“Hep ağalarla iş yaptığımızdan bana da Ağa diyorlardı” demişti Kirvem, “Onlar doğuştan portakal bahçelerinin, karpuz, kavun tarlalarının içindeydi, ben sonradan bu işe girmiştim, ama onlardan daha iyi anlıyordum ürünün iyisinden. Fakat nasipten öteye gidilemiyor.”
İnsan sağaltılmış, kontrol edilmiş, değerlenmiş, doğrulanmış bilgilerle öğrenir ve daha iyiye doğru gelişir, bunu biliyoruz; aksi durumlarda da öğrenme yerine kopyalama yapar ve gelişmek yerine gerileme yaşar. Kopyalamalar gerilemenin nereye kadar vardığını ölçmemizi engeller, çünkü kopya sağaltılmamış bir parçacıklar topluluğudur ve değersizdir.
İlk insan eksiksiz bilgi ile donatılmış olduğuna göre, değerli bir kavramlar dizinine sahiptir, değersizleşme de sonraki çağlarda ortaya çıkmış olmalıdır, ilerleme-gelişme ve gerileme arasında yaşanan zikzaklar da insanlık tarihini oluşturur. Değersizliğin insanlık tarihinde ne zaman başladığını, kopya bilgilerden oluşan insanın da gerideki hangi çağa döndüğünü belirlemek bu yüzden imkansızdır; ancak eminim ki bu çağdaki insan kadar aşağılık bir geri çağ insanı yaşamamış olduğundan, bu çağın insanı döngüsel bir çevrimiçi manyaklığa esir olmaya mahkumdur.
Sonuç olarak bunun böyle olduğunu farkındalığı bastırmaya çalışan antidepresan ilaçlarla, iradenin baskılarını hafifletecek sarhoş edici içkilerle ve bilincin kaybolmasını sağlayan doğal ve yapay uyuşturucularla ayakta kalmaya çalışan insanda hep beraber görüyoruz. Yazmaya başladığım konuya işte burada, bu noktada anlam kazandırmaya çalışabilirim. İnsanın sağaltılmış, kontrol edilmiş, değerlenmiş, doğrulanmış bilgilerle öğrenmesinin ve daha iyiye doğru gelişmesinin başlangıçtaki değerini hatırlatarak yazılı olmayan kaynaklardan, yani insanların ve toplumların hafızalarından gelen bilginin niteliğine ve içeriğine odaklanabilirim; belki de bu çalışmayla çağın insanına daha doğru bir açıdan bakabilmenin yollarından birini bulmuş olabiliriz.
Geçmişinde ‘Cemal Ağa’ olarak anılan ve eski tanıdıklarının halen öyle hitap ettiği 78 yaşındaki yaşlı bir adamın, kirvemin anlatılarından örnekler seçerek bunu yapmaya çalışacağım. Konumuz; tecrübe ile elde edilen, sıkı sıkıya denetlenen ve uzun yıllar boyunca bir insanın zihninde olgunlaşmaya bırakılan ve sonraki çağın insanına aktarılan bilginin değeri, iyiye doğru gelişmenin nasıl mümkün olduğu ve gerilemenin önünün nasıl kapandığı.
Gündelik alışkanlıklarımızın içinden sıyrılarak zaman zaman yaşlı insanların o ölçülü seslerine kulak vermemiz, kurtarıcı bir hamlemiz olabilir. Telefonla yaptığımız sohbetlerimizin birinde konu karpuzdan açılmıştı. Kendisi 70’li, 80’li yıllarda karpuz, kavun, portakal, mandalina, limon alım satımcısı, yani komisyoncusu, yaygın adıyla simsarı olarak çalışırdı. Şimdi Ege kıyılarından birinde, bir ilçede, yaklaşık yirmi yıl önce bir tepeye yaptığı evde yaşıyor. Birazını hatırladığım o zamanlarda çoğunlukla ‘battığı’nı söylerlerdi. Karpuzu, kavunu tarlada satın alır ve toptan satardı.
Karpuz öyle masraflı bir üründü ki, bazen bire bin kazanırdınız bazen de ödediğiniz bin liradan elinize bir lira bile geçmez, traktörleriniz, tarlalarınız, eviniz dahil bütün varınızı yoğunuzu satarak altına girdiğiniz borçları ödemeye çalışırdınız. Karpuzun bu özelliğine binaen üretici ile simsar arasında bir anlaşma yapılırdı, paranın bir kısmı ödenmiş olurdu, ama anlaşma simsar ürünü sattığı zaman zarar ettiğinde devreye girerdi, yeniden ‘pazarlık’ yapılırdı ve başlangıçta anlaşılan fiyatta indirime gidilirdi.
Simsar devasa kârlar elde ettiğinde ise yeniden pazarlık yapılmaz, simsar kârı üretici ile paylaşmazdı. Çünkü simsar en iyi karpuzu en iyi ve en yüksek fiyata almıştır, kendi geleceğini bağlamıştır, yani risk almıştır. Üretici de fiyatta indirimden kurtulmuştur. Tabi zarar ve kâr dönemlerinde hem üretici hem de simsar birlikte batar ya da ihya olurlardı. Kumar gibi bir şeydi karpuz ekmek ve satmak.
“İyi karpuz nasıl olur, Kirve?” diye sormuştum günün birinde. Çünkü çocukluğumda ürünü toplanmış, başağa bırakılmış karpuz tarlalarına dalar, arta kalmış, yaprakların arkasında saklı kalmış ya da ürün toplanırken henüz kelek halde olan, ama o gün olgunlaşmış bulunan karpuzları kırar, kıpkırmızı, baldan tatlı göbeklerini çıkarır ve yerdim.
Benim karpuzdan anlamamam imkansızdı, ama yıllar sonra Türkiye’nin birçok şehrinde yaşadıktan sonra bugün ‘iyi karpuz’ konusunda tamamen bir cahile dönüşmüştüm. Çünkü bu kopyalı ve melez çağda ekilen bütün karpuzlar kabak aşılıydı ve kabak-karpuz melezi bir şey olan bu ürünü hem yiyemiyordum hem de iyisini seçemiyordum. Tipine bakarak ya da bir tek tokatla iyi olup olmadığını anladığım karpuzun iyisini artık seçemiyor, Ağustos sonuna doğru çıkan has Adana karpuzu olarak kalan karpuz çekirdekli ‘Salbaş’ karpuzunu bekliyordum.
İyi bir çiftçi olduğunu bildiğim bir yakınımın ziyaretim sonrası arabamın bagajına koyduğu, kendi ürettiği ve çok iyi dediği dev karpuzu yiyemeyerek komşulara dağıttığım dönemleri yaşamıştım.
Cemal Ağa’nın yer, zaman ve kişi adları vererek anlattığı hikâyelerinden karpuz, kavun ve portakal temâlı üç tanesini aktaracağım. “Şimdi iyi, her sene karpuz ekiliyor aynı tarlaya, eskiden üç dört senede bir ekilirdi” diyen Kirveme, "Ama tadı yok, hepsi kabak kirvem” demiştim. Aklımda yer, zaman ve kişi adları kalmadığından yerleri X, Y, Z, kişileri A, B, C harfleri ile simgeleyeceğim. Sözlü aktarımın ve içeriğin kalitesini ölçmeyi de size bırakacağım. Seksenli yıllar…
“X köyünde karpuz kırıyoruz, kamyon gelmiş, yedi-sekiz tane de işçi var, ben de başlarındayım, güneş tepemizde.” diye başladı anlatmaya Cemal Kirvem. “Daha evvel, Y köyünden A. Ağa, ‘Cemal Ağa, hiç karpuzunu yemedik bu sene’ diye sitem etmişti. Ben de, ‘Falan zaman X köyünde karpuz kırıyoruz, arabana bin gel’ demiştim. Bir baktım tarlanın kenarına geldi durdu arabası. İşçilere ‘Her biriniz iki koltuğunuzun altına birer karpuz alın, götürün bagaja koyun’ dedim, kendim de arabaya doğru yürümeye başladım. Baktım, anası da ön koltukta oturuyor; bir karpuz da ben aldım elime, götürdüm anasına verdim. Bir vakit sonra, bir yerde karşılaştık. ‘Cemal Ağa’, dedi, ‘Anama verdiğin karpuz nasıl bir karpuzdu öyle bal, bal desen baldan tatlı, aynı tarlanın malı değil miydi?’ Güldüm, ‘O karpuz,’ dedim, ‘Anasından doğduğu günden beri güneş yemiş, size doğru gelirken gördüm, kopardım. Güneş yiyen karpuz tatlı olur.’
“Güneş yiyen karpuz tatlı olur; Adana karpuzu bu yüzden tatlıdır” bilgisi kabak aşılı karpuzda hükümsüz hale gelmiş miydi bilmiyorum, muhtemelen güneş yemeyen diğer kabak aşılı karpuzlara göre bir farka sahip olurdu, ama eski güneş yememiş Adana karpuzunun tadının yanından bile geçemeyeceğini söyleyebilirim. Kirvem anlatmaya devam etti:
“Bir gün, Z köyünde bir tarla tuttum, kavun ekeceğim, toprağı killi, kum, toz gibi, tarla sahibi şaşırdı kavun ekeceğimi öğrenince. ‘İyi ürün alabilecek misin, Cemal Ağa?’ dedi. ‘Toprak güzel, tam kavun için’ dedim. Tarlayı ektim, o sene üç kat fazla ürün aldım o tarladan. Tarla sahibi şaşırdı. Kavun killi toprağı sever.”
Kavun’un killi, kumlu toprağı, tabi güneşi sevdiğini de öğrendik ve şükür ki henüz kavunun kabak aşılısını icat eden bir kapitalist tarım felsefesi ortaya çıkmış değil; ama sûni gübre ile eski kavunun tadının yok edildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Eskiden karpuz, kavun, domates gibi ürünlerde ‘zibil’ dediğimiz biriktirilmiş, kurutulmuş sığır dışkısını gübre olarak kullanırlardı ve ürünler lezzetli olurdu.
Üçüncü hikaye portakalla ilgiliydi.
O yıllarda, şu anda Adana Merkez Park’ın Fuzuli Caddesi ile Seyhan Nehri arasında kalan kısmında portakal bahçeleri vardı. Kirvem sık sık o bahçelerin ürününü satın alır ve toptan satardı.
“Bir gün o bahçedeyiz, B. Ağa geldi. Sohbet ediyoruz. ‘Bana iyi portakal verin de yiyeyim’ dedi. Yanımızdaki arkadaşlardan C. Ağa da bir portakal kopardı verdi ağaçtan, B. Ağa yedi, tadını beğenmedi, bir başkası kopardı getirdi, onu da beğenmedi. Ben yanlarından ayrıldım, iyi güneş görmüş bir portakal buldum, kopardım, getirdim verdim. B. Ağa portakalı yedi, döndü bana baktı, ‘Aynı bahçenin malı değil mi bunlar Cemal Ağa?’ diye sordu. Güldüm, ‘Aynı bahçenin B. Ağa’ dedim, ‘Ama bu iyi güneş görmüş’ B. Ağa döndü öbür ikisine, ‘Siz de portakaldan anlarım diye hava atıyorsunuz bir de’ dedi.”
“Hep ağalarla iş yaptığımızdan bana da Ağa diyorlardı” demişti Kirvem, “Onlar doğuştan portakal bahçelerinin, karpuz, kavun tarlalarının içindeydi, ben sonradan bu işe girmiştim, ama onlardan daha iyi anlıyordum ürünün iyisinden. Fakat nasipten öteye gidilemiyor.”
Tarım’da gen teknolojisinin, teknolojinin ve kimyasalların kullanımı sorgusuz bir kopyalama mantığı üzerine kurulu; üretim artıyor ancak kalite düşüyor. Tıpkı çağdaş insan gibi; çok şeyi kopyalayarak ‘biliyor’ ama ileriye doğru gelişemiyor. İnsan çok yakın bir geçmişe kadar sağaltılmış, kontrol edilmiş, değerlenmiş, doğrulanmış bilgilerle öğreniyor ve daha iyiye doğru gelişiyordu, bunu terk etti. Kullandığı araçlar iyileşti, ancak elde ettiği ürünlerin kalitesi, tıpkı ürettiği medeniyet gibi değersizleşti.
Ustaların farkına varmak gerekiyor.
Doğa Toprak, 27.05.2020, Sonsuz Ark , Kırlangıç Zamanları
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.