,
yaşadığımız zamanda doğru yansıtma niyetimi esas alarak yapabildiğim en iyi şey
olacaktı. Elbette daha fazlası, daha iyisi, daha gerçeğe yakını yazılabilirdi, ancak
yapabileceklerimi sınırlamak da bu babda bence iyi bir tercihti. Roman’ın yazara
verdiği kırlarda, ovalarda, dağlarda dilediği gibi at koşturma özgürlüğünün ne
demek olduğunu yaşayarak öğrenmiştim.
Matbaa'da
basılmış her türden metnin okurları zamanın çağlar mevsiminden çekip giderken,
matbaada basılı kitapları, dergileri ve belgeleri daha geride kalan başka
çağların mevsimlerinden kalan el yazmaları, tabletler, mağara duvarları,
anıtları gibi tarihin nesne mezarlığına teslim ediyorlardı; zamanın çağlar
mevsiminde değişen sadece sözün üzerine yazıldığı nesne, ama asla okurluk
değişmiyordu, okuma eylemi değişmiyordu ve doğal olarak da yazarlık değişmiyordu. Okur ve yazar arasındaki ilişki, sözün üzerine yazıldığı nesnenin fiziksel
özellikleri değişse de olduğu gibi korunuyordu. Evrensel ve çağlar üstü olan
şey temel özelliklerini devam ettiriyordu; okunan sözü yazan, okuyanı
etkilemeye ve değiştirmeye devam ediyordu, insan var oldukça da devam edecekti.
İnsan
varlığının sürmesi etkileşimin de sürmesi demekti, matbaanın ölümü okur ve
yazar arasındaki geleneksel tek yönlü ilişkinin karakterini de değiştiriyordu
günümüzde; dijital nesneler ve çok boyutlu öğrenme biçimleri yazarı güçlü bir
bilgi ve perspektif kaynağı olmaktan uzaklaştırıyor, onu okurundan öğrenmeye,
ondan etkilenmeye zorluyordu.
Belki de
bu aynı zamanda yazar tarafından dikte edilmiş fikirlerin sağlığını daha geniş
ve daha kısa dalgalı tepkilerle yorumlayarak geri bildirimde bulunan okur
etkisi ile denetlemenin de yolunu açan bir süreç olarak da tanımlanmalıydı.
Ki bu
sürecin en büyük zorlananı okur değil bizzat yazarın kendisiydi, geleneksel tek
yönlü ilişkinin en doğru tanımla 'faşizan' karakterini sürdürmeye çalışan yazar
tipinin bu sürecin en büyük kaybedeni olacağı kuşkusuzdu. Zaman zaman basılı
metin okurlarının azalmasını satılan kitap, dergi veya gazete istatistikleri
üzerinden değerlendirme hatasına düşen bu tip faşist-muhafazakâr yazarların
topluma küsmeleri, insanları kitaplardan uzaklaşmakla ve cehaletle suçlamaları,
içe kapanmak için bahane aramaları sürecin en büyük kaybedenleri olarak
katılaşmalarını ve dinozorlaşmalarını sağlıyordu. Ya da daha doğru bir
konumlandırma ile şöyle de söylenebilirdi; 'Matbaa'da basılmış her türden
metnin okurları zamanın çağlar mevsiminden çekip giderken faşist-muhafazâkar
yazarların ruhlarındaki kısırlığı ve katı dinozor yetersizliğini keşfediyorlardı.
Oysa okur
var olmaya devam ediyordu, çünkü dijital nesnelerin, basılı nesnelerden çok
daha fazla sayıda üretildiği gerçeği reddi mümkün olmayan somut bir gerçekti;
ayrıca okura kitaplar, dergiler, gazeteler veya diğer basılı materyaller gibi
günler, haftalar, aylar ve yıllar süren bir yolculuk sonucunda ulaşmıyorlar,
saniyeler, dakikalar ve en fazla saatler süren -yazar türlerine göre haftalık
ya da aylık periyotlar halinde yazılanlar dışında- bir zaman çizgisi ile ulaşan
'kağıtsız yazılar', okur yararına 'kemiyet ve vakit' gibi iki önemli sorunu
ortadan kaldırıyordu. Geriye kalan ve tarih boyunca da önemini koruyan tek şey
ise keyfiyet ve buna bağlı olarak da kaliteydi.
Klasik muhafazakâr
yazarın 'faşist ve dinozor' olmayı seçmesi bu açıdan bakıldığında çok da
şaşırtıcı bir durum değildi, okurun -yazarın bizzat kendisi dışında- daha
farklı bilgi kaynaklarına ulaşması çok daha kolaydı ve artık okur daimi edilgen
pozisyonundan sıkıldığı için tepkilerini çeşitlendiriyor, koşulsuz itaati
reddediyor, yazarının yanılgılarını olduğu gibi kabul etmiyor, kasıt arıyor ve
çağın getirdiği derinleşmiş kuşkuyu en küçük hatada yazarın tepesinden aşağıya
dökmekten çekinmiyordu.
Yine tarih
boyunca değişmeyen şeyler burada da karşımıza çıkıyordu; okuma ve okuduğunu
yorumlama. Okur, yeni çağ mevsiminde yazarı başkalarının referansları ile değil
kendi analitik sorgulamaları sonucunda 'güvenilir' buluyor ya da bulmuyor,
yazarın sürekliliğini onu bulunduğu dijital ortamlarda paylaşarak sağlıyor ya
da olumsuz tepkilerle sona erdiriyordu. Bu, klasik yazar tipinin özgüven
duygusunu zedelemek için yeterince korkutucu bir durumdu; özellikle dijital
ortamlardan kaçarak kendini 'koruyabileceğini' sanan yazar tipleri için şizofrenik
sonuçlar doğuracak kadar da dramatikti.
'Kitap
Okuru' kavramı yerini 'Dijital Materyal Okuru' gibi korkutucu bir kavrama terk
edince, yazar alışkanlıkları gibi okur alışkanlıkları da değişiyordu;
milyonlarca dijital sayfalık materyali bir tesbih imamesi kadar küçük bir flashdiskte
taşıyabilen, dilediği her türlü metni Ofis veya PDF araçları ile,
Z-kütüphanelerle, video-resim oynatıcılarla, üç boyutlu animasyonlarla,
bilgisayar oyunlarıyla görsel ve işitsel alanına kolaylıkla taşıyabilen okur tipinin
oluşması ve gelişmesi zamanın yeni çağ mevsimine uyum sağlayabilen yazar tipi
için mükemmel fırsatlar da sunuyordu ve aslında yazarın durumun korkutucu değil
bilakis rahatlatıcı olduğunu fark etmesi gerekiyordu.
Çünkü
klasik yazar tipine göre çok daha kolay üretebiliyor, çok daha hızlı bilgi
kaynağı taraması yapabiliyor ve bilgilerini güncelleyebildiği gibi sık sık
geliştirme imkanı bulabiliyordu; yaşadığı çevrenin ve ülkenin kişilerine,
onların psikolojilerine, sosyolojilerine, ekonomilerine, iç ve dış
siyasetlerine, seçimlerine, zevklerine, yeme-içme alışkanlıklarına,
sevme-öfkelenme türlerine, irade ve nefslerinin sınanma araçlarına, inançlarına
gelenek ve göreneklerine, diyalog kurma biçimlerine, giyim-kuşam gibi ihtiyaç
ve zevklerine, alışveriş alışkanlıklarına, ulaşım, sağlık, eğitim, güvenlik
gibi hayatın tüm temalarına ve vurgularına dair gerçek durum ve içerik
bilgisine dilediği şekilde ve hızda ulaşabiliyordu.
Yazar
zamanın her çağ mevsiminde kurduğu, kurguladığı metinde -kazılı, elle yazılı,
basılı ya da dijital materyalle nesneleşen metinde- yaşadığı toplumu -bilgi
toplumu olsun ya da olmasın- ve bireyleri her türlü özellikleriyle yansıtmak
zorundaydı, bu da değişmeyen en önemli olguydu. Metin, hazırlanması zorlaşsa
da, öğretici özelliğini korumaya devam etmekte; özellikle romanlarla
senaryolara dönüşerek varlığını üç boyutlu algılama biçemlerine güçlü bir
şekilde taşımaktaydı.
Roman da
diğer kitaplardan daha öğretici olma özelliğini ve itibarını, efsanelerden
masallara ve hikayelere, şiirlere, tiyatrolara kadar taşınan sözel karakterini,
büyük bir oranda sinema ve televizyona kaptırırken, başka bir alanda,
bilgisayar oyunlarında yaşamaya devam ediyordu; ancak durum bu kez geçmişten farklıydı,
okur interaktifti, romanın bir kahramanıydı... Nihayetinde her bir
sinema-televizyon gösterisi bir bilgisayar oyunu kadar senaryoya muhtaçtı,
roman da senaryonun bizzat kendisi, anası olan hikayenin uzamış şekliydi.
Bu
bağlamda 'Roman'ın öldüğünü, devrinin kapandığını iddia eden tezcanlıların
davranışlarının klasik yazar ve eleştirmen tipine ne kadar uygun olduğunu ve bu
tip yazarların ve eleştirmenlerin kendilerini olduğu gibi korumaya alma
telaşıyla düşündüğünü ve konuştuğunu söyleyebilirdim. Çünkü gidilen süreçte
tamamen hayata hâkim olacak olan şey belliydi; sinema ve televizyondaki
herhangi bir eser için nasıl gerekliyse, interaktif okur için bilgisayar
oyunları sorumluluk bilinci yüksek roman yazarlarını zorunlu kılmaktaydı.
İnsanlık
'değerler çatışması'ndan çıkmış 'değersizleşme' çılgınlığı ile karşı karşıya
kalmıştı, ideolojik senaryoların dünyanın en ücra köşesindeki insanın hayatını
etkileyecek kadar güçlü bir hızla ve dehşetle uygulanabiliyor olması yeni
yazarın, yeni roman yazarının sorumluluğunu kat kat arttırmaktaydı ve roman bu
yüzden önemliydi, basılı bir kitapta durduğundan çok daha fazlasına ihtiyaç
duymaktaydı. Çağın insana neler yaptığını anlatacak bir geçmiş zaman hikayesi
kadar önemli, gelecek zaman kurgusundaki bireyin zihinsel şemasını inşa edecek
kadar da güçlü olan bir roman şimdiki zamanı geçmişle kurduğu bağlarla
yaşanabilir kılmanın en önemli aracı olarak karşımda durmaktaydı.
[(08.12.2019,
(1/20 (44))]
Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:
[Giriş] [1.Bölüm-Gök]
Seçkin Deniz, 09.12.2019, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.