Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Ben ikinci çayımı içerken, onlar ilk aşama ile ilgili olasılıkları değerlendirmeye başlamışlardı bile. Gözlerinde parıldayan rahatlamışlığı gözlemlemek güzeldi. Heyecanlanmışlardı ve kıskaca alınmış ruhları bir an olsun rahatlamıştı. Kendilerine kurulan tuzağı karşı tuzakla bozacaklarına inandıklarını görüyordum."
‘Kıskaçta
mıydık?’ Zihnimde bu soru dönüp duruyordu. İşim, sistematik işleyişlerde
sıkıntılara düşmeden önce, düşünce ve düştükten sonra insanları yönlendirmekti.
Sıkıntı, türü ne olursa olsun insanı kara kara düşündüren bir kıskaçtı. Binlerce
sıkıntıya sahip insanlar olarak hepimiz kıskaçtaydık; hiç değilse doğum ve ölüm
arasında. Ya da birbirine zıt olan her duygu, düşünce, eylem, hayâl ve inanç
coğrafyasında aklın, nefsimizin, değerlerin çerçevelediği bir kıskaçtaydık.
Kendi yaptıklarımızın sonuçları bir yana, doğrudan ya da dolaylı olarak
başkalarının yaptıklarının sonuçları da bizi etkiliyor ve sınırlıyordu.
İşimin
doğasında resmî sınırlamalar, zorunlu mesai saatleri yoktu, bu tür kıskaçlar
olmadığı için bu mesleği seçmiştim ve işimi severek yapıyordum, peki ben özgür
müydüm? Özgür olduğumu hiçbir zaman düşünmedim. Bunun insan hayatında anlam bulması
mümkün olmayan bir kavram olduğunu biliyordum çünkü. Dört duvar arasında
yaşamakla cezalandırılmış bir mahkûmun taşıdığı sorumluluklar dikkate alınırsa,
o mahkûm bana göre daha özgürdü; onun zihnindeki yük, onun hapsedilmiş bedenine
karşı, kıskaca alınmamış düşünceleri yüzünden daha azdı.
Ben
dilediğim gibi seyahat etme özgürlüğüne sahip olduğum halde, sorumluluklarım
yüzünden dilediğim gibi düşünecek bir imkana ve zamana sahip değildim. Gerçi
bunu değerlendirme gereği duyduğum da söylenemezdi. Bu tür şeyleri ‘sıkıntı’
olarak tanımlama alışkanlığım yoktu ve hayatın akışında bireysel ve toplumsal
sorumluluklarımızın gerekleri olarak yaşadığımız şeylerin toplamına hayat
diyordum. Kıskaçta veya değil, değiştirebildiklerimiz ya da değiştiremediklerimizle
birlikte yaşarız. Tercihlerimiz bizi yaşadıklarımıza sıkı sıkıya bağlar. Hiçbir
şey olmasa bile zihnimizde dolaşan şeyler özgürlüğümüzü kısıtlar.
Bu
zamanlarda aklıma hep Kâf
Suresi 16-18. Ayetler gelir: ‘Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona
verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. Üstelik,
biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun
yaptıklarını) alıp kaydetmektedir. İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında
(yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın.’
‘Ankara
Simidi’ yeme özgürlüğümü, şimdi, bu zamanda ve burada yaşamamın önünde bir
engel yoktu. Adana’da bu simidi yemek istemek bir tutarsızlıktı gerçekte, Adana’da
Adana simidi yenirdi. Buna benzer tutarsızlıklarla ürettiğimiz özlemler, bize
kıskaçta olduğumuz duygusunu yaşatıyordu işte.
Şirket’in
toplantı odasında bana yaptıkları sunumu izlerken, bir yandan simit yiyordum ve
çay içiyordum, bir yandan da şirketin yaşadığı kıskaçla ilgili zihnimde oluşan çok
boyutlu fırtınalarla çözüm yolu arıyordum. Çalışma biçimime alışmışlardı ve
sadece sunuma odaklanmışlardı, çünkü uzun yıllar boyunca nelere dikkat ettiğimi,
nelere önem verdiğimi ve neleri istediğimi öğrenmişlerdi, baştan savma iş
yapmadığıma da eminlerdi.
Şirketin
mâlî durumu çok kötüydü ve bir çıkış yolu bulmaları gerekiyordu. İki
seçenekleri vardı, bunu onlara söylemiştim. Ya Konkordato ilan edecekler, alacaklılarla
yapılandırma imkanı arayarak savaşacaklardı ya da şirketi ağzı salyalı bir şekilde
bekleyenlere iyi bir fiyata satacaklardı. İyi bir fiyat mümkün müydü?
Sanmıyordum, o yüzden onlara bir çözüm paketi sundum.
İlk
aşamada algısal baskı uygulayacaktı şirket, bütün yerli ve yabancı
müşterilerine gelecek beş yıl süresince ürünlerini almak istiyorlarsa, sabit
siparişlerini netleştirmeleri ve yıllık siparişlerinin toplam bedellerinin en
az %30’unu bir ay içinde peşin olarak ödemeleri gerektiğini, aksi halde
sözleşmelerinin iptal edileceğini bildiren bir çağrı gönderecekti. Bu çağrı,
bir süredir ödemelerini bilerek ya da bilmeyerek geciktiren müşterilerin
psikolojik profillerini ve buna bağlı olarak da şirketin gelecek için umut vaat
edip etmediğini görmelerini sağlayacaktı. Kaybedecekleri bir şey yoktu, gelen
tepkilere göre karar vereceklerdi. Bunu da bir ay sonra değerlendirecektik.
Ben
ikinci çayımı içerken, onlar ilk aşama ile ilgili olasılıkları değerlendirmeye
başlamışlardı bile. Gözlerinde parıldayan rahatlamışlığı gözlemlemek güzeldi. Heyecanlanmışlardı
ve kıskaca alınmış ruhları bir an olsun rahatlamıştı. Kendilerine kurulan
tuzağı karşı tuzakla bozacaklarına inandıklarını görüyordum.
Gönderilecek
olan çağrı çok büyük bir dalgalanmaya neden olacaktı ve eğer şirket ölü fiyata
satılacaksa da, kıskaca aldıkları şirketi satın alanlar değerli müşterilerin
çoğunu kaybetmiş olacaklardı. Çok sonra bu müşterilerle başka bir şirket olarak
yeniden çalışmak mümkün olabilecekti. Diğer seçenekte müşteriler şirketin
taleplerini kabul edeceklerdi ve şirket mâlî kıskaçtan kurtularak savaşmaya
devam edecekti.
Şirketin
sahipleri ve yöneticileri zeki ve dürüst insanlardı, onlara profesyonel bir
bakış açısıyla yaklaşmaktan hiç hoşlanmıyordum. FETÖ’nün ölü bedeninin onlara ve
ülkeme daha fazla zarar vermelerini izleyemezdim. Bana teşekkür ettiler ve ben
ayrılmak için izin istedim. Simit yemiş ve çay içmiştim işte. Ankara’ya başka
ne için gidilirdi ki? Bütün akşam yemeği ısrarlarına rağmen öğleden sonra
uçakla Adana’ya dönmeye kararlıydım.
Kalsam
iyi olurdu belki, ancak Ankara’nın o dedikodulu sancılarına katlanacak kadar
özgür bırakamazdım kendimi. Ankara insanın aklıyla nefsi arasında gezinen
şeytanlarla doluydu.
Zuhruf
Suresi 36-39. ayetler şöyle der: ‘Kim, Rahmân’ın Zikri’ni görmezlikten gelirse, biz onun
başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. Şüphesiz bu
şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını
sanırlar. O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke
benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü
arkadaşmışsın! der.’ Onlara, “(Bu temenniniz) bugün size asla fayda vermez.
Çünkü zulmettiniz. Hepiniz azapta ortaksınız” denir.’
Kendime
zulmetmeye niyetim yoktu.
Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:
[Giriş] [1.Bölüm-Gök]
Seçkin Deniz, 06.01.2020, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman
Sıkıntı
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.