Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
- Paşa yaptığınız, sizin ve sizin gibilerin yönettiği muhalefet, acizler, hatalar, kumarhaneler, meyhaneler, eşkıyalıklar ve cinayetler içinde iflas etti. Eğer zerre kadar insaf ve anlayışınız, vatan sevgisi ve vicdanınız varsa, bu gerçeği itiraf ederek artık susunuz!
Bu esercikde gerçek dışı bir tek sözcük yoktur. Olayları
aynen öyküleştiren bir tarihçedir. Eseri yazarken milleti uyarmaktan ve zavallı
vatana naçiz bir hizmetten başka bir şeyi düşünmedik. İtilaf Fırkası, ileri
gelenlerinden yasa yapıcılar arasında muhterisler ortaya çıkarsa engel olunacağını
engel olunamaz ise bunu kamuoyuna duyuracaklarını vaat etmişti. Bu görevi
yerine getiren çıkmadığı için şu eseri yazma gereği hissettik.
Muhalefet ileri gelenlerinden olup, eserde ismi geçen ve bir şekilde tanık gösterdiğimiz kişilerden ricamız şudur ki; kendilerinin içinde bulunduğunu anlattığımız olaylarda şayet yalan veyahut çarpıtma bulurlarsa lütfen bizi ve kamuoyunu bilgilendirsinler. Eserden dolayı doğrudan doğruya kendilerini ilgilendirdiğini görenlere de söz hakkı veriyoruz. Ancak gerçek inkara kalkışıldığında biz de ihtiyatı terk ve bitirici açıklamaları zorunlu görürüz.
Önsöz
Şimdiye kadar hükümet görevini yapanlar ve parti hakkında
pek çok şeyler söylendi. Haklı haksız, sayısız eleştiriler ileri sürüldü. Biz şu esercikde bu eleştirileri eleştirmeye,
haklı olanları haksız olanlardan ayırmaya uğraşmayacağız. Şu eseri yazmaktan
maksadımız vicdani bir görevin gerçekleştirilmesidir.
Biz de hükümete sivri eleştiriler yönelten ve hatta
siyasetin güçsüz akımlarına kapılarak en ileri gidenlerden biri idik. Haddimiz
olmayarak biz de erkân-ı muhalefetten biri sayılmıştık. Ancak muhalefetten
amacımız neydi? Ve muhalefet ne şekil aldı? Ve nasıl bir amaca gitti? İşte
burasını bugün kamuoyuna göstermeyi vicdani bir görev biliyoruz.
Yöneticiler, görevini yapamıyor, dedik ve bağırdık. Amacımız
onları daha iyi çalışmaya veyahut yerlerini daha iyi çalışabileceklere
bırakmaya zorlamaktı.
Herkes gibi biz de teoriler içinde yüzmekteydik ve
memleketin gerçek vaziyetini, durumunu hakkıyla bilmiyorduk. Ve bu nedenle bir
sürü ümit beslemekteydik. Memlekette yönetici yokluğunu biliyorduk. Ancak
muhalifler içinde daha iyi yönetecek eski ve yeni kişilerin varlığına
inanmıştık.
Şurasını da ümit ediyorduk ki: Muhalefet ileri gelenlerinin
rakiplerine atfettiği düşünce şekline düşmez ve kişisel ihtiras uğrunda
memleketin menfaatini feda eylemez. Olaylar ve yaşanmışlıklar bütün bu
ümitlerin bir hayalden ibaret olduğunu kanıtladı.
Siyaset oyunları pek tehlikeli oyunlardır. Siyasette yanlış
hareketlerden bir millet için hasıl olacak facialar pek müthiş oluyor.
Meşrutiyet Tarihimizi, uçarılık, çöküş ve felaketimizi yazacak olan eleştirmenler,
muhalefeti büyük sorumluluklarla suçlayacaklardır.
Gerçekten muhalefet, öyle şekiller aldı ki en sonu siyasi
yaşamı henüz gelişmemiş toplumda karşılığı başlangıç halinde olan milli kitle
bir diğerine can düşmanı haline geldi.
İktidar taraftarlığı muhalifler gözünde bir cinayet şebekesi
gibi görüldü. Yöneticiler, milli muhalefetin tümünü asılmaya layık bir eşkıya
çetesi şeklinde gösterildi. İnkılabı tamamen içselleştirememiş olan halk bu
algılar sonucunda katı bir bölünmeye uğradı. Askerlerin bir bölümü muhalefetin
önemli bölümüne katılmış bir kısmı muhalif parti faal üyeleri olmalarından
ordunun merkezi de bozulmuş oldu.
Muhalefetin önemli bir kısmı 'İtilaf ve
Hürriyet' partisi halinde birleşmesiyle muhalefete tamamıyla meşru bir şekil
verileceği ümit olunuyordu. Bu ümit tamamıyla boşa çıktı. Ne yazık ki muhalefet
ileri gelenlerinin kişisel ihtirasları ve açgözlülükleriyle sakat oldukları
daha iktidara gelmeden bile açığa çıktı.
Amacımız İttihat Partisini aklamak veyahut da bu partinin
apaçık hatalarını örtmek değildir. Ancak bir partinin hataları diğer bir
partinin daha büyük hatalarını mazur göstermeyeceği gibi sorumluluklarını dahi
üzerinden alamaz.
Muhalif kanat siyaset ve yasal dairesinde durdukça önemli
bir görev yerine getiriyordu. Ancak rakiplerini 'derhal ve nasıl olursa olsun
düşürmek' amacını izlemeye başladığı zaman rakiplerine de 'derhal düşmemek'
amacını bir hak olarak vermiş oldu.
Şurası da dikkat çekicidir ki, muhalif kesimi idaresi
altında birleştirenler onu partilikten çıkarıp bir 'intikam komitesi' haline
sokanlar iktidar partisine 'hayat hakkı' vermiyorlardı. Onlara göre siyaset
İttihat ve Terakkiyi kapatmak ve yöneticilerini mahvetmekten ibaretti. Böyle
bir görüşe karşı acaba İttihatçılar: Hakkınız var biz cani ve hainiz. İşte
kendi elimizle iplerimizi boynumuza tuttuk. Buyurun bizi asınız mı diyecekler?
Aşırılık aşırılığı davet eder. Muhalefet iktidarı yıkmak
umuduyla sarhoş oldukları ve hele takma isimle, iktidarı bütünüyle ele
geçirdikleri zaman iktidardakileri kesinlikle yok edeceklerini partilerini kapatacaklarını
gizlemiyorlardı. Hatta birkaç kere de buna kalkışıldı.
Sadık Bey'in 'Hürriyet ve İtilaf Kulüplerinin Faaliyet
Değişikliği' bildirgesini Muhtar Paşa kabinesi güzel bir neden bilerek İttihat
kulüplerini kapadı.
İttihat ve Terakki partisinin Bab-ı Ali'ye hücumundan birkaç
gün evvel, bütün valiliklere emirler verilerek kulüpler kapanmış ve yazılmış ve
tutulan evrakların gönderilmesi emredilmişti.
Bab-ı Ali hücumundan bir gün önce, Bakanlar kurulunda
İstanbul’daki İttihat Kulüplerinin kapatılması ve üyelerinin tutuklanması
görüşülmüş ve rivayete göre Şeyhülislamın 'Valilikten evrak ve vesikanın
ulaşmasına gözcülük edilmesini' önermesi üzerine bu işten vazgeçilmişti.
Sadrazam Kâmil Paşa, birkaç kez gerçekleşen açıklamasında
'Cemiyetin (İttihat ve Terakki) öldüğünü' söylemişti. Bu tür düşünceler,
hazırlıklar ve girişime karşı İttihat Partisinin durması ve kabul etmesi ancak
güçsüzlük ve imkânsızlıklar halinde mümkündü.
Şurasını da vicdan sahibi ve gerçek vatanperverlerin gözleri
önüne koyarız ki: İttihat ve Terakki üyelerini tepeleyip sindirmede hızlı
davranmadığı ve İtilafçıları bakanlıklar ve büyük memurluklarla
ödüllendirmediği için İtilaf Partisi Kâmil Paşa kabinesini devirmeğe ve yerine
Nazım Paşanın iktidarında Gümülcineli Basri ve Hoca Sabri'den oluşan bir
kabineyi getirmeye kalkışmış ve Kâmil Paşa kabinesinin düşürülmesi için
cumartesi gününü seçmişti. Yani İttihatçılar perşembe günü Bab-ı Ali'ye hücum
etmemiş olsaydılar, cumartesi günü İtilafçılar hücum edecek ve kabineyi
devirecekti.
Gayet güvenilir olarak duyduk ki İstanbul Muhafızı Memduh
Paşa bazı önlemlerin alınması için Nazım Paşa'ya başvurduğu zaman Paşa "Birkaç
güne kadar sadrazam (başbakan) olacağım, bu gibi önlemlere asla gerek
kalmayacaktır. Cevabını vermiştir.
İşte bu açıklamadan da açık bir biçimde görülür ki Muhalif
Parti son zamanlarda artık bir parti şeklinden çıkmış ve safdil ve iktidarsız
Sadık Beyin gölgesi altında en muhteris birkaç kişiden oluşan bir ihtilal ve
intikam komitesi şekline girmişti. Zaten Gümülcineli ve Basri gibi birkaç
muhteris komitecinin egemenliği sonucunda parti başkanı Fuat Paşa, Lütfi Fikri
Bey ve arkadaşlar, Şaban Efendi ve O'nun gibi kin ve düşmanlıktan uzak adamlar
partiden ayrılmışlardı.
Özetle siyaset meydanı, fikir ve mantık, meslek ve
program sahipleri yerine, harisler, intikamcılar, gizli komiteciler
(teröristler) dolmuştu. Acaba muhalefete bu şekli verenlerin son durumda hiçbir
sorumluluğu yok mudur? Acaba İttihat ve Terakkinin programını aldıkları halde
bazı ileri gelenlerinin davranış ve düşüncesini almayanlardan oluşan
muhalefetin büyük çoğunluğunun, bir iki muhterisin başkanlığı için çalışmış
olduklarını anladıkları zaman ne düşüneceklerdir? Hiç kuşku yok ki tamamı
çaresizce;
Eyvah ki bu baziçede (oyunda) bizler yine yandık!
Diyeceklerdir. Ancak bakışımızı bu çirkin aşamalardan en
çirkinine savaş aşamasına çevirirsek, acaba Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa
kabinelerini sorumluluktan kurtarma imkânını bulur muyuz? Asla.
Bütün Rumeli’nin elimizden çıkması ile sonuçlanan uğursuz
savaştaki yenilgimizin nedenlerini incelediğimizde görürüz ki; bu nedenlerin
bir takımı tarihsel, diğer bir takımı da askerin siyasetle uğraşı, orduya
gayr-i Müslimlerin kabulü, ahlaksızlığın yaygınlığı gibi durumlara ait olmakla
beraber asıl neden, her iki kabinenin ve özellikle her iki kabinedeki bilinen
kişilerin gaflet ve hatasıdır.
Hükümet Avrupa siyasetine aldanmıştı. Büyük Devletlerden
bazıları, özellikle İngiltere Balkanların Osmanlı Devleti’ne
saldırmayacaklarına güvence vermişlerdi. Acaba kime? Hiç kuşku yok ki siyaseti
ve zekâsı göklere çıkarılan ve durum böyleyken bütün ömrünü başarısızlıklar
içinde geçirmiş olan Kâmil Paşaya.
Bu güvence sonucunda Rumeli de sınırlara yakın mevkilerde
konuşlanmış yüz otuz bin kişi terhis edildi. Bu, mahalle bekçilerinden oluşmuş
dahi olsa, bir hükümetin yapmayacağı hatalardandı. Böyle bir hata yapıldıktan
sonra yine savaşa kalkışmak, açıktan açığa vatana ihanet sayılabilirdi.
Hükümet, savaşacak halde olmadığını biliyordu. Daha doğrusu
bu gerçek, kabinedeki asıl üyelerin tamamınca biliniyordu. Şu hâlde yenilginin
kesin olduğu bilinirken niye savaş ilan etti? Sırf konumunu korumak için. Evet,
o uğursuz koltukların aşkı ve rakiplerinin iktidara gelmemesi gayretiyle,
savaşa hazır olmadıklarını bildikleri halde yine savaş ilan ettiler. Eğer
kabine savaş taraftarı olmasaydı, durulacaktı. Millet, ordusuna güveniyordu.
Rumeli'den yüz otuz bin kişinin terhisi, hızlıca giderilmesi imkânsız bir
felaket olduğunu millet takdir edemezdi.
Müttefik devletlerinin çıkaracağı dört
yüz elli bin kişiye karşı koyacak bir gücün sınırlara sevkini ayların alacağını
millet anlayamazdı. Dolayısıyla savaşmak isteyen kabine, kamuoyunun karşı
duruşu karşısında istifa zorunda kalacaktı. Böyle bir istifa, hem bir görev
namusu sergilemek ve hem de kabinenin asker terhisinden ibaret hatasına karşı
doğal bir ceza olurdu. Ancak kabine, konumunu korumayı her şeye tercih etti. Ve
bunun üzerine savaş ilan etti. Bu bir savaş değil, bir intihardı.
Hükümetin savaş ilan edemeyecek bir halde olduğunu itiraf
etmekte olmasına pek çok kanıt vardır. Özellikle boşboğazlıkta, beceriksizlikte
ünlü olan İçişleri Bakanı (Dahiliye Nazırı) Daniş Bey, hükümetin durumunu her
önüne gelene söylemekteydi. Bir gün arkadaşlarımızdan (şimdilik ismini
söylemeye gerek görmüyoruz) bir kişinin ziyaretine gitmiştik. Konuşma esnasında
bize şu sözleri söyledi:
- İki saat önce İçişleri Bakanı Daniş beyin yanındaydım.
Bana şu sözleri aynen söyledi: " Eğer İngiltere hükümeti Bulgarları bir
hafta daha oyalamaz da bugün yarın savaş ilan edecek olurlar ise, bir karşılık
görmeden Çatalca ve İstanbul'a geleceklerdir."
Demek ki, Bakanlar Kurulu, askeri terhis sonucunda
savaşamayacaklarını biliyorlardı. Daniş Beyin şu itirafından sonra on gün
geçtiği halde hükümet yine savaşa hazır değildi. Tren katarlarının sevk ve
idaresi Şirketten alınmış ve bu işle uğraşmayan subaylara verilmişti. Bunlar,
Şirketin sevk edebileceği trenlerin ancak yarısı kadar sevk ettiler ve sevkiyat
ağlanacak bir düzensizlikte yapıldı. Hatta ibret vericidir ki sonradan
sevkiyatın idaresi yine Şirkete iade edildiği zaman, Şirket müdüriyeti, hattın
çeşitli noktalarında terk edilmiş hasarlı vagonlar içinde çokça savaş gereci
bulunmuş ve bunlardan ordu yöneticilerinin haberi olmadığı anlaşılmıştır.
Ancak kabinenin en korkunç kötülüğü iki noktada toplanıyor.
İlkin: millet ve vatan için hayat ve memat sorunu olan böyle
bir savaşta parti ve karşıt görüşleri bir tarafa atmak ve ordunun önemli bir
kısmını işlemez bırakmamak gerekirken bütün önemli görevleri, rütbe ve
konumlarına bakılmayarak yalnız İtilaf mensubu subaylara verildi.
İttihat mensubu subaylara güvensizlikle muamele edildi. Ve
adeta onlara ordu içinde düşman gibi muamele olunarak çaba ve gayretleri
kırıldı. Halbuki dört yıldır, ordunun sevk ve idaresi Mahmut Şevket Paşa
merhumun etrafında toplanan İttihatçı subaylar tarafından yapılmıştı. Hele
Levazım tarafının hakkıyla yönetilmesini onlardan başkası yapamazdı. Böyle iken
sevkiyat gibi Levazım işleri için de taraftar ve üye Subaylar tercih edildi,
ordu bu kadar bol erzaka rağmen aç bırakıldı. Savaş mühimmatı birkaç orduyu
idare edecek bollukta iken birçok askeri kıta mühimmatsız bırakıldı.
Yabancı
muhabirlerin de tanıklığı ve itiraflarında Kırk Kilise ve Lüleburgaz
savaşlarında Bulgarların eline pek çok erzak geçtikten başka henüz sandıklardan
çıkarılmamış mitralyözler ve elli bin Frank değerinde ilaç olduğu ortaya çıktı.
Bu kadar önemli bir savaşta, dört senedir Savunma
Bakanlığını yöneten Mahmut Şevket Paşa'nın deneyim ve bilgilerinden yararlanmak
kadar doğal bir şey olamazdı. Paşanın hiç olmazsa ordu kumanda nakillerinden
birine atanması zorunluydu. Ancak kabine, savaşı değil, mevkilerini korumayı
düşündüğünden Mahmut Şevket Paşayı bir işe atamazlıktan öte Kâmil Paşa
kabinesi, Paşanın adını yasaklamış ve gazetelere yazılmasını bile engellemişti.
Kan ağlanacak faciadandır ki; düşmanın en şiddetli
saldırılarına komuta merkezinin maruz kalacağı apaçık iken istihkâmlardaki
projektörlere gereken kömür takımları kuşatmadan birkaç gün önce İstanbul'da
aranıldı ve yetersiz bir miktarı bir Almandan satın alınarak gönderildi.
İkinci olarak: Komutanların seçiminde dahi en yanlış bir
biçimde hareket edildi. Bir teğmen görevini yerine getirmekten aciz olan
Mısırlı Aziz Paşa'nın, önemli bir parti ve zaptiye (askeri polis) erliğinden
yetişmiş olan Tahsin Paşa'nın Yunan sınır komutanlıklarına atanması somut bir
örnek olarak gösterilebilir.
Bu yapıt bütün yanlışları saymaya, bütün faciayı
ayrıntılarıyla anlatmaya müsait değildir. Bununla birlikte özet olarak
diyeceğiz ki: bir sürü ayak takımının ve bu arada irilik ufaklı oğullarıyla
uşağının ve hatta muhbirlikten siyasiliğe ulaşmış olan horoz dövüştürücü
pehlivan kaderinin yazıcısı olan Kâmil Paşa'nın hamiyet ve usta siyasetine ümit
bağlayanlar vatan ve millet için hayır bekleyenler, pek acı şekilde aldandılar.
Bir kere düşünmeli ki, koca Osmanlı Milletinin hakkıyla
idaresini, mal edinim ve can güvenliğini sağlamak görevini üstlenmiş olan Kâmil
Paşa, kendi hükümetine, kendi nefsini bile koruyamayacağına kanaat getirmiş
olduğundan, can güvenliğini sağlamak için Siglili Mustafa gibi bir cani müfteri
aylakla evinde oturuyordu.
Kötü yönetime gelince: bunları saymaya imkân yoktur. Abdülhamit
döneminde bile memuriyetlerin satılışı böyle bir rezil düzey bulmamıştı.
İşte muhalifler namına iktidara gelen iki kabinenin az zaman
içinde yaptığı icraat bunlardan ibarettir. Şimdi de muhalefetin görüntüsüne,
siyasi özelliklerine geçeceğiz. Zaten eserin yazılma amacı da budur. Acaba
İtilaf Partisinin dağılması üzerine kurulan İtilaf komitesi ne yaptı? Ve henüz
parti mevcut iken ne yapmıştı? Bugün bir muhalefet partisi var mıdır? Varsa
örnekleriyle muhalefet yapmaları mümkün müdür? İşte kamuoyunun gözü önüne
koymak istediğimiz gerçekler bunlardır.
Muhaliflerin tümünü vicdansız ve düşüncesiz kabul etmek asla
doğru bir şey değildir. Onların içinde de pek çok temiz, iyi niyetliler vardır.
Çoğunluğunun iyi niyetinden kimse kuşku duyamaz. Ancak şurası var ki, muhalif
kesimden herkes, muhalefetin verdiği sonucu takdir edemeyeceği gibi gizli
kapaklı oynanmış olan oyunları da bilmez. Halbuki her olanın, her gerçeğin
apaçık bilinmesi gerekir.
Bundan sonra
muhalif kalacaklar için özgür vicdanlarını korumak zorunludur (farzdır). Yoksa
vatan ve milletleri zararına olarak sadaret (başbakanlık) budalası Şerif'in
arzusu, müflis Prensin servet kazanması, Gümülcinelinin bakanlığı, Basri'nin
baş kitabeti gibi şahsi çıkarlarına alet olmuş olurlar. Muhalefetin bu şekli,
muhalefetin bu şahıslarla idaresi artık dürüstlük ortamında ve haysiyette iflas
etmiştir. Biz bunu söylemeyi vicdani bir görev biliyoruz. Zira böyle
ihtiraslar, böyle aciz ve zavallı fikirli adamlar ile vatanın kalan kısmının da
elden gideceğini kesin olarak biliyoruz.
Bize denilecek ki; "muhalefetsiz Meşrutiyet olmaz.
Meşrutiyet demek muhalif partilerin, karşıt düşüncelerin çatışması, dengesi
demektir."
Biz buna diyeceğiz ki; farklı, muhalefetli, çatışmalı
Meşrutiyetimiz, ordunun bozulmasına, milletin iki düşman kampına ayrılmasına,
her muhterisin millet zararına bin türlü tamahlara düşmesine ve en sonu koca
Rumeli'nin gitmesine neden oldu. Yine böyle partilerle, böyle muhaliflerle,
böyle tartışmalarla işe devam edersek, biraz sonra Anadolu da elimizden
gidecek, vatan elden gider, bu soylu millet mahkûm olursa, işte o vakit hepimiz
bir partiye zorla ait ettirileceğiz, sefiller, düşkünler, mahkumlar
partisi!"
Acaba muhalefetli, çatışmalı (fikir tartışması)
Meşrutiyetten beklenen bu mudur? Ve bu sonuca hangi vatanperver razıdır?
Madem ki yönetici yokluğu, bir muhalefet partisini idare
edecek kişilerin azlığı belki yokluk derecesindedir, işin ehli ortaya çıkıncaya
kadar hiçbir partiye tabi olmayarak özgür vicdanı ile hareket vatani bir
görevdir.
Evet bu bir vatani görevdir. Başka türlü muhalefette, yani
Şerif Paşa tarzı muhalefet gelince: emin bir vicdan ile söylemekten çekinmeyiz
ki bu şekilde bir muhalefet, eğer ihtirasla karışık bönlük ve aptallık eseri
değilse, bir cinayettir. Paris’te şampanyalar içerek Osmanlı hükümetini yabancılara
sürekli aşağılamaktan, küçük düşürmekten ne çıkar? Ve bundan memleket için ne
gibi fayda ümit edilir?
Muhtar ve Kâmil Paşalar kabinesi, milletvekili seçimleri
yapmadığından bugün hali hazırda bir millet meclisi yoktur. Böylece mevcut
hükümeti kanun vasıtasıyla devirme imkânı yoktur. İhtilale gelince; Kâmil Paşa
kabinesiyle muhaliflerin elinde hükümetin bütün gücü mevcut bulunduğuna göre
mevkilerini korumak kadar kolay ve basit bir şeyi başaramayacak derecede aciz
ve gaflet gösterdiler. Bu kadar aciz ve gafil adamların önderliğinde bir
ihtilal yapmak ümidi, son derece boş ve anlamsız bir şeydir. Durum böyleyken
bir kısım muhalifler bu yola baş vurmadı değil. Sonucun ne olduğunu analize
gerek duymuyoruz.
İhtilal: millet adına hareket yetkisine sahip olanların
milletle beraber yapacağı, harekete denilir. Geneli paralı ve çoğu milletin
arzusuna yabancı adamların ve ötekini berikini darp ile katli ve idam ile
yapılan hareketlerin en basit adı eşkıyalıktır. Mademki mevcut hükümeti ne
kanun vasıtasıyla ve ne de milli ayaklanmayla devirmek imkânı yoktur, Şerif
Paşa usulü yapılacak muhalefete, düşmanlık ve ihtirasla, intikam amacı ve şahsi
menfaat ile işlenen cinayet adını vermek zorunludur. Acaba iktidarı altında
bulunmak zorunda kaldığımız hükümeti, Avrupalılar nazarında kötülemek,
aşağılamak ve kan dökücü zalim gibi göstermekten bu memleket için ne fayda
umulur?
Hemen bütün ülke sorunları, belirsiz bir şekilde duruyor. Hükümetin
başında barış görüşmelerinden başka Şark vilayetleri, Suriye vesaire gibi
yabancı oyuncular elinde birer açmaz hükmünde olan sorunlar var. Bu sorunları
ancak hükümet çözecek. Bu kadar esaslı sorunu çözmek zorunda olan, çünkü
dediğimiz gibi ne yasal olarak ne de milli bir kalkışmayla düşürülmesi mümkün
olmadığı görülmüşken hükümeti küçük düşürmek, aşağılamakla uğraşmak:
Avrupalıların iştahını, isteklerini artırmaktan, halkı birbirine düşürmekten
başka bir sonuç başka bir kazanım veremez. Eğer muhaliflik bu ise, her temiz
vicdanlı itiraf eder ki, bu bir hıyanettir.
Eğer şu satırlardaki içtenlik ve acılığı hissedecek
derinlikte bir adam olsaydı, Şerif Paşaya (ve kendi gibi düşünen ve yapan
gibilere) derdi ki:
- Paşa yaptığınız, sizin ve sizin gibilerin yönettiği
muhalefet, acizler, hatalar, kumarhaneler, meyhaneler, eşkıyalıklar ve
cinayetler içinde iflas etti. Eğer zerre kadar insaf ve anlayışınız, vatan
sevgisi ve vicdanınız varsa, bu gerçeği itiraf ederek artık susunuz!
Ancak Paşa ve benzerleri, bu gerçeği anlayacak güruhtan
değildir. İnşallah biz bu hususta yalancı çıkarız. Yine de biz eserimizi ne bu
paşa ve benzerlerine ve ne de ihtirasları peşinde koşanlar için yazmıyoruz.
Muhalefetin oluşması için çalışırken saf ve iyi niyetle çalıştık ve milletin de
bu özelliğe uymasına uğraştık, ancak muhalefet, bir güç haline girdiği vakit
pek garip aşamalar geçirdiğini ve bütün ümitlerimizin boşa çıktığını gördük. Ve
artık koşullar, bu program ve bu liderlikle vatan ve millete yararlı bir
muhalefetin mümkün olmayacağına vicdanen kanaat getirdik. Bu kanaat, bizi şu
gerçekleri göz önüne sermeye sevk etti. Vazifemizi yaptık.
İnşallah şu esercikle millete kaşı bir görev yerine getirmiş
oluruz. Tarafsızlığı vatani görev bilen Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi.
Cemal Çalık, 11.03.2020, Konuk Yazar, Sonsuz Ark,
Facebook
Sonsuz Ark'ın Notu:
ŞEHBENDERZÂDE AHMED HİLMİ
(1865-1914) Son dönem Osmanlı fikir adamı. İslam Ansiklopedisi
Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de (Plovdiv) doğdu. Babası Şehbender Süleyman Bey, annesi Şevkiye Hanım’dır. Filibe’de başladığı öğrenimine İstanbul’da devam etti. Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ni bitirince Posta ve Telgraf Nezâreti’nde, ardından Düyûn-ı Umûmiyye Nezâreti’nde çalışmaya başladı (1890). Görevli olarak gittiği Beyrut’ta Jön Türkler’le temas kurdu ve onların yönlendirmesiyle Mısır’a kaçtı. Orada Jön Türkler’in kurduğu Terakkî-i Osmânî Cemiyeti’ne girdi, ayrıca Çaylak adıyla bir mizah dergisi çıkardı. İstanbul’a döndüğünde tutuklandı ve Fîzan’a sürüldü (1901). Sürgünde iken tasavvufa ve Senûsîlik hareketine ilgi duydu, bu arada Arûsiyye tarikatına intisap etti. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra döndüğü İstanbul’da bir süre Dârülfünun’da felsefe müderrisliği yaptı ve Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye üyeliğinde bulundu. Kısa bir süre İttihâd-ı İslâm adıyla haftalık siyasî bir gazete yayımladı. Gazetenin kapanmasının ardından İkdam, Şehbâl, Yeni Tasvîr-i Efkâr ve Sırât-ı Müstakîm gibi gazete ve dergilerde siyasî ve felsefî yazılar yazdı. 21 Nisan 1910’da dönemin neşir hayatında önemli bir yeri olan haftalık Hikmet’i çıkarmaya başladı; bu sırada Hikmet Matbaa-i İslâmiyyesi’ni kurdu. Hikmet’i yayımlamaya devam ederken 26 Ağustos 1911’de Millet ile Musâhabe ve ardından yine Hikmet adıyla günlük bir gazete çıkardı. Bu yayın organlarında yazdığı yazılarda kendi adıyla birlikte tasavvufî yazılarında Şeyh Mihridîn Arûsî, mizahî yazılarında Coşkun Kalender, Kalender Gedâ, millî ve hamâsî şiirlerinde Özdemir gibi takma adlar yanında “A. H.” ve “F. A. H.” gibi rumuzlar kullandı.
Başlangıçta İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni destekledi; ancak II. Meşrutiyet’ten sonra giderek artan yanlış davranışları yüzünden cemiyeti ağır bir dille eleştirmekten çekinmedi. Muhalefetteki Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nı da tenkit etti. Hem bu eleştirileri hem de siyonizme ve masonluğa yönelik suçlamaları yüzünden dergi ve gazeteleri sık sık kapatıldı. Mücadeleden yılmayıp eleştirilere devam edince 9 Ekim 1911’de matbaası kapatılarak önce Kastamonu’ya, ardından Bursa’ya sürüldü. Bir süre sonra aftan faydalanıp İstanbul’a döndü. 1 Ağustos 1912’de Hikmet’i yeniden yayımlamaya başladıysa da aynı yılın 25 Ekiminde gazete tekrar kapatıldı. 30 Ekim 1914’te âniden öldü, cenazesi Fâtih Camii hazîresinde defnedildi. Beklenmedik bir şekilde ölümü bakır zehirlenmesine bağlandıysa da masonlarla ilgili neşriyatından dolayı bir komploya kurban gittiği de ileri sürülmüştür.
II. Meşrutiyet döneminin önde gelen fikir adamlarından biri olan Şehbenderzâde Ahmed Hilmi siyasetin yanı sıra kelâm, felsefe, tasavvuf ve tarihle de meşgul olmuş, ayrıca şiir, roman ve tiyatro eserleri kaleme almıştır. Yazılarında sürekli biçimde Batı taklitçiliğine karşı çıkmış, özellikle Tanzimat’la başlayan modernleşme hareketinin geleneksel Osmanlı-İslâm kültür ve kurumlarıyla nasıl uyuşmasının gerektiği üzerinde durmuştur. XIX. yüzyılın hâkim felsefesi olan maddeciliği reddetmiş, İslâm felsefesiyle Batı felsefesi arasında zaman zaman uzlaşma yolları aramıştır. Ludwig Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini tercüme eden Bahâ Tevfik’i, aynı eseri savunan Celâl Nuri’yi (İleri) ağır ifadelerle eleştirmiş, metot olarak eklektizmi tercih etmiştir. Tasavvufa ve bilhassa vahdet-i vücûd anlayışına ayrı bir önem vermiş, daha çok Kuzey Afrika’daki tasavvuf kültürünün Osmanlı dünyasında tanınması yolunda gayret göstermiştir.
Eserleri. A) Dinî ve Fikrî Eserler. 1. Senûsîler ve On Üçüncü Asrın En Büyük Mütefekkir-i İslâmîsi Seyyid Muhammed es-Senûsî (İstanbul 1325, 1333). Alt başlığı, Abdülhamid ve Seyyid Muhammed el-Mehdî ve Asr-ı Hamîdi’de Âlem-i İslâm ve Senûsîler olan eser, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid adıyla İsmail Cömert tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1992). 2. Müslümanlar Dinleyiniz (İstanbul 1326). Şeyh Mihridîn Arûsî takma adıyla yazılmış olan eserde halka dinî bilgiler verilmektedir. 3. Târîh-i İslâm (I-II, İstanbul 1326-1327). R. Dozy’nin Târîh-i İslâm adıyla Abdullah Cevdet tarafından Türkçe’ye çevrilen eserindeki hatalı görüşleri tenkit amacıyla kaleme alınmış olup Şehbenderzâde’nin en önemli kitabıdır. Eser, Ziya Nur tarafından çeşitli ilâvelerle üç misli genişletilerek yeni harflerle de yayımlanmıştır (İstanbul 1971, 1974). 4. İlm-i Ahvâl-i Rûh (İstanbul 1327). 5. Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Yahut Huzûr-ı Fende Mesâlik-i Küfür (İstanbul 1327). Modern inkârcılığa cevap olarak yazılan eseri Necip Taylan ve Eyüp Onart kısmen sadeleştirerek yayımlamıştır (İstanbul 1977). 6. Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara Rehber-i Siyâset (İstanbul 1327, Şeyh Mihridîn Arûsî takma adıyla). 7. Akvâm-ı Cihân (İstanbul 1329). Asya ve Afrika topluluklarıyla ilgili etnografik bir eserdir. 8. İki Gavs-ı Enâm: Abdülkadir ve Abdüsselâm (İstanbul 1331, Mihridîn Arûsî takma adıyla). Şeyh Abdülkādir-i Geylânî ve Arûsiyye tarikatı şeyhi Abdüsselâm el-Esmer el-Feytûrî hakkındadır. 9. Türk Rûhu Nasıl Yapılıyor? (İstanbul 1329, Özdemir takma adıyla). Türkler’in özelliklerini ve tarihteki yerlerini ele alan bir kitaptır. 10. Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?: Dârülfünun Efendilerine Tahrîrî Konferans (İstanbul 1329). Üniversiteli Gençlerle Bir Konuşma adıyla yeniden yayımlanmıştır (İstanbul 1963). 11. Beşeriyetin Fahr-i Ebedîsi Nebîmizi Bilelim (İstanbul 1331). Hocaoğlu İ. Hakkı tarafından aynı adla neşredilmiştir (İstanbul 1980). 12. Huzûr-ı Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti (İstanbul 1332). Celâl Nuri’nin Târîh-i İstikbâl adlı eserinin ilk cildinin tenkidi olup İlim Karşısında Maddecilik adıyla Sadık Albayrak tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1975). 13. Muhalefetin İflâsı (İstanbul 1331). Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na yönelik eleştirileri içermekte olup aynı adla Ahmet Eryüksel tarafından neşredilmiştir (İstanbul 1991). 14. Üss-i İslâm: Hakāik-i İslâmiyye’ye Müstenid Yeni İlm-i Akāid (İstanbul 1332). Temel itikadî esasları sade bir dille anlatan bu risâleyi Ahmet Özalp İslâm İnancının Temel İlkeleri (İstanbul 1987), A. Bülent Baloğlu ve Halife Keskin İslâm’ın Esası (Ankara 1997) adıyla yayımlamışlardır.
B) Edebî Eserler. 1. Vay Kız Bekçiyi Seviyor (İstanbul 1326). Kalender Gedâ takma adıyla yazılmış bir tiyatro eseridir. 2. İstibdâdın Vahşetleri yahut Bir Fedâinin Ölümü (Oyun, İstanbul 1326). 3. A‘mâk-ı Hayâl*. İç huzurunu arayan bir gencin mânevî seyahatini ve tasavvufî macerasını anlatan felsefî bir roman olup büyük ilgi görmüş ve defalarca basılmış (İstanbul 1326, 1341, 1958, 1998), Refik Algan tarafından Awakend Dreams: Raji’s Journey with the Mirror Dede adıyla İngilizce’ye çevrilmiştir (Putney 1993). 4. Öksüz Turgut (İstanbul 1326). Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan bir romandır. Yiğit Osmanlı Akıncısı Öksüz Turgut (İstanbul 1972) ve Öksüz Turgut (İstanbul 1977) adıyla da yayımlanmıştır. 5. Şiirler. Müellifin “Özdemir” mahlasıyla yazdığı şiirleri Fevziye A. Tansel derlemiştir. Şehbenderzâde hakkında yapılan çalışmalarda onun neşredilmemiş birçok eserinin bulunduğu kaydedilir. Sadık Albayrak, yayıma hazırladığı Huzûr-ı Akl u Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti’nin başında dergi ve gazetelerde çıkan makalelerinin listesini vermiş, bir kısmının muhtevasını özetlemiştir. M. Zeki Ekici yaptığı doktora çalışmasında müellifin eserlerini ele alıp tanıtmış (bk. bibl.), Ahmet Koçak, Hikmet dergisinde çıkan yazılarını bir araya getirerek Hikmet Yazıları adıyla yayımlamıştır (İstanbul 2005).
Fikirleri. Osmanlılar’ın son döneminde toplum meseleleri ve devletin geleceği hakkında yapılan tartışmalarda Batıcı aydınlara karşı mücadele eden İslâmcı düşünürler arasında yer alan Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin görüşleri daha çok Batılılaşma hareketi, materyalist akımlar, dinî ilimlerde yenilik ve müslümanlar arasında siyasî birlik konularında yoğunlaşmıştır. Şehbenderzâde, Avrupa ile rekabet edebilmek ve modern dönemde hayatta kalabilmek için yeni bilgileri gerekli görür, buna mukabil Batı kültür ve medeniyetinin olduğu gibi alınmasına karşı çıkar. “Osmanlı toplumunun gelenek ve değerlerine ters düşmeyen modernleşme” diye özetlenebilecek bu yaklaşıma göre tarihi dikkate almadan Avrupa’yı körü körüne taklit etmeye kalkışmak toplumu ya sosyal kanunlarla çatışıp başarısızlığa sürükler ya da kültürel kimliğini kaybettirip benliğinden ve dininden uzaklaştırır. Bu sebeple yapılması gereken şey dinî duygularla ilmî prensipleri bağdaştırmak ve onları birbirine yardımcı kılmaktır (Târîh-i İslâm, II, 662-663). Avrupa medeniyetinin taklit edilmesi sahip olunan yüksek değerlere zarar vereceği gibi Batı’dan gelen her şeye karşı taassup gösterilmesi de hayatın değişen şartlarına ayak uydurmayı engeller. “Ne taassup ne kötü taklit” sloganını rehber edinerek bu konuda seçmeci bir metot takip etmek en doğru yoldur. Batılı yazarların birkaç sözünü nakletmekle yetinen yarım âlim ve yüzeysel düşünürlerle sadece görüntüye dayalı bir yenilik gerçekleştirilebilir. Batı medeniyetinin sanayi ve teknolojisi takdire değer olmakla birlikte yalnız maddî ihtiyaçları karşılaması dolayısıyla eksiktir; dinî ve ahlâkî prensiplere yer vermediği için kendi toplumlarını makineleştirmektedir. Ayrıca bir yandan hak, eşitlik ve özgürlük gibi ilkeleri savunurken diğer yandan başka toplumları sömürmeye çalışması bu medeniyetin asıl yüzünü ortaya koymaktadır (Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, s. 4-6, 18; Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?, s. 45-46).
Şehbenderzâde’nin Batı düşüncesi ve kültürüne yönelttiği eleştirilerin odak noktasını, İslâm dünyasını da etkilemeye başlayan materyalizm ve pozitivizm gibi din karşıtı akımlar oluşturmaktadır. Materyalistlerin düşüncesinde yalnız dinin değil yüksek felsefenin bile yerinin bulunmadığını belirten Şehbenderzâde biyolojik materyalizmin temsilcilerinden Ernst Haeckel’i tenkit eder. Buna göre her şeyi madde ve kuvvete indirgeyen Haeckel’in “fizyolojik soyutlama” diye tanımladığı kuvvete âdeta yaratıcılık, idrak ve şuurlu faaliyet fonksiyonu vermesi bilim ve felsefeyle bağdaşmaz. Bu yaklaşım tarzı insanları taşlarla aynı seviyede tutmakta, ayrıca ilme değil tahmin ve faraziyelere dayanmaktadır. Haeckel ve diğer materyalistler, aslında hiçbir felsefî problemi halledemedikleri gibi varılan kısmî çözümleri de inkâr veya tahrif ederek insan vicdanını derin bir karanlık içinde bırakmışlardır. Bunlar bir taraftan metafiziği inkâr etmekte, diğer taraftan gözlem ve deneye dayanmayan çıkarımlarla âdeta yeni bir metafizik kurmaktadır. Materyalistlerin madde ve kuvvetin sonsuzluğu ve kendiliğinden oluşması gibi tezleri gözlem ve deneyle elde edilemeyen bazı kabullerden ibarettir. Yok edilemeyeceği var sayılan bir şeyin yani maddenin yaratılamayacağını savunmak isabetli bir görüş olmadığı gibi maddenin imha edilebileceğini düşünmek de ilim dışı ve tutarsız bir fikir değildir. Şehbenderzâde’nin bu değerlendirmesi maddenin enerjiye dönüşmesiyle ilgili bilimsel gelişmelerle uyum göstermektedir. Şehbenderzâde bu yaklaşımlarını büyük ölçüde Henri Poincaré’nin görüşlerine borçludur. Materyalizmi eleştirirken ona atıflarda bulunarak düşünce dünyasında fikirlerin devamlı değiştiğini, ilim adamının sadece sınırlı tecrübelerinin sonuçlarıyla kesin hüküm veremeyeceğini, deneysel verilerin bir prensibe bağlanması gerektiğini söyler ve gerçekleştirilen son araştırmalarla maddenin kütlesinin bile artık kendi aslî unsuru sayılmadığını savunur (Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, s. 97, 119; Huzûr-ı Akl u Fende, s. 72-79, 109).
Faraziyelerin kesinlik ifade etmeyip daima değişebileceğini vurgulayan Şehbenderzâde, dönemin bilimsel kabul edilen nazariyelerine karşı en temkinli davranan şahsiyetlerden biridir. Ona göre nazariyelerin dayandığı hipotezler birer tahmin olup ilmî araştırmayı yönlendirme işlevi görür. Araştırmalar bitmeyeceği için bilim hiçbir zaman son sözünü söyleyemeyecektir. Değişmez prensip olarak kabul edilen teorilerin bile (Carnot, Newton, Lavosier ve Meyer kanunları dahil) bugün temelleri sarsılmıştır. İnsanlığın yeterince bilinen yedi sekiz binyıllık tarihi içinde değişmeyen, kıymetini hiç kaybetmeyen bir tek ilmî gerçek bile kalmamıştır. Bazıları tarafından bilimsel gerçekler diye sunulmaya çalışılsa da materyalist nazariyeler Avrupa’da artık eskimiş fikirler diye görülmeye başlanmıştır. Tarih boyunca insanların büyük çoğunluğu din ve ahlâk karşıtlığını reddetmiş, inkârcı gruplar varlıklarını kısmen sürdürmüşse de bunlar hiçbir zaman çoğunluğu teşkil edememiştir. Düşünebilen her insan kendisinin ezelî ve ebedî olmadığı, varlığının kendi başına gerçekleşmediği ve mükemmelliği yansıtmadığının idraki içindedir. Ayrıca kendisinde bulunan bunca yetenek ve özelliğin tesadüfen meydana gelmediğini, yokluktan varlık kazanma düşüncesinin temelsiz bir iddiadan ibaret bulunduğunu anlamaktadır (a.g.e., s. 6-8, 37-38, 88-95, 138-143).
Şehbenderzâde pozitivizmin öncüsü kabul edilen Auguste Comte’a da eleştiriler yöneltir. Onun bazı düşüncelerini ve insanlık tarihini dönemlere ayırmasını ilginç bulmakla birlikte ilâhî dinleri inkâr ettikten sonra kendi pozitivist dinini kurma ihtiyacından kurtulamadığına vurgu yapar. Ona göre bu durum bazı gerçekleri ortaya koymaktadır. Birincisi, en yanlış yönelişleri benimseyenler dahil olmak üzere insanların mânevî ihtiyaçlardan uzak kalamayacağı gerçeğidir, bu ihtiyaçların başında ise ilâh ve din fikri gelir. Diğeri hiçbir akıl sahibinin Allah’ı bütünüyle inkâr edemeyeceği realitesidir. İnsan kendi varlığını ve dış âlemdeki nesneleri inkâr edemediğine göre bunlara değişmeyen bir sebep aramaktan kurtulamaz. Bu ihtiyaçlarını bazı nesne ve kavramları yüceltmek suretiyle giderenler bile sonuçta ulûhiyyet fikrinin vazgeçilmez bir gerçek olduğunu ispatlamış demektir (Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, s. 40). Batı düşüncesi ve fikir akımlarıyla ilgili görüş ve değerlendirmelerinde geniş ufku, ilmî istidlâlleri ve felsefî tartışma seviyesi bakımından Şehbenderzâde’nin dönemin diğer İslâmcı yazarları arasında üstün bir mevkiye sahip olduğu görülmektedir (krş. Ülken, s. 290).
Hayatla yenileşme arasında kuvvetli bağların bulunduğunu kabul eden Şehbenderzâde hayatla mevcut durumu koruma fikrini birleştirmenin imkân dahiline girmediğini söyler ve asırlardan beri dinle ilgilenmelerin İslâm toplumunu zaman dışında yaşatmaya çalıştıklarını, bunun da büyük bir hata olduğunu belirtir. İtikadî esaslarda değişimin düşünülemeyeceğini, fakat sosyal hayatta farklı ihtiyaçların ortaya çıkabileceğini, bunun için ictihadın tekrar işler hale getirilmesinin gerektiğini vurgular. Yapılacak şey, ictihad anlayışı çerçevesinde dinî meselelere dair hükümleri ilmî esaslarla bağdaştırmak ve durmadan çalışıp fikir üretmektir. İctihad kapısının kapandığını söylemek insanların sosyal ihtiyaçlarını görmemek demektir. Bu ihtiyacın karşılanması için bir yüksek ictihad meclisinin kurulması ve bütün mezheplerden yararlanmak suretiyle problemlere çözüm getirecek ortak noktaların belirlenmesi bir zaruret haline gelmiştir (Târîh-i İslâm, II, 651-668). Modern bilimleri okuyup bazı konularda şüpheye düşen kişi seviyesi ne olursa olsun Ortaçağ’ın mantık ve birikimiyle ikna edilemez. Çünkü her zamanın bir ihtiyacı ve her dönem insanının bir zihniyeti vardır. Eski devirlerin fikrî ürünlerinin incelenerek doğru ve yararlı olanların alınması, sakıncalı görülenlerin terkedilmesi, ahlâka ve gelişmeye uygun olmayanların ise değiştirilmesi gerekir. Bu da dini ortadan kaldırıp yerine şüpheyi yerleştirmekle yapılamaz; zira toplumu ayakta tutan temelleri yıkıp yeni temeller inşa etmek milletçe bir çeşit intihara teşebbüs etmektir. Şehbenderzâde, dinin tebliğ ve tanıtımında kullanılan delillerin değerinden çok bunlardan hüküm çıkarma şeklinin ve ifade tarzının önem taşıdığını belirtir. Dinde inanç esaslarının yanı sıra dinî duygulara da sık sık vurgu yapar, bu yolla itikadî düşünceye yeni bir boyut kazandırmak ister. Ayrıca kendisini vahdet-i vücûd ekolünün mensubu olarak tanıtır ve kelâmcıların metoduna tam mânasıyla bağlı olmadığını kaydeder (Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?, s. 4; Huzûr-ı Akl u Fende, s. 126, 134-135, 146).
Şehbenderzâde, dönemin birçok âlimi gibi istibdat olarak nitelendirdiği saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş, bu sebeple İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni desteklemiştir. Batı’ya karşı panislâmist yaklaşımı öne çıkarmış, yayımladığı dergilerden birine İttihâd-i İslâm adını koyarak bu konudaki hassasiyetini göstermiştir. Derginin ilk sayısında müslümanların dil ve ırk farklılıklarını bir tarafa bırakıp birlik sağlamaları halinde iç meselelerini çözebileceklerini ve karşı karşıya kaldıkları dış tehlikelerden korunabileceklerini, İslâm’daki kardeşlik prensibinin yanı sıra içinde bulunulan dünya şartlarının da müslümanlar arasında birliği zorunlu kıldığını belirtir. Şehbenderzâde bununla tam bir idarî bütünlükten ziyade “ittihâd-ı ictimâ-i İslâm” adını verdiği, birbirini destekleyen farklı hükümetlerin varlığına imkân tanıyan toplumsal bir kaynaşmayı kastediyordu. Kendisini bu görüşe yönelten sebeplerin başında Osmanlı Devleti içinde milliyetçilik akımının hızla yayılması ve Balkanlar’da kopmalara yol açmasıydı. Osmanlıcılık düşüncesinin gerektirdiği ittihâd-ı anâsır fikrini sürdürmenin imkânsızlığını gördüğünden müslüman milletlerin devletten kopmaması için gayret gösteriyordu. Müslümanların iyice zayıflayıp işgallere mâruz kaldıkları takdirde Kuzey Afrika’da olduğu gibi Batılı ülkelerin esaretine mahkûm kalacaklarını düşünüyordu (Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, s. 25-26). Bundan dolayı Fizan’da sürgünde bulunduğu sırada tanıdığı ve görüşlerinden etkilendiği Senûsîler’in siyasî mücadelelerini ve ıslahatçı düşüncelerini takdir etmiş, ilk kitabını onlar hakkında yazmıştır. Osmanlılar’ın ağır buhranlar yaşadığı ve siyasî krizlere girdiği bir dönemde bütün meselelerle ilgilenen ve çeşitli engellemelere rağmen fikirlerini ortaya koymaktan vazgeçmeyen Şehbenderzâde din, gelenek ve modernleşme arasındaki gergin ilişkileri kendi içinde yaşayan, bunları çözümlemeye çalışıp eserlerine yansıtan bir fikir adamı olarak tarihte yerini almıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Onüçüncü Asrın En Büyük Mütefekkir-i İslâmîsi Seyyid Muhammed es-Senûsî, İstanbul 1325; a.mlf., Târîh-i İslâm, İstanbul 1327, II, 651-668; a.mlf. [Şeyh Mihridin Arûsî], Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara Rehber-i Siyâset, İstanbul 1327, s. 4-6, 18, 25-26; a.mlf., Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Yahut Huzûr-ı Fende Mesâlik-i Küfür, İstanbul 1327, s. 40, 97, 119; a.mlf., Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?: Dârülfünun Efendilerine Tahrîrî Konferans, İstanbul 1329, s. 4, 45-46; a.mlf., Huzûr-ı Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti, İstanbul 1332, tür.yer.; a.mlf., Üss-i İslâm: Hakāik-i İslâmiyye’ye Müstenid Yeni İlm-i Akāid, İstanbul 1332, tür.yer.; a.mlf., Hikmet Yazıları (haz. Ahmet Koçak), İstanbul 2005; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (Konya 1966), İstanbul 1992, s. 284-293; Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, İstanbul 1967, s. 132-166; Neşet Toku, Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe (Spiritüalizm) -İlk Temsilciler-, İstanbul 1996, s. 75-105; Zekeriya Uludağ, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara 1996, tür.yer.; a.mlf., “Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Eğitime Bakışı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, sy. 9, Samsun 1994, s. 233-245; Mehmet Zeki Ekici, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Hayatı ve Eserleri (doktora tezi, 1997), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; M. Sait Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, İstanbul 2008, s. 49-50, 59-60, 108, 130, 145; Ömer Aydın, “Filibeli Ahmed Hilmi’nin Din Anlayışı”, İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 4, İstanbul 2001, s. 69-107.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Konya 1966, II, 459-475; İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İstanbul 1986, I, 3-44; a.mlf., İslâmcıların Siyasî Görüşleri, İstanbul 1994, tür.yer.; a.mlf., “Ahmed Hilmi”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul 1999, I, 130-131; Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz, İstanbul 1995, s. 129-140; Zekeriya Uludağ, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara 1996; Mehmet Zeki Ekici, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi-Hayatı ve Eserleri (doktora tezi, 1997), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Selçuk Günay, “Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’ye Göre Meşrutiyet ve Çok Partili Sistemin Değerlendirilmesi”, Doç. Dr. Günay Çağlar Armağanı (ed. Mehmet İnbaşı), Erzurum 2004, s. 42-46; Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, Ankara 2008, s. 119-155; R. Uğur Uçar, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’de Türklük Tasavvuru, İstanbul 2009; Fevziye Abdullah Tansel, “Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin Özdemir Mahlâsıyla Yayımladığı Türklük-İslâmlık ve İslâm Birliği Mefkûresini Müdafaa Ettiği Şiirleri”, TDA, sy. 12 (1981), s. 149-171; Murat Belge, “Öksüz Turgut’un Zorlu Serüveni”, Kitaplık, sy. 81, İstanbul 2005, s. 42-53; Ahmet Tepekaya, “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Hikmet Dergisini Yayınlamasındaki Amacı”, Karadeniz Araştırmaları, sy. 8, Çorum 2006, s. 40-46; D. Mehmet Doğan, “Ahmed Hilmi, Şehbenderzâde”, TDEA, I, 66-67.
Sonsuz Ark'ın Notu:
ŞEHBENDERZÂDE AHMED HİLMİ
(1865-1914) Son dönem Osmanlı fikir adamı. İslam Ansiklopedisi
Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de (Plovdiv) doğdu. Babası Şehbender Süleyman Bey, annesi Şevkiye Hanım’dır. Filibe’de başladığı öğrenimine İstanbul’da devam etti. Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ni bitirince Posta ve Telgraf Nezâreti’nde, ardından Düyûn-ı Umûmiyye Nezâreti’nde çalışmaya başladı (1890). Görevli olarak gittiği Beyrut’ta Jön Türkler’le temas kurdu ve onların yönlendirmesiyle Mısır’a kaçtı. Orada Jön Türkler’in kurduğu Terakkî-i Osmânî Cemiyeti’ne girdi, ayrıca Çaylak adıyla bir mizah dergisi çıkardı. İstanbul’a döndüğünde tutuklandı ve Fîzan’a sürüldü (1901). Sürgünde iken tasavvufa ve Senûsîlik hareketine ilgi duydu, bu arada Arûsiyye tarikatına intisap etti. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra döndüğü İstanbul’da bir süre Dârülfünun’da felsefe müderrisliği yaptı ve Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye üyeliğinde bulundu. Kısa bir süre İttihâd-ı İslâm adıyla haftalık siyasî bir gazete yayımladı. Gazetenin kapanmasının ardından İkdam, Şehbâl, Yeni Tasvîr-i Efkâr ve Sırât-ı Müstakîm gibi gazete ve dergilerde siyasî ve felsefî yazılar yazdı. 21 Nisan 1910’da dönemin neşir hayatında önemli bir yeri olan haftalık Hikmet’i çıkarmaya başladı; bu sırada Hikmet Matbaa-i İslâmiyyesi’ni kurdu. Hikmet’i yayımlamaya devam ederken 26 Ağustos 1911’de Millet ile Musâhabe ve ardından yine Hikmet adıyla günlük bir gazete çıkardı. Bu yayın organlarında yazdığı yazılarda kendi adıyla birlikte tasavvufî yazılarında Şeyh Mihridîn Arûsî, mizahî yazılarında Coşkun Kalender, Kalender Gedâ, millî ve hamâsî şiirlerinde Özdemir gibi takma adlar yanında “A. H.” ve “F. A. H.” gibi rumuzlar kullandı.
Başlangıçta İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni destekledi; ancak II. Meşrutiyet’ten sonra giderek artan yanlış davranışları yüzünden cemiyeti ağır bir dille eleştirmekten çekinmedi. Muhalefetteki Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nı da tenkit etti. Hem bu eleştirileri hem de siyonizme ve masonluğa yönelik suçlamaları yüzünden dergi ve gazeteleri sık sık kapatıldı. Mücadeleden yılmayıp eleştirilere devam edince 9 Ekim 1911’de matbaası kapatılarak önce Kastamonu’ya, ardından Bursa’ya sürüldü. Bir süre sonra aftan faydalanıp İstanbul’a döndü. 1 Ağustos 1912’de Hikmet’i yeniden yayımlamaya başladıysa da aynı yılın 25 Ekiminde gazete tekrar kapatıldı. 30 Ekim 1914’te âniden öldü, cenazesi Fâtih Camii hazîresinde defnedildi. Beklenmedik bir şekilde ölümü bakır zehirlenmesine bağlandıysa da masonlarla ilgili neşriyatından dolayı bir komploya kurban gittiği de ileri sürülmüştür.
II. Meşrutiyet döneminin önde gelen fikir adamlarından biri olan Şehbenderzâde Ahmed Hilmi siyasetin yanı sıra kelâm, felsefe, tasavvuf ve tarihle de meşgul olmuş, ayrıca şiir, roman ve tiyatro eserleri kaleme almıştır. Yazılarında sürekli biçimde Batı taklitçiliğine karşı çıkmış, özellikle Tanzimat’la başlayan modernleşme hareketinin geleneksel Osmanlı-İslâm kültür ve kurumlarıyla nasıl uyuşmasının gerektiği üzerinde durmuştur. XIX. yüzyılın hâkim felsefesi olan maddeciliği reddetmiş, İslâm felsefesiyle Batı felsefesi arasında zaman zaman uzlaşma yolları aramıştır. Ludwig Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini tercüme eden Bahâ Tevfik’i, aynı eseri savunan Celâl Nuri’yi (İleri) ağır ifadelerle eleştirmiş, metot olarak eklektizmi tercih etmiştir. Tasavvufa ve bilhassa vahdet-i vücûd anlayışına ayrı bir önem vermiş, daha çok Kuzey Afrika’daki tasavvuf kültürünün Osmanlı dünyasında tanınması yolunda gayret göstermiştir.
Eserleri. A) Dinî ve Fikrî Eserler. 1. Senûsîler ve On Üçüncü Asrın En Büyük Mütefekkir-i İslâmîsi Seyyid Muhammed es-Senûsî (İstanbul 1325, 1333). Alt başlığı, Abdülhamid ve Seyyid Muhammed el-Mehdî ve Asr-ı Hamîdi’de Âlem-i İslâm ve Senûsîler olan eser, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid adıyla İsmail Cömert tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1992). 2. Müslümanlar Dinleyiniz (İstanbul 1326). Şeyh Mihridîn Arûsî takma adıyla yazılmış olan eserde halka dinî bilgiler verilmektedir. 3. Târîh-i İslâm (I-II, İstanbul 1326-1327). R. Dozy’nin Târîh-i İslâm adıyla Abdullah Cevdet tarafından Türkçe’ye çevrilen eserindeki hatalı görüşleri tenkit amacıyla kaleme alınmış olup Şehbenderzâde’nin en önemli kitabıdır. Eser, Ziya Nur tarafından çeşitli ilâvelerle üç misli genişletilerek yeni harflerle de yayımlanmıştır (İstanbul 1971, 1974). 4. İlm-i Ahvâl-i Rûh (İstanbul 1327). 5. Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Yahut Huzûr-ı Fende Mesâlik-i Küfür (İstanbul 1327). Modern inkârcılığa cevap olarak yazılan eseri Necip Taylan ve Eyüp Onart kısmen sadeleştirerek yayımlamıştır (İstanbul 1977). 6. Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara Rehber-i Siyâset (İstanbul 1327, Şeyh Mihridîn Arûsî takma adıyla). 7. Akvâm-ı Cihân (İstanbul 1329). Asya ve Afrika topluluklarıyla ilgili etnografik bir eserdir. 8. İki Gavs-ı Enâm: Abdülkadir ve Abdüsselâm (İstanbul 1331, Mihridîn Arûsî takma adıyla). Şeyh Abdülkādir-i Geylânî ve Arûsiyye tarikatı şeyhi Abdüsselâm el-Esmer el-Feytûrî hakkındadır. 9. Türk Rûhu Nasıl Yapılıyor? (İstanbul 1329, Özdemir takma adıyla). Türkler’in özelliklerini ve tarihteki yerlerini ele alan bir kitaptır. 10. Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?: Dârülfünun Efendilerine Tahrîrî Konferans (İstanbul 1329). Üniversiteli Gençlerle Bir Konuşma adıyla yeniden yayımlanmıştır (İstanbul 1963). 11. Beşeriyetin Fahr-i Ebedîsi Nebîmizi Bilelim (İstanbul 1331). Hocaoğlu İ. Hakkı tarafından aynı adla neşredilmiştir (İstanbul 1980). 12. Huzûr-ı Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti (İstanbul 1332). Celâl Nuri’nin Târîh-i İstikbâl adlı eserinin ilk cildinin tenkidi olup İlim Karşısında Maddecilik adıyla Sadık Albayrak tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1975). 13. Muhalefetin İflâsı (İstanbul 1331). Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na yönelik eleştirileri içermekte olup aynı adla Ahmet Eryüksel tarafından neşredilmiştir (İstanbul 1991). 14. Üss-i İslâm: Hakāik-i İslâmiyye’ye Müstenid Yeni İlm-i Akāid (İstanbul 1332). Temel itikadî esasları sade bir dille anlatan bu risâleyi Ahmet Özalp İslâm İnancının Temel İlkeleri (İstanbul 1987), A. Bülent Baloğlu ve Halife Keskin İslâm’ın Esası (Ankara 1997) adıyla yayımlamışlardır.
B) Edebî Eserler. 1. Vay Kız Bekçiyi Seviyor (İstanbul 1326). Kalender Gedâ takma adıyla yazılmış bir tiyatro eseridir. 2. İstibdâdın Vahşetleri yahut Bir Fedâinin Ölümü (Oyun, İstanbul 1326). 3. A‘mâk-ı Hayâl*. İç huzurunu arayan bir gencin mânevî seyahatini ve tasavvufî macerasını anlatan felsefî bir roman olup büyük ilgi görmüş ve defalarca basılmış (İstanbul 1326, 1341, 1958, 1998), Refik Algan tarafından Awakend Dreams: Raji’s Journey with the Mirror Dede adıyla İngilizce’ye çevrilmiştir (Putney 1993). 4. Öksüz Turgut (İstanbul 1326). Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan bir romandır. Yiğit Osmanlı Akıncısı Öksüz Turgut (İstanbul 1972) ve Öksüz Turgut (İstanbul 1977) adıyla da yayımlanmıştır. 5. Şiirler. Müellifin “Özdemir” mahlasıyla yazdığı şiirleri Fevziye A. Tansel derlemiştir. Şehbenderzâde hakkında yapılan çalışmalarda onun neşredilmemiş birçok eserinin bulunduğu kaydedilir. Sadık Albayrak, yayıma hazırladığı Huzûr-ı Akl u Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti’nin başında dergi ve gazetelerde çıkan makalelerinin listesini vermiş, bir kısmının muhtevasını özetlemiştir. M. Zeki Ekici yaptığı doktora çalışmasında müellifin eserlerini ele alıp tanıtmış (bk. bibl.), Ahmet Koçak, Hikmet dergisinde çıkan yazılarını bir araya getirerek Hikmet Yazıları adıyla yayımlamıştır (İstanbul 2005).
Fikirleri. Osmanlılar’ın son döneminde toplum meseleleri ve devletin geleceği hakkında yapılan tartışmalarda Batıcı aydınlara karşı mücadele eden İslâmcı düşünürler arasında yer alan Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin görüşleri daha çok Batılılaşma hareketi, materyalist akımlar, dinî ilimlerde yenilik ve müslümanlar arasında siyasî birlik konularında yoğunlaşmıştır. Şehbenderzâde, Avrupa ile rekabet edebilmek ve modern dönemde hayatta kalabilmek için yeni bilgileri gerekli görür, buna mukabil Batı kültür ve medeniyetinin olduğu gibi alınmasına karşı çıkar. “Osmanlı toplumunun gelenek ve değerlerine ters düşmeyen modernleşme” diye özetlenebilecek bu yaklaşıma göre tarihi dikkate almadan Avrupa’yı körü körüne taklit etmeye kalkışmak toplumu ya sosyal kanunlarla çatışıp başarısızlığa sürükler ya da kültürel kimliğini kaybettirip benliğinden ve dininden uzaklaştırır. Bu sebeple yapılması gereken şey dinî duygularla ilmî prensipleri bağdaştırmak ve onları birbirine yardımcı kılmaktır (Târîh-i İslâm, II, 662-663). Avrupa medeniyetinin taklit edilmesi sahip olunan yüksek değerlere zarar vereceği gibi Batı’dan gelen her şeye karşı taassup gösterilmesi de hayatın değişen şartlarına ayak uydurmayı engeller. “Ne taassup ne kötü taklit” sloganını rehber edinerek bu konuda seçmeci bir metot takip etmek en doğru yoldur. Batılı yazarların birkaç sözünü nakletmekle yetinen yarım âlim ve yüzeysel düşünürlerle sadece görüntüye dayalı bir yenilik gerçekleştirilebilir. Batı medeniyetinin sanayi ve teknolojisi takdire değer olmakla birlikte yalnız maddî ihtiyaçları karşılaması dolayısıyla eksiktir; dinî ve ahlâkî prensiplere yer vermediği için kendi toplumlarını makineleştirmektedir. Ayrıca bir yandan hak, eşitlik ve özgürlük gibi ilkeleri savunurken diğer yandan başka toplumları sömürmeye çalışması bu medeniyetin asıl yüzünü ortaya koymaktadır (Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, s. 4-6, 18; Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?, s. 45-46).
Şehbenderzâde’nin Batı düşüncesi ve kültürüne yönelttiği eleştirilerin odak noktasını, İslâm dünyasını da etkilemeye başlayan materyalizm ve pozitivizm gibi din karşıtı akımlar oluşturmaktadır. Materyalistlerin düşüncesinde yalnız dinin değil yüksek felsefenin bile yerinin bulunmadığını belirten Şehbenderzâde biyolojik materyalizmin temsilcilerinden Ernst Haeckel’i tenkit eder. Buna göre her şeyi madde ve kuvvete indirgeyen Haeckel’in “fizyolojik soyutlama” diye tanımladığı kuvvete âdeta yaratıcılık, idrak ve şuurlu faaliyet fonksiyonu vermesi bilim ve felsefeyle bağdaşmaz. Bu yaklaşım tarzı insanları taşlarla aynı seviyede tutmakta, ayrıca ilme değil tahmin ve faraziyelere dayanmaktadır. Haeckel ve diğer materyalistler, aslında hiçbir felsefî problemi halledemedikleri gibi varılan kısmî çözümleri de inkâr veya tahrif ederek insan vicdanını derin bir karanlık içinde bırakmışlardır. Bunlar bir taraftan metafiziği inkâr etmekte, diğer taraftan gözlem ve deneye dayanmayan çıkarımlarla âdeta yeni bir metafizik kurmaktadır. Materyalistlerin madde ve kuvvetin sonsuzluğu ve kendiliğinden oluşması gibi tezleri gözlem ve deneyle elde edilemeyen bazı kabullerden ibarettir. Yok edilemeyeceği var sayılan bir şeyin yani maddenin yaratılamayacağını savunmak isabetli bir görüş olmadığı gibi maddenin imha edilebileceğini düşünmek de ilim dışı ve tutarsız bir fikir değildir. Şehbenderzâde’nin bu değerlendirmesi maddenin enerjiye dönüşmesiyle ilgili bilimsel gelişmelerle uyum göstermektedir. Şehbenderzâde bu yaklaşımlarını büyük ölçüde Henri Poincaré’nin görüşlerine borçludur. Materyalizmi eleştirirken ona atıflarda bulunarak düşünce dünyasında fikirlerin devamlı değiştiğini, ilim adamının sadece sınırlı tecrübelerinin sonuçlarıyla kesin hüküm veremeyeceğini, deneysel verilerin bir prensibe bağlanması gerektiğini söyler ve gerçekleştirilen son araştırmalarla maddenin kütlesinin bile artık kendi aslî unsuru sayılmadığını savunur (Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, s. 97, 119; Huzûr-ı Akl u Fende, s. 72-79, 109).
Faraziyelerin kesinlik ifade etmeyip daima değişebileceğini vurgulayan Şehbenderzâde, dönemin bilimsel kabul edilen nazariyelerine karşı en temkinli davranan şahsiyetlerden biridir. Ona göre nazariyelerin dayandığı hipotezler birer tahmin olup ilmî araştırmayı yönlendirme işlevi görür. Araştırmalar bitmeyeceği için bilim hiçbir zaman son sözünü söyleyemeyecektir. Değişmez prensip olarak kabul edilen teorilerin bile (Carnot, Newton, Lavosier ve Meyer kanunları dahil) bugün temelleri sarsılmıştır. İnsanlığın yeterince bilinen yedi sekiz binyıllık tarihi içinde değişmeyen, kıymetini hiç kaybetmeyen bir tek ilmî gerçek bile kalmamıştır. Bazıları tarafından bilimsel gerçekler diye sunulmaya çalışılsa da materyalist nazariyeler Avrupa’da artık eskimiş fikirler diye görülmeye başlanmıştır. Tarih boyunca insanların büyük çoğunluğu din ve ahlâk karşıtlığını reddetmiş, inkârcı gruplar varlıklarını kısmen sürdürmüşse de bunlar hiçbir zaman çoğunluğu teşkil edememiştir. Düşünebilen her insan kendisinin ezelî ve ebedî olmadığı, varlığının kendi başına gerçekleşmediği ve mükemmelliği yansıtmadığının idraki içindedir. Ayrıca kendisinde bulunan bunca yetenek ve özelliğin tesadüfen meydana gelmediğini, yokluktan varlık kazanma düşüncesinin temelsiz bir iddiadan ibaret bulunduğunu anlamaktadır (a.g.e., s. 6-8, 37-38, 88-95, 138-143).
Şehbenderzâde pozitivizmin öncüsü kabul edilen Auguste Comte’a da eleştiriler yöneltir. Onun bazı düşüncelerini ve insanlık tarihini dönemlere ayırmasını ilginç bulmakla birlikte ilâhî dinleri inkâr ettikten sonra kendi pozitivist dinini kurma ihtiyacından kurtulamadığına vurgu yapar. Ona göre bu durum bazı gerçekleri ortaya koymaktadır. Birincisi, en yanlış yönelişleri benimseyenler dahil olmak üzere insanların mânevî ihtiyaçlardan uzak kalamayacağı gerçeğidir, bu ihtiyaçların başında ise ilâh ve din fikri gelir. Diğeri hiçbir akıl sahibinin Allah’ı bütünüyle inkâr edemeyeceği realitesidir. İnsan kendi varlığını ve dış âlemdeki nesneleri inkâr edemediğine göre bunlara değişmeyen bir sebep aramaktan kurtulamaz. Bu ihtiyaçlarını bazı nesne ve kavramları yüceltmek suretiyle giderenler bile sonuçta ulûhiyyet fikrinin vazgeçilmez bir gerçek olduğunu ispatlamış demektir (Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, s. 40). Batı düşüncesi ve fikir akımlarıyla ilgili görüş ve değerlendirmelerinde geniş ufku, ilmî istidlâlleri ve felsefî tartışma seviyesi bakımından Şehbenderzâde’nin dönemin diğer İslâmcı yazarları arasında üstün bir mevkiye sahip olduğu görülmektedir (krş. Ülken, s. 290).
Hayatla yenileşme arasında kuvvetli bağların bulunduğunu kabul eden Şehbenderzâde hayatla mevcut durumu koruma fikrini birleştirmenin imkân dahiline girmediğini söyler ve asırlardan beri dinle ilgilenmelerin İslâm toplumunu zaman dışında yaşatmaya çalıştıklarını, bunun da büyük bir hata olduğunu belirtir. İtikadî esaslarda değişimin düşünülemeyeceğini, fakat sosyal hayatta farklı ihtiyaçların ortaya çıkabileceğini, bunun için ictihadın tekrar işler hale getirilmesinin gerektiğini vurgular. Yapılacak şey, ictihad anlayışı çerçevesinde dinî meselelere dair hükümleri ilmî esaslarla bağdaştırmak ve durmadan çalışıp fikir üretmektir. İctihad kapısının kapandığını söylemek insanların sosyal ihtiyaçlarını görmemek demektir. Bu ihtiyacın karşılanması için bir yüksek ictihad meclisinin kurulması ve bütün mezheplerden yararlanmak suretiyle problemlere çözüm getirecek ortak noktaların belirlenmesi bir zaruret haline gelmiştir (Târîh-i İslâm, II, 651-668). Modern bilimleri okuyup bazı konularda şüpheye düşen kişi seviyesi ne olursa olsun Ortaçağ’ın mantık ve birikimiyle ikna edilemez. Çünkü her zamanın bir ihtiyacı ve her dönem insanının bir zihniyeti vardır. Eski devirlerin fikrî ürünlerinin incelenerek doğru ve yararlı olanların alınması, sakıncalı görülenlerin terkedilmesi, ahlâka ve gelişmeye uygun olmayanların ise değiştirilmesi gerekir. Bu da dini ortadan kaldırıp yerine şüpheyi yerleştirmekle yapılamaz; zira toplumu ayakta tutan temelleri yıkıp yeni temeller inşa etmek milletçe bir çeşit intihara teşebbüs etmektir. Şehbenderzâde, dinin tebliğ ve tanıtımında kullanılan delillerin değerinden çok bunlardan hüküm çıkarma şeklinin ve ifade tarzının önem taşıdığını belirtir. Dinde inanç esaslarının yanı sıra dinî duygulara da sık sık vurgu yapar, bu yolla itikadî düşünceye yeni bir boyut kazandırmak ister. Ayrıca kendisini vahdet-i vücûd ekolünün mensubu olarak tanıtır ve kelâmcıların metoduna tam mânasıyla bağlı olmadığını kaydeder (Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?, s. 4; Huzûr-ı Akl u Fende, s. 126, 134-135, 146).
Şehbenderzâde, dönemin birçok âlimi gibi istibdat olarak nitelendirdiği saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş, bu sebeple İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni desteklemiştir. Batı’ya karşı panislâmist yaklaşımı öne çıkarmış, yayımladığı dergilerden birine İttihâd-i İslâm adını koyarak bu konudaki hassasiyetini göstermiştir. Derginin ilk sayısında müslümanların dil ve ırk farklılıklarını bir tarafa bırakıp birlik sağlamaları halinde iç meselelerini çözebileceklerini ve karşı karşıya kaldıkları dış tehlikelerden korunabileceklerini, İslâm’daki kardeşlik prensibinin yanı sıra içinde bulunulan dünya şartlarının da müslümanlar arasında birliği zorunlu kıldığını belirtir. Şehbenderzâde bununla tam bir idarî bütünlükten ziyade “ittihâd-ı ictimâ-i İslâm” adını verdiği, birbirini destekleyen farklı hükümetlerin varlığına imkân tanıyan toplumsal bir kaynaşmayı kastediyordu. Kendisini bu görüşe yönelten sebeplerin başında Osmanlı Devleti içinde milliyetçilik akımının hızla yayılması ve Balkanlar’da kopmalara yol açmasıydı. Osmanlıcılık düşüncesinin gerektirdiği ittihâd-ı anâsır fikrini sürdürmenin imkânsızlığını gördüğünden müslüman milletlerin devletten kopmaması için gayret gösteriyordu. Müslümanların iyice zayıflayıp işgallere mâruz kaldıkları takdirde Kuzey Afrika’da olduğu gibi Batılı ülkelerin esaretine mahkûm kalacaklarını düşünüyordu (Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, s. 25-26). Bundan dolayı Fizan’da sürgünde bulunduğu sırada tanıdığı ve görüşlerinden etkilendiği Senûsîler’in siyasî mücadelelerini ve ıslahatçı düşüncelerini takdir etmiş, ilk kitabını onlar hakkında yazmıştır. Osmanlılar’ın ağır buhranlar yaşadığı ve siyasî krizlere girdiği bir dönemde bütün meselelerle ilgilenen ve çeşitli engellemelere rağmen fikirlerini ortaya koymaktan vazgeçmeyen Şehbenderzâde din, gelenek ve modernleşme arasındaki gergin ilişkileri kendi içinde yaşayan, bunları çözümlemeye çalışıp eserlerine yansıtan bir fikir adamı olarak tarihte yerini almıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Onüçüncü Asrın En Büyük Mütefekkir-i İslâmîsi Seyyid Muhammed es-Senûsî, İstanbul 1325; a.mlf., Târîh-i İslâm, İstanbul 1327, II, 651-668; a.mlf. [Şeyh Mihridin Arûsî], Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara Rehber-i Siyâset, İstanbul 1327, s. 4-6, 18, 25-26; a.mlf., Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Yahut Huzûr-ı Fende Mesâlik-i Küfür, İstanbul 1327, s. 40, 97, 119; a.mlf., Hangi Meslek-i Felsefîyi Kabul Etmeliyiz?: Dârülfünun Efendilerine Tahrîrî Konferans, İstanbul 1329, s. 4, 45-46; a.mlf., Huzûr-ı Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti, İstanbul 1332, tür.yer.; a.mlf., Üss-i İslâm: Hakāik-i İslâmiyye’ye Müstenid Yeni İlm-i Akāid, İstanbul 1332, tür.yer.; a.mlf., Hikmet Yazıları (haz. Ahmet Koçak), İstanbul 2005; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi (Konya 1966), İstanbul 1992, s. 284-293; Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, İstanbul 1967, s. 132-166; Neşet Toku, Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe (Spiritüalizm) -İlk Temsilciler-, İstanbul 1996, s. 75-105; Zekeriya Uludağ, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara 1996, tür.yer.; a.mlf., “Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Eğitime Bakışı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, sy. 9, Samsun 1994, s. 233-245; Mehmet Zeki Ekici, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Hayatı ve Eserleri (doktora tezi, 1997), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; M. Sait Özervarlı, Kelâmda Yenilik Arayışları, İstanbul 2008, s. 49-50, 59-60, 108, 130, 145; Ömer Aydın, “Filibeli Ahmed Hilmi’nin Din Anlayışı”, İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 4, İstanbul 2001, s. 69-107.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Konya 1966, II, 459-475; İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İstanbul 1986, I, 3-44; a.mlf., İslâmcıların Siyasî Görüşleri, İstanbul 1994, tür.yer.; a.mlf., “Ahmed Hilmi”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul 1999, I, 130-131; Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz, İstanbul 1995, s. 129-140; Zekeriya Uludağ, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara 1996; Mehmet Zeki Ekici, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi-Hayatı ve Eserleri (doktora tezi, 1997), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Selçuk Günay, “Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’ye Göre Meşrutiyet ve Çok Partili Sistemin Değerlendirilmesi”, Doç. Dr. Günay Çağlar Armağanı (ed. Mehmet İnbaşı), Erzurum 2004, s. 42-46; Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, Ankara 2008, s. 119-155; R. Uğur Uçar, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’de Türklük Tasavvuru, İstanbul 2009; Fevziye Abdullah Tansel, “Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin Özdemir Mahlâsıyla Yayımladığı Türklük-İslâmlık ve İslâm Birliği Mefkûresini Müdafaa Ettiği Şiirleri”, TDA, sy. 12 (1981), s. 149-171; Murat Belge, “Öksüz Turgut’un Zorlu Serüveni”, Kitaplık, sy. 81, İstanbul 2005, s. 42-53; Ahmet Tepekaya, “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Hikmet Dergisini Yayınlamasındaki Amacı”, Karadeniz Araştırmaları, sy. 8, Çorum 2006, s. 40-46; D. Mehmet Doğan, “Ahmed Hilmi, Şehbenderzâde”, TDEA, I, 66-67.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.