"Gökten üç elma düştü.. üçü de senin tepene indi!"
I
Erken ayrıldın! Yani yine vazgeçtin. Her zamanki gibi. Tabansızlığını bir kez daha gösterdin dünya aleme, helal olsun! Aslında tabansızlık demeyelim de tembellik diyelim! Katılmıyorum! Katılmanı beklemiyorum ki? Hem ne zaman katıldın ki? Farkında mısın insanların bile yok! Nasıl yani? İşte şu gri tişörtlü, siyah şortlu, göbeği kendinden bir adım önde giden ablak suratlı adam yok mu yani? Onu mu dedim? Ne bileyim kimi neyi dediğini. Hiç açık olmuyorsun ki. Hep bir muamma peşinde koşup duruyorsun. Sonra da beni suçluyorsun! Tuzlayayım da kokmayasın! Muamma peşinde koşuyormuşum! Bir Mişkin, bir Raskolnikov, bir Methieu’yü var mı? Niye olsun ki onlar? Onları var edenler benim yaşadıklarımın hangi birini yaşadılar ki benim gibi olsunlar? Onlar niye benim gibi değiller? Bunu sorgula!
Sorgulayamazsın! Gücün yetmez! Her zamanki gibi topu taca atıyorsun işte.. seninle konuşulmuyor! Konuşmanın bir olanağı yok! Yine benim suçlu yani! İşin kolayındasın. Ölçüt sensin, ölçütler senin elinde. Sendekilere uymayanlar kayıp. Sendekilere uymayanlar düşük. Oysa benim yaşadıklarımı onlar yaşamadılar. Şu ablak suratlıyı görmediler. Şu beş yaşındaki çocuğunun oyuncağı olmuş ebleh suratlı kadını bilmediler. Bilselerdi benim gibi olurlardı. Anladık uzatma! Uzatmıyorum. Sen başlattın! Eteğimizdeki tüm taşları dökmek zorundayız. İstersen Pandoranın kutusunu açtık da diyebilirsin. Seversin böyle şeyleri. Seninle şuradan şuraya gitmem! Gerçekten, bırakalım burada. Bak masken kopmak üzere. Biliyorsun cezası var! İlginç değil mi? Maske takmakla suçlanırdı bir zamanlar bireyler. Şimdi takmayana ceza veriyorlar. Yine saptırıyorsun. Yine çarpıtıyorsun. Çarpıtmak mesleğin senin. Maske suçlamasıyla salgına karşı korunmak için yüze takılan maskeyi nasıl eşleştirdin? İki yüzlülük bugün de suç. Yarın da suç olacak. Bu maske o maske değil! İyi anladık bay doğrucu! Derdin ne senin? Sahiden derdin ne? Beceriksizliğini örtmek, tembelliğini saklamak, bilgisizliğini daldalamak için sarf ettiğin gücü olmaya sarf etsen daha isabetli olmaz mı? Ne olmaya? Tamam anladık! Gelme üstüme! Sahi bu nasıl masal? Böyle masal mı olur? Niye olmasın? İlla “evvel zaman içinde, kalbur saman içinde” diye bir başlangıcı mı olmalı? Niye olmasın? Niye olsun? Tarlalar traktörlerle sürülüyor artık sabanla değil. İnsan eli değmeyen çiftlikler tarlalar, fabrikalar var ne haber? O zaman masalda diretmenin anlamı ne? Direttiğimi nereden çıkarıyorsun? Diretmiyor musun? Yazının başlığına bak; Bir Salgın Masalı.. bu diretmek değil mi? Madem insan eli değmeyen çiftlikler fabrikalar var.. sen de başka bir şey bul! İşte tam bu yüzden masal diyorum ya! Hali masal sözcüğünden daha iyi anlatan bir sözcük bulabilmiş değilim. Uyduracak da değilim. Anti maddeden söz ediyorlar. Anti madde. Dur, dur ne yapıyorsun? Geri dur! Bırak bitireyim. İyi de nereden çıktı şimdi bu? Bir yerden çıkması gerekmiyor, ilk duyduğumda madde olmayan anlamıştım. Meğer bildiğimiz maddedeki enerjilerin artı eksisi farklı olana diyorlarmış. Sonuçta yine madde senin anlayacağın. Bildiğimiz maddenin tersi ama yine madde. Aynadaki görüntü gibi. Hani aynada sağımız solda solumuz sağda olur ya.. işte öyle.. hatta içinde yaşadığımız evrenin tam tersi bir evrenin bile -anti maddeden yola çıkarak- olabilirliği üzerine savlar var. Kahretsin! Dur biraz! Burada dur! Saçmalamaya başladın. Anti madde konusunda mı? Gayır, hayır.. biz neden konuşuyorduk, sen nereye gittin! Bu sapışın için saçmalıyorsun dedim. Masalı konuşmuyor muyduk? Evet.. şey.. hem evet.. hem hayır! Masaldan önce konuştuklarımız işine gelmedi değil mi? Tamam, kabul! Ben tabansızım, tembelim, gönlün oldu mu? Bu benim gönlümün olması falan değil! Ya ne? Demek tam tersi bir evrenin olabilirliği üzerinde ciddi ciddi düşünüyorlar. Evet, ters yönlü -artısı eksi, eksisi artı- maddeler bulununca.. gerçekten bulmuşlar mı? Hz. Google’ye sor.. yalan borcum mu var? Sen anti madde deyince ben de bir an madde dışı bir şeyden söz ettiğini sandım. Anti demeseymişler iyiymiş. Peki o sağı solda, solu sağda evrene ilişkin herhangi bir bulgu var mı? Olamaz, deniyor. Anti madde ile bildiğimiz madde karşılaşınca birbirlerini yok ediyorlarmış. Korkunç bir enerji açığa çıkıyormuş.. falan filan! İyi de bize ne bunlardan? Ben de öyle diyorum. Bu yüzden mi masal diyorsun? Neye masal diyorum? Yahu yazının başlığı bile masal değil mi? Masal olmasına masal.. ama bu madde anti maddeye ilişkin değil, salgınla ilgili! Salgının masalla ilgisi ne? İçimden geldi. Hem her kafadan bir ses geliyor, hem kâh umut pompalanıyor kâh dehşet salınıyor.. masallarda da böyle olmaz mı? Bırak şu masal benzetisini! Ben bıraksam da o bırakmıyor! Şu hale bak.. etrafındaki insanlara bak.. insansız olduğumu söylüyordun.. bak çevremdekilere.. ciltlerini tahriş edecek denli kendini kaybetmişler bir yanda, umursamaz eda içinde dolaşanlar bir yanda, kimi nefes almaktan bile korkar halde ikiden fazla maske, maske üstüne siperlik takmış, kimi de para cezasına uğramamak için yasak savar kabilinden burnunun altında, çenesinin üstünde.. lanet olsun bana ne tüm bunlardan? İyi de ne istiyorsun? Hiçbir şey istediğim yok! Aslında masalın sonunu merak ediyorum, desem yalan söylemiş olmam! Masalı kabul ettin yani? Masal söylemi ile bir sorunun kalmadı yani? Hiç de değil! Dengeni kaybettin farkında mısın? Söylediğin hiçbir şey birbirini tutmuyor! Eskiden tutuyor muydu? Unuttum eskiyi! Artık kontrollü yeni yaşam diye bir şey var değil mi? Mahmut ne düşünüyor bu konuda? Bilmiyorum? Sormadın mı? Hayır! Neden? Bilmem! Sormaya üşeniyor musun çekiniyor musun? İkisi de değil! Üçüncü şıkkın imkânsızlığını sorgulamalı! Bu yaptığımız tam bir zevzeklik öyle değil mi? sanırım öyle! Canım sıkılıyor. Belki de can sıkıntısından! Salgın hepimizin dengesini bozdu. Kendi adına konuş! Sen rahatsın yani? Belli olmuyor mu? Bilmem! Fark görmüyorum! Eski halimden mi? Made in China! Yine karıştı hatlar! Hayır! Evet! Salgın masalının çıkış noktasına bir gönderme meyd in çayna! Ha! Ne yapacağımı bilmiyorum. Ya da söze nereden nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Masallar kolaydı. Ay ve güneş bile evlenir yuva kurarlardı. Kimse de “Aa.. daha neler! Ay ve güneş nasıl evlenir yuva kurar! Kimi kandırıyorsun?” demezdi. Ama şimdi.. önemli olan söylemek bence. Sadece söylemek. İtirazları, karşı duruşları umursamadan söylemek, anlatmak. Bütün bunlar experlik -uzmanlık- mesleğinin icadıyla başladı biliyor musun? Sanmıyorum! İşine gelmiyor! Senin de tersi işine geliyor. Hiçbir ölçüt olmasın! Olmasın ne olur? Karmaşa olur! Kim diyor? Diyenler uzmanlar değil mi? eh işte bu bile benim çıkarsamamın somut bir kanıtı oluyor. Olmuyor! Niye olmasın? Niye olsun? İkisi de birbirine denk soru ve bence iki yanıt ya da iki -hatta daha çok bulunacak gerekçeler, birbirine karşıt gerekçeler- gerekçe birbirine denk olacaktır! Var mısın iddiasına? Yokum! Dilersen yazı tura atalım! Olur! Yazı! Tura! Bak olmadı! Elbet dik gelmedi, logarın deliğinden aşağıya uçması üçüncü şıkkın imkanına ilişkin bir ipucu olamaz. Yeniden atalım! Canım istemiyor. Kahretsin! Yine bir çıkmazdayız farkında mısın?
II
Burada dur! Biraz soluklan! İstersen hemen karşındaki şu kaldırım taşına da oturabilirsin! Evet, evet tam o taşa. Dinlenmen gerek. Ve fakat uzatmamalısın dinlenmeyi. Geç kalma riskini göz ardı etmemelisin! Uzatırsan alışırsın! Dinlenmeye alışınca işler hepten karışır! Özen göstermelisin. Dinlenme edimi için de özen gerekir. Bunu hiç düşünmemiş miydin? Böyle bir soruyla muhatap olmanın nedeni bakışların! Bakışlarından ‘Bu soruyu hak edecek ne yaptım?’ tümcesini olanca çıplaklığıyla görüyorum. İnkârın bir anlamı olmaz. Kuşkunu anlıyorum! Evet, anlıyorum. Anlayışsızlığıma ilişkin herhangi bir veri var mı elinde? Yok! Bunu ikimiz de biliyoruz. Bu bir çıkarsama değil. Hayır, herhangi bir veri olmadığına ilişkin yargı için dedim. Yine kuşku! Elbette kuşku iyidir. Hatta en önemli şeydir. Bunu kaç kez söylemiştim. Sen de onamıştın. Ve hatta ‘Bundan sonra tek sözcük çıkacak ağzımdan; KUŞKU!’ demiştin. Övünmüştün bu vargınla! Unuttun mu? Unuttuğunu mu anlamalıyım? Tamam! Kalkabilirsin! Şimdi aynı yönde, aynı minvalde sürdür yürüyüşünü. Yüz adım say! Dikkat et karıştırma. Tam yüz adım. Ne bir eksik ne bir fazla! Neden yüz adım dediğimi zaten anlayacaksın, eğer gözlerini yummamışsan! Eğer yorgunluk gözlerini kapamamışsa! Böyle bir şey olduğunda yaşadığın, -ya da yaşayacağın diyeyim- neden böyle söylediğimi söyleyecek sana. Karşılaştığın şey tercümanım olacak söylediğimin. Yok, tercüman değil de şarih diyelim. Şerh edecek! Hım! Diyeceksin! Keşke! Diyeceksin alnını -belki de burnunu, hatta çeneni- ovuştururken. Nasıl? Yüz adım olmadı ki daha! Evet, evet olmadı. Görüyorum. Daha var. Çok çabuk yoruluyorsun! Hasta mısın? Gerçekten mi? Yok, elbet görüyorum hasta olmadığını. Ama işte böyle durunca. Daha yüz adım olmadı ki! Evet, evet bildiğini biliyorum! Söylenmen anlamsız. Durunca! Durur gibi yapınca! Durmadın mı? Ama durur gibi oldun! Ayakkabının içine çakıl mı girdi? Ayakkabı ayakkabını mı vuruyor? Anlamıyorum! Hangisi? İkisi de değil ha! Biraz daha belirgin olmaya çalışsan! Hep bir muamma peşinde koşuyorsun! Doğrusu nedenini anlamış değilim. Ben mi? Ben ne zaman muamma peşinde koşmuşum? Uyduruyorsun! Kuruyorsun! Kurguna göre yargıda bulunuyorsun! Yanlış! Evet, apaçık bir yanlış. Ben hiçbir zaman hiçbir muamma peşinde koşmadım ve heves de duymadım! Nasıl? Tamam kabul ediyorum, başlangıçta bir belirsizlik söz konusu oluyor. Hak verirsin ki her işin başlangıcında bir belirsizlik vardır. Tasarladığın gibi bir sonuçla karşılaşacağın kesin değildir. Bu durum istisnasız her işte böyledir. Ekin işinde bile! Tabi! Kuşkun mu var? Tamam, tarlaya buğday ekip arpa beklemezsin, ama buğday elde edeceğin de kesin değildir! Ne bileyim işte, hava koşulları işi bozar, bakarsın yel vurur, sel alır gider. Hiç de istediğin sonuç değildir. Yani bir belirsizlik vardır her işte. Evet! Şimdi mi? Sahi yüz adım olmuş! Biraz bekle! Şimdi kuşların cıvıltısını izle desem işler karışır, neredeyse her yönden geliyor kuş cıvıltısı. Rüzgârın estiği yön desem daha kesin bir yön belirlemiş oluruz! Hayır, elbet de her ikisini de demeyeceğim. Bir dakika! Herhangi bir karışıklığa meydan vermemeliyiz. Sabret! Az biraz sabırlı ol! Aha, sen ve sabır! Sen pes etmeyi sabırla karıştırdın her zaman! Bir köşede sinmeyi, sinip olan biteni izlemeyi alışkanlık edindin. Çabuk pes ettin! Ediyorsun! Çok çabuk yoruluyorsun! Biliyorum, görüyorum. Hiç omuzlarını silkme. Hızlı başlıyorsun. Karar vermede hiç gecikmiyorsun -ki bu güzel, istendik bir davranış- ancak sonrasını getirmede öyle acemisin ki! Değil mi? Bir bak! İyi bak! Dönüp bir bak kendine, kendini iyice bir siygaya çek, o zaman hak vereceksin! Evet, her zamanki gibi hak vereceksin. Boşuna direniyor, boşuna diretiyorsun! Biliyorsun öyle olduğunu. Çabuk vazgeçiyorsun! Başladığın şeyin sonunu getirmeye üşeniyorsun. Hayret ediyor, şaşırıyorum, karnını nasıl doyuruyorsun? Bir orada işin sonunu getiriyor gibisin. Bak, gibisin dedim. Yani orada da bir tuhaflık var! lokmalarını düzgün çiğnemiyorsun. Sağlık uzmanları en az otuz altı kez çiğnemekten söz ediyor sen bir lokmayı en fazla dört bilemedin beş kez çiğniyor, sonra da midene gönderiyorsun! Mide ağrılarının nedeni bu! Hayır, elbet de doktorluk taslamıyorum. Yani öyle olmalı! Nihayetinde sağlıklı bir çiğneme edimi gerçekleşmiyor sende. Öyle ise sindirim sisteminde birtakım arızalar olacaktır. Düzgün bir çiğneme olmadığına göre doğaldır. Tamam, dediğin gibi olsun! Şimdi mi? Yok unutmadım. Tamam şimdi yüz seksen derece sağa dön! Efendim? Doğrusunu istersen ben de bilmiyorum yüz seksen derece dönüşün nasıl bir şey olduğunu. Dur, hemen acele etme! Burada aceleyi gerektirir bir şey yok. Efendim, elbette yok. Bu bir sorun değil! Tamam, sağa dön! Tamam! Biraz daha bekle! Hah! Şimdi tekrar sağa dön! Tamam! Elli adım düz gidiyorsun! Evet, evet yüzünün doğrultusunda gidiyorsun! Düz işte! Tartışmak için fırsat gözetiyorsun. Evet, bunu hep yapıyorsun! Yok, suçlamıyorum! Suçlayınca elime ne geçecek? Elbette suçlayan suçlamasıyla bir şeyler elde etmeyi umuyordur. Şöyle bir tart itiraz etmeden! Kanıksadım bu hallerini! Evet, evet yürüyebilirsin. Yetmiş adım! Elli mi demiştim? Gerçekten mi? Dur bir dakika! Sahi, elli adım demişim. Yanlış! Yetmiş adım! Nasıl mı bileceğim? O benim sorunum. Elli adım yanlış diyorsam yanlıştır. Buraya kadar nasıl geldin? Tamam da nasıl geldin? Niçin geldiğin menzile varınca anlaşılacak! Yok, bir sürprizle karşılaşmayacaksın! Hayır, hayır herhangi bir sürpriz yok. Bilirsin sürprizleri sevmem. Ne yapılsın isterim, ne ben yaparım! Kuşkun yersiz! Yersiz kuşku hiçbir dem istendik değildir. Anlamadım? Geldiğin yolu geri mi dönüyorsun? Daha neler! Şey! Bir dakika! Sahiden öyle! İki kere sağa döndün! Evet.. şey.. acaba sola mı dönecektin? Yok, sağa dönmeden önce? Sahi değişen bir şey olmazdı! En baştan mı başlasak? Yok, hani durup dinlenmeni söylemiştim ya! Aman sende.. hemen astın suratını! Hemen somurttun! Tamam, bir hata olmalı! Bir dakika! Bakıyorum acelen ne? Yok, bir yanlışlık yok gibi.. karıştırdım mı acaba? Neden karıştırmayayım ki? Karıştırmaktan azade olduğumu kim söyledi? Benden öyle bir şey duydun mu hiç? Hayır, asla! İftiraya girer bu! Her zaman kuşkuyu salık veren ben nasıl olur da kendimin yanılabilirliğimi yasaklarım sana? Düpedüz iftira! Tamam, kabul ediyorum biraz sert oldu ama.. tamam bakıyorum! Dur! Panikleme! Evet, apaçık panikledin! Yapacak bir şey yok. Dinlenmeni söylediğim yerde bir karışıklık oldu. Hayır, burada yapacak bir şeyim yok! İster istemez geri döneceğiz. Evet! Biliyorum! Haklısın! Tamam ama yapacak başka bir şey var mı? Böyle kalakalacak mıyız burada? Elbet anlamsız olur! Hepi topu yüz adım değil mi? Yüz adım ya! Hadi asma suratını! İlk kez böyle bir durumla karşılaşmadığımız da ortada. Nisyan ile malul oluşumuza kurban edecek değiliz ya hakikati. Birden fazla yaşadık bu durumu. Anımsamıyor musun? Gerçekten mi? İlginç! Her ne halt ise! Burada böyle kalacak değiliz. Hey! Ama şimdi bu yaptığın tam bir oyun bozanlık! Nereye kadar sürdüreceksin? Kahretsin! Bak olmuyor böyle! Hadi ama! Şimdi sırası değil kapris yapmanın! Evet! Bu sergilediğin tam bir kapris. Kaprise örnek istense bu halin rahatlıkla verilir ve herhangi bir kuşkuya da yer kalmaz. Dur! Ne yapıyorsun? Tamam ama! Hay Allah! Bank mı? Ne bankı? Hayır, dinim hakkı için öyle bir şeyden söz etmedim! Kesinlikle! Kuruyorsun! Sonra da kurguna göre çıkarımlarda bulunuyor, yargılar veriyorsun!
III
Yanlışsın! Baştan sona kadar hem de.. A, tabi öyle! Hiç celallenme, hiç öfkelenme, hiç köpürme! Hem ne demişler “Keskin sirke küpüne zarardır!” Hadi canım? Bir sen biliyorsun ne için söylendiğini her bir sözün! Bir sen biliyorsun neyin ne olduğunu! Bir sen biliyorsun eğriyi doğruyu! Dur, dur biraz ya! Soluklan! Nefes al! Evet, nefes alıştırmaları yap -hadi seveceğinden hatta bayılacağından emin olduğum söyleyişle söyleyeyim- nefes temrinleri yap! Alıngansın! Evet, alınganlığını bana, başkalarına yansıtıyorsun! Kabul et, kabul etsen her şey daha kolay olacak! Daha rahat edeceksin! Şimdi de rahatsız olmadığını savlayacaksın! İşte, demiştim! Dememiş miydim? Hadi de ki, dememiştim! Yok, haklı çıkmak için söylemiyorum. Hiç öyle bir hevesim olmadı. Olmaz da! Gel, hadi nazlanma! Şurada biraz soluklan! Bak söz, biraz soluklan içine düştüğümüz çıkmazdan şıpın iş çıkaracağım bizi! Bizi demeyip de ne diyecektim? Ne demeliydim? Birlikte bir çıkmaz içinde olduğumuzu görmezden mi geleyim? Sen çıkmazda değil misin? Bak sen de çıkmazdasın, böyle olduğunu şuradan da anlarsın; benimlesin! Madem ben çıkmazdayım -bu iki kişinin (senin ve benim) şehadetiyle kesin bir bilgi, benim bir çıkmazda olduğum bilgisi- öyle ise sen de aynı çıkmaz içindesin! Bu ussal bir bilgi değil mi şimdi? Ha, benden ayrısın, aynı atmosferde, aynı uzamda, aynı zaman diliminde olsak da sen bir çıkmazda değilsin, öyle mi? Ne ilgisi var denizde yüzen birinin karşılaştığı çıkmazda denizde yaşayan diğer varlıkların da aynı çıkmazda olmasının gerektirmesiyle? Hayır, böylesi bir sav ancak senin gibi birinden sadır olurdu, oldu da! Bak şimdi? Yine mi? Başlangıç noktamıza gidip yeniden oradan başlamamız gerekiyor! Evet, bana başka bir yol gözükmüyor! Tamam, kabul o zaman sen bir yol söyle! Hadi! Bekliyorum! Sen sadece sızlan, itiraz et, şikâyet et! Çözüme gelince yok! Ama iş suçlamaya gelince kendin hariç her bir şeyi kolaylıkla suçlayabilirsin! Evet, yapıyorsun! Seni tanıdığım günden beri bunu her defasında gösterdin, gösteriyorsun! Şu an yaptığın gibi! Ben mi? Sadece emir veriyorum öyle mi? Tamam birader, buyur dök eteğinden tüm taşları! Açılırsın! Kim bilsin neler neler biriktirmişsindir içinde! Ben mi? hayda! İnsaf ehli birini bulup sormalı! Evet, bir tanığımız olmalı. Kendimizden başka bir tanığımız yok ki! Var mı? Elbette gerek var! Sen benim, ben senin tanıklığını kabul etmiyoruz, biri birimizde güvenilir değiliz, bu açık değil mi? Hayret, bu yargıma itiraz etmedin! A evet, aynını sen söylesen kesin itiraz ederdim! Yazı tura atalım istersen! İlk sen dile getirseydin bu yargıyı ben itiraz etmezdim, diyorum, sen ederdin diyorsun. Nasıl çözeceğiz? Zamanı geri alamayacağımıza göre! En iyisi yazı tura atmak! Haksız mıyım? Aklına başka bir çözüm geliyor mu? Tamam, haklısın ortada çözümlenecek bir sorun yok! Katılıyorum! Gördüğün gibi ben de her yargına itiraz etmiyormuşum! Ha rol yapıyorum! Çünkü sen kabul etmiştin, durumu eşitlemek için! Gerçekten katılmıyorum! Sen art niyetlisin o yüzden beni de art niyetli kabul ediyorsun! Birbirimizde güvenilir tanık olmadığımız yargısını ilk sen söyleseydin kabul ederdim ve bu kabul edişle ne senin gibi böbürlenir ne de yerinirdim.
Yeterince dinlendin mi? Vaz mı geçtin? Dönelim mi? E, burada böyle kalacak mıyız? Ne yapacağız? Sence de aptalca bir duruma sokmuyor musun bizi? İyi de birader ben dönelim mi? Yeni baştan yürüyelim mi? Gibi almaşıklar sunuyorum sen ise öylece duruyorsun, gelen geçen ne der? Kimin umurunda! Tamam başkalarının ne diyeceğiyle edip eyleyecek değiliz, ama böyle kös kös yolun ortasında ne kadar daha durabiliriz ki?
IV
Olmuyor. Böyle olmuyor. Kediden kaçacak yer bulamayınca gözlerini sımsıkı örten bir farenin rahatlığıyla geçiştiremiyorum. Geçmeyecek bu açık. Bütün olumsuzluklar, bütün kahırlar, sıkıntılar, ıstıraplar üzerimde. İşin en berbat kısmı kendi eylemlerimin sonucu olan bir durumla karşı karşıya olmayışım. Karşıma geçip “Oh olsun! Kendin ettin kendin buldun!” dahi diyemiyorum. En acısı da buymuş. Bunu şimdi daha net anlıyorum. Daha açık görüyorum. Bütün yalınlığıyla. Telefon çalıyor. Telefonu çantamdan çıkarıp arayan numaraya bakıyorum. Donup kalıyorum. Babamın telefonun. Babam öleli en az dört yıl oluyor. Bir başkası -akrabalardan, kardeşlerden, tanıdıklardan biri olmalı diye içimden geçirsem de ürküyorum- olmalı diye kekeliyorum. Arayan başka bir numara olsaydı basacaktım kalayı. Sokaktayım, diyecektim. Kendimle boğuşuyorum, evet, kendimle konuşuyorum, kendime yön veriyor, yollar, güzergâhlar tayin ediyorum ve siz arayarak bu insicamı bozuyorsunuz. Şuan müsait değilim, diyesim vardı oysa. Babamın numarasına böyle diyemem ki! İyi ama babam öldü. Evet biliyorum. Dört yıl oluyor. Yine de tuhaf bir çekingenlik, tuhaf bir saygı ve tuhaf bir sevgi, tuhaf bir heyecanla açıyorum. Yutkunarak “Efendim!” diyorum.
- Ne hayırsız evlatsın, diyor babam, kaç zamandır aramıyorsun!
- Şeyy, diyorum.. şey.. baba sen öldün.
- Ne olmuş ölmüşsem, diyor babamın sesi. Rüya mı görüyorum? Bilmediğim bir sokağın ortasında, etrafımdan vızır vızır geçen arabalara rağmen rüya mı görüyorum? Hayır! Kesinlikle rüya görmüyorum. Kendimi çimdikliyorum kendime rüya görmediğimi kanıtlamak için. hatta yanağımı ısırıyorum! Canım yanıyor. Hayır rüya değil. Telefon sol elimde sol kulağımda. Babam konuşuyor. Daha doğrusu vefasızlığımdan, ne denli sorumsuz olduğumdan, duyarsızlığımdan dem vuruyor. Yutkunmaktan başka bir şey yapamıyorum. Kahretsin bu neyin nesi? Nasıl bir oyun içine düşmüşüm?
- Acıktım lan rezil, bir şeyler al gel! Diyor Babamın telefondaki sesi.
- En sevdiğin yemeği söyle? Diyorum, zaman kazanmak için. Sen babam değilsin, babamın sesini taklit eden mukallit, şakacı bir tanıdıksın, sözleri geçiyor içimden. Dile getirmiyorum. Babamın sevdiği bir yemek! Bilmiyorum ki! Şunu, diye bir yemek adı söylese “Hayır sen onu sevmiyorsun!” diyemem ki. Aslında derim diyorum. İnanılmaz bir güç doluyor içime. Seviniyorum. Sevinçle zıplıyorum.
- Sevmediğim hiçbir nimet yok, diyor babamın sesi. Ne bulursan al gel, acayip acıktım.
- Baba sen öldün, diyorum yeniden.
- Ne olmuş ölmüşsem, diyor babam yeniden.
- Biz seni gömdük.. bundan tam dört yıl önce gömdük.. sen şimdi açlıktan söz ediyorsun?
- Ulan it, diyor öfkeyle babam, acıktım işte yalan mı söylüyorum.
- Annem nasıl? diyorum, utana sıkıla.
- Bilmiyorum! diyor babam.
- Görüşemediniz mi? diyorum.
- Ölüm zamanlarımız farklı o yüzden görüşemiyoruz. Zaman sınırı var burada, diye yanıtlıyor babam.
- Zaman sınırı mı? diyorum, şaşkınlıkla.
- Evet, aynı on yıl içinde ölenler birbirlerini görebiliyorlar, on yılı aşkın olanlar görüşemiyor, diyor babam her zamanki bilgiç tavrıyla.
- O zaman biz de görüşemeyeceğiz? diyorum üzüntüyle.
- Daha on yıl dolmadı, diyor, pis pis gülüyor.
- Annemle, diyorum kızgınlıkla..
- Ha evet, diyor babam, yemek getirecek misin? diye ekliyor.
- Nerede bulacağım, diye yanıtlıyorum merakla.
- Gömdüğünüz yeri mi unuttun serseri, diyor babam öfkeyle.
- Hayır unutmuş değilim, ama şu an mezarlıkta mısın? diyorum.
- Elbet mezarlıktayım başka nerede olacağım? diye yanıtlıyor babam alaycı bir edayla.
- Yanında yörende kimse yok mu? onlardan bir iki dilim bir şey isteyemiyor musun? diyorum.
- Başkalarına el açtıracaksın he adi herif? diyor babam öfkeyle.
- Hayır, yanlış anladın, diyorum, çok acıkmışsın ya.. hem bir ben mi varım, öteki kardeşlerimi aradın mı?
- Numaralarını unutmuşum, diyor babam ve hüzünlü bir sesle ekliyor, bir seninki aklımda kalmış..
- İstersen numaralarını verebilirim, ben biraz uzaktayım da! diye yalan söylüyorum. Kent mezarlığıyla aramda dört kilometre bile yok. Ama korkuyorum işte. İnsan bir ölüyle -bu ölü babası da olsa- nasıl buluşur? Bir ölüye nasıl yiyecek götürür? Hem diyelim ciddi ciddi yiyecek bir şeyler alıp götürsem görenler ne der?
- Neredesin ki? diyor babam kuşkuyla.
- Şehir dışındayım, diye yalan söylüyorum.
- İyi öyleyse, abinin ya da ablanın numaralarını gönder.. öyle böyle acıkmadım.. birinden biri bir iki lokma bir şeyler getirir.
- Baba bu sence normal mi? diyorum çekinerek.
- Neymiş anormal olan? diyor babam.
- Ölü biri, dört yıl sonra -artık telefonu nerede bulduysa- birini arıyor..
- Birini aramadım it herif, oğlumu aradım, diye araya giriyor babam öfkeyle.. ve aynı öfkeyle sürdürüyor konuşmasını, oğlumu aradım, uykumdan kendisi için feraget ettiğim, yiyeceğimden, içeceğimden kendisi, kendileri için kıstığım oğlumu aradım.. birini aramış mışım.. itin önde gideni..
- Hayır baba, yanlış anlıyor, yargılıyor, hakaretler savuruyorsun.. ortada tuhaf bir durum yok mu şimdi? Niye dört yıl sonra aradın?
- Ancak fırsatım oldu, diye yanıtlıyor babam.
- Fırsat mı? diyorum dudak bükerek.
- Evet.. ancak fırsat buldum.. diyor babam gülerek.
- Tam zamanını buldun.. bula bula dünyayı kasıp kavuran salgın zamanında fırsat buldun öyle mi?
- Dünyanızın halini ne bileyim? Ne salgınıymış o? diyor babam merakla.
- Öldürücü bir hastalık.. Çin’den bulaştı.. bütün ülkeler sınır kapılarını kapattı.. insanları evlerine kapadılar..
- Boş ver.. ne ilk ne de son salgın bu sen gönlünü ferah tut.. bu gider başka bir salgın gelir.. hadi lafı uzatma da kardeşlerinin numaralarını gönder! diyor babam.
- Peki, diyorum. Hemen göndereceğim. Telefonu kapatıyorum. Bir süre öylece bakakalıyorum telefona. Bu neydi şimdi? Böyle bir şey olası mıydı? Ter içinde kaldım. Babamla normal yaşamda da konuşurken sıkardım kendimi. Çekinirdim. Rahat olmazdım. Terlerdim o vakitlerde de. Şimdi de terledim. Kesin babamdı. İyi ama..
Bütün bu saçmalıklarla ne yapacaksın? Bilmiyorum? Ne yapmalıyım? Masal senin ben ne bileyim? İyi ama birlikte değil miyiz? Birlikte miyiz? Kahretsin her sözüme karşılık bir soru sormak zorunda mısın? Sen de soru gerektirir tarzda konuşmak zorunda mısın? Yok buradan bir çıkış yolu bulamayacağız. Öyle görünüyor! Haklısın! Elli adımdan ötürü bütün bunlar. Babana telefonu nasıl elde ettiğini niye sormadın? Sormadım mı? Sordun mu? Sanırım sormadım. Sorsaydın annene de bir telefon sağlardık belki. Babama telefonu ben mi sağladım? Hayır! E.. E ne? Hem annem beceremez. Neyi beceremez? Telefonu kullanmayı. Nereden biliyorsun? Biliyorum da söylüyorum! Annemi tanımaz mıyım? Bu kadar mı? Nasıl yani? Neyse ben gidiyorum! Daha neler! Böyle burada mı bırakacaksın beni? Yolunu mu kaybettin? Hala dadı mı istiyorsun? Cehenneme kadar yolun var! Demek böyle olduk? Sen gitmiyor muydun? Hoşça kal! Sen de! Şey.. Ne oldu? Bu masalın bir sonu olmayacak mı? Olması mı gerekiyor? Yani bana öyle geliyor, her şeyin bir sonu olmalı.. belki sonu böyledir, ille de gökten üç elmamı düşmeli her keresinde? Fena mı olur? Olmaz da, bu sene don olmuş meyve ağaçları, özellikle de elma ağaçları meyve vermemiş.. nasıl düşecek? Gerçekten mi? Duymadın mı? Hayır! Biliyorsun pek sık çıkmıyorum dışarı.. hem elime mevkute de almam! Nasıl haberim olsun! Herkes gibi olmayı denesen olmaz mı? Herkesten neyim farklı? Görmüyor musun? Hayır! Ben de herkes gibi uykum gelince uyuyor, uykumu alınca uyanıyor, def-i hacet ediyor, yiyor içiyorum.. herkes bu kadar mı? Değil mi? Yine lafa tutuyorsun! E tamam, git hadi! İstersen mihmandarlık yaparım! Kalsın! Yine bir çıkmaz sokağın ortasında bırakırsın! Kötü mü, suçlayacak bir konun daha olur! Gerçekten çekilir biri değilsin! Sana nasıl tahammül ediyorum, bilmiyorum! Ben de! Masalın sonu? Taktın ama! Gökten üç elma düştü.. üçü de senin tepene indi! Bunu kendim istedim! Evet! Hadi gitsen ya! Gidiyorum, lanet olsun!
Cemal Çalık, 31.07.2020, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Facebook
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.