Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Geriye doğru tarıyordu zihnim olan bitenleri, yeniden haritalandırıyor, ilgili her şeyi yerli yerine oturtuyordu. İhanetin büyüklüğünü fark ettikçe öfkem artıyordu."
İstanbul
Havaalanı’nda kısa bir süre bekledikten sonra 8:20’de aktarma için THY-Roma
uçağına binmiştim. 2 saat 40 dakikalık yolculuktan sonra saat 10:00’da Roma Fiumicino-Leonardo
da Vinci Havaalanı’nda olacaktık. Batı’ya uçarken meridyen farklılıklarından
dolayı hayattan bir saat kazanacaktım, ama ertesi gün tekrar doğuya uçarak aynı
zamanı yeniden kaybedecektim. 13:15’te kalkacak olan Alitalia-Torino (Turin) uçağına
binene kadar havaalanında vakit geçirecektim. Saat 14:30’da da Torino’ya varmış
olacaktık. Torino’daki toplantım akşam 16:00’daydı, Lydon’daki ise ertesi sabah
8:00’de.
Torino’dan
Lyon’a 48 dakikalık bir uçuşla ulaşmam mümkündü; o gece Torino ya da Lyon’da
kalmak arasında bir seçim yapmamıştım. Torino’yu gezmek istiyordum. Doğal
olarak da uçak için rezervasyon yaptırmış, ancak bileti aldırmamıştım. Lyon’daki
toplantıdan sonra Saint Exupery Havaalanı’ndan 11:40’ta kalkacak olan THY uçağı
İstanbul aktarmalı olarak beni akşam 19:55’te Adana’ya ulaştıracaktı. Ve ben
romanımı yazmaya başlayacaktım.
Uçak
rutin uçuş yüksekliğine ulaştığında aşağıya doğru baktım. Allah’a şükrettim. Türkiye
bütün coğrafyasıyla çok güzeldi. Emperyalist Batı’ya ve Doğu’ya göre Türkiye sadece Türklere bırakılamayacak kadar önemli ve değerli bir ülkeydi. Yaşadığımız
her şey işte bu somut bakış açısıyla doğrudan ilgiliydi.
Türkiye,
İsveç ya da Norveç gibi kutupların kıyısında değildi, dünyanın merkezindeydi ve
bu merkezde egemen olan güç dünyaya egemen olacaktı. Osmanlı’dan sonra
İngiltere’nin ve hemen arkasından Amerika Birleşik Devletleri’nin ayağını
basarak Ortadoğu’ya ve Doğu ve Güneybatı Asya’ya sıçradığı yerdi. Rusya’nın
Çarlık döneminde, SSCB olduğu dönemde ve Rusya Federasyonu olduğu günümüzde İstanbul’a
iştahla bakışının başka bir açıklaması olamazdı.
Avrupa’ya
uçtuğum her seferinde yaşadığım duygusal karmaşayı bu kez daha farklı bir
çerçevede yaşıyordum. Parça parça gördüğüm ve analiz ettiğim şeylerle ilgili
yeni şeyler öğrenmiştim ve görünen her şeyin arkasından akan paralel, gizli ve
derin yolların varlığının açık işaretlerini artık kolayca görebiliyordum. 15
Temmuz’du bunu başlatan.
Geriye
doğru tarıyordu zihnim olan bitenleri, yeniden haritalandırıyor, ilgili
her şeyi yerli yerine oturtuyordu. İhanetin büyüklüğünü fark ettikçe öfkem
artıyordu. Ama zihnimde A’râf Suresi 199. ayet durmaksızın yankılanıyordu: ‘Sen
af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.’
Nasıl
başarabilirdim ki af yolunu tutmayı, amacı iyilik olmayanlara iyiliği emretmeyi
ve bizi yok etmeyi amaçlamış olan cahillerden yüz çevirmeyi? Affedebilmem için
affedebilecek güçte olmalıydım, güçlenebilmek için iyilikle donanmalıydım,
iyilikle donanıp güçlendiğim zaman ancak cahillerden yüz çevirebilirdim. Evet
bu mümkündü, ancak öncelikle maskelerin ve perdelerin arkasında yaşananlarla
ilgili bilgi sahibi olmalı ve bu bilgiyi halkıma ve insanlığa ulaştırabilmeliydim.
İnsanların,
hangi eksenden, kültürden, felsefeden, dinden etkilenmiş olurlarsa olsunlar akıl
gibi ortak tek paydaları vardı. Bu ortak paydaya binaen insanlar iletişim kuruyor,
aralarında anlaşmalar yapıyorlardı ya da aralarından merhametli ya da zalim
olanları ayırt edebiliyor; akla uygun olanla olmayanı belirleyebiliyor, ortaya
çıkan çelişkileri tanımlayabiliyorlardı. Ama akıl da doğru bilgiyle doğru bir
şekilde işleyebiliyordu.
2019
yılında yapılan yerel seçimlerde bu aklın nasıl iğfal edildiğini, insanların
tercihlerinin nasıl baskı altına alınarak değiştirildiğini sandık sonuçlarında
anlamıştık. İstanbul ve Ankara gibi eski ve yeni iki başkentteki sonuçlar 2013
Gezi Terörü ile temeli atılan ve sahada deneysel çalışmaları yapılan geçmişin
kanlı-bıçaklı siyasî yapılarının entegrasyonunun ve konsolidasyonunun en somut
sonuçlarının alındığını gösteriyordu. 2010’da somut bir şekilde başlayan
ayrışma 2019’da Türkiye’de bütün siyasî panoramayı değiştirmişti, ancak biz
bunun ilk sonuçlarını Şubat 2012’de Mit Müsteşarı’na yönelik FETÖ operasyonunda
görebilmiştik.
Türkiye’de
bazı aileler çok karanlık işler yapıyorlardı. Kimi zaman Gezi Terörü’nde olduğu
gibi, anarşiyi finanse ediyor, kimi zaman da siyasî iktidarları ellerindeki
ekonomik güçle sıkıştırıyor ve deviriyorlardı. Türkiye bir laboratuvardı ve
çoğunlukla bu topraklarda denenen kumpaslar başarılı oldukları sürece başka
ülkelerde de uygulanıyorlardı. Küresel olarak tarihin en büyük imparatorluğunu
kuran karanlık yapıların seçtiği aileler bulundukları bütün ülkelerde vekil
olarak halkların sömürülmesini ve yeniden yapılandırılmasını sağlıyorlardı.
1960'lı
70'li yılların yoklukla, yoksullukla dolu günlerinde; toplumun henüz
tanışmadığı anarşi ve terörün NATO tarafından 1960'lı yıllarda üniversitelerde
ideolojik kamplaşma ile mayalandığı ve 1970'li yıllarda Türkiye'nin neredeyse
her mahallesine yayıldığı günlerde, kaybetmeyen, aksine sürekli kazanan ve
kazandıkça da devlete hükmeden, hükümetlere talimat veren görev ve yetki
alanları ayrılmış aileler ve o ailelerin liderleri vardı.
NATO
kendi askerini, polisini, istihbaratçısını, bürokratını, yargıcını, savcısını,
akademisyenini, teröristini, partilerini, cemaat ve tarikatlerini tasarladığı
ve yetiştirdiği gibi kendi medyasını ve zenginini de tasarlıyor,
görevlendiriyor, yetiştiriyor, zenginleştiriyor ve güçlendiriyordu. Çünkü
halkın demokratik bir biçimde seçtiği ilk Başbakan 27 Mayıs 1960'da NATO'nun
emirleri doğrultusunda askerî darbe ile devrilmiş ve idam edilmişti. Halk
'Kanlı Amerikan Yüzyılı'nda sadece ve yalnızca çocukları ve emeği kullanılan
bir sürüngendi, sürüngen gibi yaşamalı, sürüngen gibi ölmeliydi...
12
Eylül 1980 darbesinden sonra 80'li yıllar, 20 yıllık derin, geniş ve çok
boyutlu NATO sistemleri sonucu sürüngenleştirilen ve çocuklarını kurtarılmış
mahallelerde kaybeden yoksul halkın sorgulamaya başladığı bir dönem oldu. Zor
yıllar, önce terörün bitmesini, sonra seçimlerin yapılmasını gerektiren bir
zincirle sona ermedi. NATO'nun 'Ilımlı İslam Modeli' vardı sırada. NATO'ya
sistematik bir biçimde ve yavaş yavaş direnen Özal, görkemli tarihimizden ders
alarak yokluğa ve yoksulluğa meydan okudu, ülkesine çağ atlatmaya çalıştı.
Çok
geçmedi, 1970'li yılların kaosundan sorumlu olan 'Muhteşem NATO Dörtlüsü'
tekrar siyasî arenaya sürüldü ve Özal, NATO medyasının ve NATO zenginlerinin
saldırıları ve suikastleriyle etkisizleştirildi; Özal Zenginleri kavramı NATO
zenginlerinin ürettiği saldırgan bir kavramdı ve Özal'ın Zenginleri halkın
girişimci çocuklarıydı. Sonuçta 90'lı yıllarda halka açılan devlet ve devlet
sermayesi Özal'ın tasfiye edilmesi ile tekrar NATO zenginlerinin çiftliği ve
çiftlik sermayesi haline getirildi... 28 Şubat 1997'de Post Modern Darbe
dedikleri bir askerî darbe ile bu kez 'Dinsiz Türkiye' tasarlayan bir NATO
programı uygulanıyordu.
1990'lı
yıllar açık ve vahşi soygun yıllarıydı. Özal döneminde ev ve araba alabilenler
90'lı yıllarda bunları satmak zorunda kaldılar. Yokluk ve yoksulluk daha da
artmıştı; hastanelerde cesetlerin ve
hastaların rehin kaldıkları, kadınların ve erkeklerin inançları yüzünden
aşağılandığı, gözaltına alındığı, memurluktan çıkarıldığı, televizyonlarda dinî
değerlerin alaya alındığı bu dönemde NATO'nun medyası ve NATO'nun zenginleri
kendi aralarında çıkar savaşına bile girdiler... Kimisi kaybetti, kimisi
kazandı, ancak sürekli kazanan NATO, yani Amerika, yani Satanizm oluyordu.
Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:
[Giriş] [1.Bölüm-Gök]
Seçkin Deniz, 27.01.2020, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman
Sıkıntı
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.