Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Medya veya sosyal medya nükleer savaşlardan kur savaşlarına, faiz tartışmalarından terör, kaos projelerinin hayata geçirilmesine kadar her türlü gösteri, perdeleme amaçlı stratejilerin her an değiştiği, çarpıştığı bir alan olarak insanları tedirgin ediyordu."
Roma
göklerinden görünen en belirgin şey on altıncı yüzyılın başlarında yapılan ve Hristiyanlığın
en büyük kilisesi, Vatikan’ın en yüksek kubbeli binası olan altmış bin kişilik Aziz
Petrus Bazilikası idi. Vatikan ve Aziz Petrus Bazilikası her yıl milyonlarca
Hristiyan’ın hacı olmak için geldiği tek yerdi ve baş mimarı Donato Bramante
ile pagan Michelangelo arasındaki derin ikonik ve masonik çatışmanın da mekânıydı.
Bu
bina Katolik Hegemonya’nın gücünü temsil ediyordu, ilginç olan da on sekizinci
yüzyılın sonlarında William Thornton’un tasarımı ile Washington’un da en yüksek
kubbeli binası olarak inşa edilen Kongre Binası Capitol Hill’ün de Satanist-
Masonik Hegemonya’nın gücünü temsil etmesiydi; ben mimarî tasarımı neredeyse
tıpatıp aynı olan bu binaların her ikisinin de mimarlarının mason olduğunu
düşünüyordum.
Ancak
ilkinde, her türlü yetki ve güce sahip olan Papaların yönettiği ve hükmettiği, Tanrı’nın
bedenleşmiş hali olduğunu iddia ettikleri İsa’yı ve dinî temsil eden bir bina
vardı, ikincisinde ise laiklik adı altında masonların doğrudan tarihe meydan
okudukları şeytanî bir gücü, demokrasi adı altında eteklerini yayarak temsil
eden bir bina. Her iki bina da gökten, yani Tanrı’dan alındığı iddia edilen güç
kullanılarak insanlar üzerinde tahakküm kurmak ve insanların hayatlarını
düzenlemek için yapılmıştı.
Tarihteki bu tür saplantılar ve sapmalar insana hükmetmenin çeşitli araçlarla mümkün olduğunu anlatıyordu bize; ancak okullar insanların bu süreçleri analiz ederek, kıyaslayarak öğrendiği yerler değildi. Roma’daki, Washington’daki her türlü entrika insanların gündelik hayatlarını ve geleceklerini yönetmek için tasarlanmıştı ve beş yüz yıllık süreçte zafer satanizmin olmuştu. Ne var ki yerküredeki insanlar bunun farkında değildi.
Strateji
savaşlarının gündelik hayata doğrudan inen ve indiği hızda çıkan taktik
atışlarının insan hayatını doğrudan hedef aldığı bir yüzyıldaydık. Öfke
dalgalarının arasından keskin bir kılıç gibi, ışıklar saçan birer şimşek gibi
inip masum sivillerin canını alarak çekilen saldırıların savaş uçakları,
insansız hava araçları ya da terör saldırıları ile yapılıp yapılmadığının önemi
yok; kur savaşlarındaki herhangi bir 'araç' canları alınamayan insanların hayat
standartlarını vuruyor, onları yavaş ve acı dolu bir ölüme sürüklüyorlardı.
Medya
veya sosyal medya nükleer savaşlardan kur savaşlarına, faiz tartışmalarından
terör, kaos projelerinin hayata geçirilmesine kadar her türlü gösteri,
perdeleme amaçlı stratejilerin her an değiştiği, çarpıştığı bir alan olarak
insanları tedirgin ediyordu.
1993
Körfez savaşı ile başlayan hedefteki düşman İslam ve bunun sonucu olarak da her
geçen gün artan ve çeşitlenen müslüman katliamı 11 Eylül 2001'den sonra o kadar
iğrenç seviyelere ulaşmıştı ki artık Suriye-Doğu Guta'da kimyasal silahlarla
öldürülen çocukların cansız bedenleri medyada seri halde yayınlanırken
Hristiyan Batı, sessiz ve sadece kendi acılarına duyarlı bir mekanizma ile
Almanya, Münster'de şizforen diye tanımladıkları "her yerde iddia edildiği
gibi mülteci veya benzeri biri olmayan" bir almanın kalabalığa sürdüğü
aracı ile katlettiği iki kişi için yas tuttuklarını ilan eden NATO ve Avrupa
Birliği liderleri ile temsil ediliyordu.
Artık
müslümanların öldürülme miadı dolmuştu, şimdi sıra müslümanları öldüren
stratejilerin sahipleri olan Batı'lı ülkelerde; bunun bedelini artan
yoksullukla, işsizlikle, yolsuzlukla, ortadan kalkan aile kavramı sonucu ABD'de
ve Avrupa'da doğan çocukların yarısının evlilik dışı ilişkilerden doğmasıyla,
para kazanmak ve yaşayabilmek için başvurulan en eski yönteme fuhşa yönelen
kadın ve erkeklerdeki artışla, yaygınlaşan ve yasallaşan uyuşturucu ticareti ve
uyuşturucu çetelerinin ürettiği yükselen suç ve cinayet grafikleriyle, içki
tüketimindeki devasa genişlemeyle, güvenlik, sağlık ve sosyal güvenlik sistemindeki
kesintilerle, ırkçı fanatizmle, her geçen gün artan grevler (Almanya'da hava
yolları çalışanları, Fransa'da demiryolu çalışanları grevde) ve protesto
gösterileriyle ödüyorlardı şimdilik; ancak omurgası dağılan 'kibirli,
sömürgeci, acımasız, hırsız ve katil bir kültür'ün bu kadar kolay bir şekilde
dünya sahnesinden çekilmesi beklenemezdi.
Batı'yı
büyük iç savaşlar bekliyordu, çünkü masum müslümanları öldüren paralı ya da
resmi görevli eski yeni askerler ülkelerine geri döndüler, öldürmeyi, öldürerek
para kazanmayı çok iyi biliyorlardı ve Batı artık para dışında herhangi bir
tanrıya inanmıyordu.
Türkiye'yi
terörle, darbelerle deviremeyen, dönüştüremeyen ve yenemediği için de 26 Mart
2018'da Varna'daki Türkiye-AB Zirvesi'nde Türkiye ile masaya oturmak zorunda
kalan, Türkiye karşıtlığıyla bilinen AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude
Juncker'in "Türkiye ile müzakerelerin devamının garantörüydüm ve öyle
olmaya da devam edeceğim" ifadesiyle Türkiye'ye karşı cepheden geri
çekilen, Irak'ı bölemeyen, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarıyla
Suriye'de durdurulan Vahşi Batı, çöküşünden az önce son darbesini vurmak için
bir Arap-İran savaşı çıkarmanın peşindeydi.
MbS
olarak üç harfle tanımlanan Suudi Veliahtı Muhammed bin Selman'ın ABD -AB ve
İsrail'le girdiği açık iş birliği sürecinin bölgeyi nereye taşıyacağı belirsizdi;
dünyadaki bütün ülkelerde Batı'nın tetikçisi FETÖ'yü tasfiye etmeye odaklanan
Türkiye durumu sessizce izliyordu.
Çöküşün
ve sefaletin dibini gören Arap dünyasının Batı'nın baskısıyla nereye kadar
inançlarına ve halklarına ihanet edebileceklerini henüz kimse tahmin edemiyordu;
dipten sonrasını tanımlamak imkansızdı çünkü. ABD'nin emirleri gereği
Vahhabiliği yayan, finanse eden ve bunu itiraf ederek de Vahhabilik diye bir
şeyin olmadığını ilan eden Suud Hanedanı, bir kabilenin nasıl intihar edeceğini
ve kendisiyle birlikte bir dini, bir medeniyeti, bir ırkı nasıl
aşağılayacağının son örneğinin nasıl olacağını herkese gösteriyordu.
Bugünün
değerli bir yönü vardı; küresel aktörler artık sahnenin önü ve gerisi
arasındaki derin zıtlıklara gerek duymadan, basit, gözle görülebilir ve
anlaşılabilir gösteriler yapıyorlardı; sokaktaki insan ya söylenenin ya da
söylenenin zıddının yapılacağını artık çok iyi görüyor ve biliyordu. Batı'nın
cehennemi de işte bu sıkışmadan dolayı çok şiddetli olacaktı... Çünkü artık
Batı'da Haçlı seferlerine inanacak ve katılacak bir taban bulunmuyordu.
Batı,
sığlaşarak, suçlarında sıkıştırılarak, parasız kalarak entrika üretim
kabiliyetini yitiriyor ve tarihin çöplüklerine doğru sırtındaki aşağılık
mirasla hızla yol alıyordu. Masonluğun/Satanizmin esir aldığı Vatikan ya da
toplamda 'Kilise' artık batı için herhangi bir değer taşımıyordu.
Batı'nın
toptan çöküşünü kontrol altına almak zorunda olan bir Türkiye, Batı'yı
kuşatabilir ve dünyaya vereceği zararı azaltabilirdi. Çünkü Batı şu anda sadece
Türkiye'yi ciddiye alıyordu ve istemese de saygı duymaya mecbur olduğunun
farkındaydı.
İspanyol
El Pais gazetesi 5 Nisan 2018'de yayınladığı, "Avrupa Türk Devinin Önünde Titriyor - Europa tiembla
frente al gigante turco" başlıklı, Carlos Yarnoz imzalı analizinde,
"Türkiye, Avrupa'ya Thomas Jefferson'ın (ABD'nin eski başkanlarından)
dediği gibi 'kırgın bir dostun en acımasız düşman olduğunu' gösteriyor"
diyor ve devam ediyordu:
"20
sene önce Türkiye'nin aday kabul edilmesi, Avrupa'nın İslam'la sınır hattının
İstanbul, İran ya da Irak'la mı olması gerektiği tartışmalarına neden oldu.
Londra hariç, büyük bir çoğunluk İstanbul'u tercih etti. Dönemin Hollandalı AB
Komisyonu Üyesi Frits Bolkestein, 'Türkiye'nin içeride olmasıyla, Viyana'nın
(1683'te Osmanlı İmparatorluğu'ndan) kurtuluşu boşa gider' diyecek kadar ileri
gitti. AB'nin büyük bölümü, 'Eğer hayır dersek, Türkiye İslami bir ülke olur,
İran'a yakınlaşır ve nükleer silah geliştirir' tahminde bulunan eski Almanya
İçişleri Bakanı Otto Schily gibi daha mantıklılar yerine bu tür şarkıları
dinlemeyi tercih etti. Hayal kırıklığına uğrayan dost, düşman gibi görünmeye
başlıyor. İspanya da o zaman uyarıda bulundu ancak kimse inanmak istemedi. Ta
ki şimdiye kadar."
Batı
temel direklerinin çürümesinden dolayı çöküyordu. Bu kaçınılmaz olan bir gerçek
olarak şimdi, şu anda gözlerimizin önünde yaşanıyordu. Bu kaçınılmaz olanı
sağlayan en önemli beşerî aktör de tarihinin ve gücünün farkına varan halkıyla
Yeni Türkiye olarak bütün dünyanın gözünde tescil ediliyordu.
Roma Fiumicino-Leonardo da Vinci Havaalanı’na saat 10:05’te inmiştik. 13:15’teki Torino uçağı için bekleyecektim. Henüz acıkmamıştım, ancak birazdan her zaman yaşadığım o beslenme sıkıntısını yeniden yaşayacağımı biliyordum. Çinlilerin her şeyi yediklerini söyleyen Avrupalılar da her şeyi yiyorlardı ve ben her Avrupa seyahatimde Türkiye’den tedbirli olarak ayrılıyordum. Çantamda bisküvi ve kraker çeşitleri vardı. Bir Türk lokantası bulana kadar da aç gezmeye alışkındım. Üç saat çok uzun bir zamandı.
Roma Fiumicino-Leonardo da Vinci Havaalanı’na saat 10:05’te inmiştik. 13:15’teki Torino uçağı için bekleyecektim. Henüz acıkmamıştım, ancak birazdan her zaman yaşadığım o beslenme sıkıntısını yeniden yaşayacağımı biliyordum. Çinlilerin her şeyi yediklerini söyleyen Avrupalılar da her şeyi yiyorlardı ve ben her Avrupa seyahatimde Türkiye’den tedbirli olarak ayrılıyordum. Çantamda bisküvi ve kraker çeşitleri vardı. Bir Türk lokantası bulana kadar da aç gezmeye alışkındım. Üç saat çok uzun bir zamandı.
[(27.01.2020,
(1/39 (63))]
Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:
[Giriş] [1.Bölüm-Gök]
Sıkıntı
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.