Sabırsızsın! Diyorum kendi kendime. Sabırsızsın! Hatta özensiz. Evet. Evet. Evet bak bu daha yerinde. Mikâil’i anlatacaktın. Yağmuru oradan oraya gönderenden, gezdirenden, yağmur taksimcisinden söz edecek değilsin elbet. Hayır! Bu Mikâil senin benim onun gibi bir kadından doğma. Bu Mikâil senin benim onun gibi bir erkekten olma. Melek olandan söz etmiyorum. Bir meleğin yaşantısından söz edilebilir mi? Kaygısı, çekincesi, seçme yetisi olmayan bir varlığın öyküsü nasıl anlatılabilir ki? Anlatılabilse bile bir anlamı olur mu ki? beyhude bir uğraş olur hepsi o.
Ve fakat denebilir ki “Sen beyhude işleri seversin.. niye denemiyorsun?” O kadarı benim için bile fazla. Ne güzel bulutlarla kaplıydı gökyüzü. Kül renginden daha kara bulutlarla kaplı bir gökyüzü ne iştah açıcıdır benim için. Ve işte arsız, nereden geldiği belli olmayan rüzgârlar dağıttı o güzelim bulutları. Sürüp götürdü. Ne işine yarayacaksa! İşte kalakaldım güneşin altında cascavlak. Sırılsıklam oldum terden. Gözlerimi bile açamıyorum. İşte sözcüklerim de kar gibi eriyip gitti. Böyle mi olmalıydı? Kime öfkelenmeliyim? Neye öfkelenmeliyim.. çileden çıkmalıyım kime karşı?
Mikâil’den söz etmiştik.. Mikâil diyorduk. Yağmur taksimatçısı olandan değil de insan olandan. Birilerinin konu komşusu, tanışı, kardeşi babası, abisi olan Mikâil’den. Senin benim onun gibi insan olan Mikâil’den. Şimdi birtakım Çıfıtların kıs kıs güldüğüne bahse girsem yüzde yüz kazanırım. Adım gibi biliyorum bunu. Gülüyorlar. Kıs kıs gülüyorlardır. Bu Çıfıtların gülme nedeni sözü edilen ve fakat öyküsü bir türlü anlatılmayan – ya da anlatılamayan- Mikâil’in ben olduğu düşüncesi. Bu yersiz düşünceye ne zaman nerede kapıldıklarını, kapılacaklarını bilmiyorum. Bilmem olası değil. Bu yersiz düşünceye kapılışlarına şeytan bile -evet bak herhangi bir insandan vazgeçtim herhangi bir iblis bile- akıl erdiremez. Beni ve Mikâil’i tanıyan herkes -aynı mahallenin, aynı sokağın çocuklarıydık- bilir ki Mikâil benden beş santim -yoksa on santim miydi?- uzundur.
Bakın nasıl da korkmadan kendi aleyhimde yazdım. Boyumun Mikâil’den kısa olduğunu çekinmeden, en ufacık bir komplekse kapılmadan söyleyiverdim hemencecik. Böylelikle nasıl bir cesaret sahibi olduğum anlaşılmıştır sanırım. Öyle ise sözü edilen kişi -yani Mikâil- ben olsaydım niye doğrudan söylemeyeyim ki? Bu düpedüz korkaklık olur. Oysa korkak olmadığım gün gibi aşikâr. Çıfıtların yersiz düşünceleri, evhamları, komploları, fısıltıları bizi bağlamamalı. Biz kendi işimize bakmalıyız. Her çıfıtın peşine düşsek.. hadi beyim uğurlar ola! Mikâil benden ayrı biri bu bir gerçek. Muhayyel bir varlık da değil.. bu da bir gerçek. Kapı komşumuz olduğu da bir gerçek.
Bunu, bizi tanıyan – Beni ve Mikâil’i- herkes bilir ve herkes rahatlıkla böyle olunduğuna -kapı komşusu- tanıklık eder. Hem çekinmeden eder. Düşünüp taşınmadan, anımsamaya gerek duymadan. Şu kül renginden daha koyu bulutlar arsız rüzgârlar tarafından sürülmeseydi, güneşe yol verilmeseydi, güneş karşısında cascavlak kalmasaydım konuyu daha derinlikli, daha kuşatıcı, daha açıklayıcı, daha belirgin, daha özlü, daha özgü, daha pekin, daha sağın, daha anlaşılır, daha kavrayıcı, daha iyi anlatabilirdim. Ve fakat güneş sözcüklerimi eritti. Nasıl da şapırdıyor ayaklarım özü sözcükler, kavramlar, terimler olan bu bulanık su birikintisi içinde. Allah vere de rüzgârlar yeni bir densizlik yapıp bulutları getirmese ve güneşi kapamasa.
Güneş şimdi biraz -birazdan epey fazla- daha lazım. Bulanık su birikintisinin kuruması için. Ayakkabılarımın suda şapırdaması beni her zaman delirtirdi. Delirtir. Hayır ayaklarım çıplak değil. Ayakkabı var ayaklarımda. İki ayağımda da birbirinin aynı -her açıdan, renk dahil- ayakkabılar var. Hem pek pahalı bir marka. Nadir bir marka. Ve oldukça pahalı. Bunu Mikâil söylemişti. Bu ayakkabıların bir eşinin daha olacağına ihtimal vermediğinin de altını çizmişti. “Bunlar oldukça pahalı ve bir eşleri de yok.. bunlar enfes birer antika!” demişti Mikâil. Yalan söyleyecek değil ya! Ezbere konuşacak değil ya! Konu antika ise Mikâil bu işin piridir. Öyle demişse öyledir.
Düşünün ki ayakkabılarımın ökçesi dahi deriden. Genelde -modern olanlar, fabrika işi, seri üretilmişler yani, yani yığınlar için üretilmiş olanlar- odun ökçelidir. Hem Mikâil bana karşı herkese olduğundan daha dürüsttür. Arada bir birilerine yalan söylediği olmuş, oluyorsa da bana birden fazla yalan söylediğini sanmıyorum. Bana karşı hep dürüst olmuştur. Gerçi bu ayakkabılarla sokağa çıktığımda, kentin ana caddesinde yürüdüğümde yanımdan geçip gidenlerin tuhaf bakışları ve akabinde gülmeleri beni biraz, birazdan biraz fazla işkillendirmiyor değil. Bir tuhaflık olduğunu seziyorum.. adını koyamasam da bir tuhaflık olduğu açık.. adı konulmamış şey yoktur, yargısına sığınarak sağımdan solumdan, önümden arkamda gülüp geçenleri görmezden gelebiliyorum. Güneş biraz daha kalmalı ve kurutmalı bu su birikintisini. Gerçi hiç istemeyeceğim bir leke çıkacak ya ortaya olsun.. ayaklarımın şapırdaması kadar bozmayacak sinirlerimi. Ama şu arsız rüzgârlara güven olmaz ki. Bakarsın bu kere de güneş işime yaradığı için yolumu keserler. Yaparlar bunu biliyorum. Yeni bir bilgi değil. Bunu hep yapmışlardır sırf beni kızdırmak, beni çileden çıkarmak, benimle alay etmek için yaparlar bunu. Yapmışlardır. Yapacaklardır.
Ey İlham perisi! Ey gedikli sevgili! Ey hoppalıkta eşsiz, denksiz olan! Ey aşıklarını inim inim inleten sürtük neredesin? Bak işte bıyıkları yeni terlemiş bir velet arkadaşına ayakkabılarımı gösterip gösterip nasıl da kahkahalara boğuldu. Ve az kalsın arkadaşı ensesinden tutmasa yerlere serilecekti. Bu olayın faillerinden biri de sensin ey hoppalar hoppası ilham perim! Biri -en önde geleni, olmazsa olanı- Mikâil olsa da biri de sensin! Senin rolünde azımsanacak bir rol değil hani, biliyorsun böyle olduğunu. Hayır! Hayır bu olayda figürandan ötesin, ikinci karaktersin boşuna kendini temize çıkarmaya kalkma. Boşuna zeytin yağı gibi olmaya heveslenme. Kimsenin gözünden kaçmış değil.
Kahretsin! Yine kaybettik şirâzeyi. Mecramız müpheme evrildi. Kimden söz edecektik nerelere geldik? Bunun vebali benim boynumda mı? Hiç kuşkusuz “Senin boynunda!” diyeceklerin sayısı toplamdan bir fazla olacaktır. Ve işte şaşkın şaşkın bakınmaktasın etrafa. Böyle olmamalıydı. Şu bastonu, hiç olmazsa şu bastonu işin içine katmamalıydın. Bir köşede durmalıydı. Kırılan su bardağının yanına bırakabilirdin. Hem işaret olurdu. Allah korusun! Ya çıplak ayaklı biri oradan geçmeye kalksa ve bakışlarını da yukarılara dikmiş olsa, ayaklarına bardağın parçaları batmaz mı? Ama işte baston orada olsa, o köşeden bardak parçalarının önünde bir perde görevi görse böyle bir yaralanma olayının olasılığı ne denli düşük olurdu değil mi? Bilmiyorum!
Gidişim sönüktü. Alabildiğine sönük. İster istemez dönüşüm muhteşem olmalıydı. Niçin? Bir neden bulmak hiç de zor olmaz aslında ya.. içimden gelmiyor. Heveslerimin her biri öldü. Ölmüş de denebilir. İçim ölü hevesler mezadı. Varsa böyle bir yer. Olursa eğer böyle bir yer. Olmasına izin verilirse böyle bir yer için. İzin almak mı gerekir? Bu hiç de yabana atılacak bir sorun değil. Belediyeden mi izin almak gerekir? Maliyeden mi? Tapu kadastrodan mı? Devlet Demir yollarından olacak değil. Yani öyle umuyorum. Ummak da değil. Öyle sanıyorum. Bina ile ilgili, yer ile ilgili herhangi bir kamu kuruluşundan başka izin mercii anımsamıyorum, anımsamamasına ancak hangi kurum? Görünüşte basit bir şey ve fakat işte nereye baş vurulacağını bilmek gerekiyor. Bir yer icadı için izin kuvvetle muhtemel. Ben de bir yer icat ediyorum hem de içimde; Ölü hevesler mezadı. Experler karşı çıkar.
Yazın experleri. Varsın karşı çıksınlar. Yine de daha başlangıçta yazın experlerinin karşı çıkışının önü alınmalı. Muhtemel bir karşı çıkış. Karşı çıkışınız yersiz, demeliyim. İşte bakın bu yerin yapılması için falan kurumdan aldığım izin belgesi, elbette burası dingonun ahırı değil, elbette izin, yetki belgesi gerekliliğine ilişkin bilgim var ve elbette bunları umursuyorum. Bana değil, bu izni veren kuruma itiraz edin! Belki de kimse karşı çıkmaz. Yine de karşı çıkar olur gibime geliyor. Acaba kim karşı çıkar? Yani belki kimsenin karşı çıkması için yeterli bir gerekçe de yoktur. Bilmiyorum. Belki vardır da ben gözümden kaçırıyorum. Ya da yoktur. Belki de kendi vehmimin kuklası olmayı seçmişim.
Hem karşı çıkacaklar için hemen belirtelim ki, ille de karşı çıkılacak ise, içte veya dışta, ister gerçek mekânda ister muhayyilede bir yer, bir mekân için karşı çıkmak yerine halihazırda dillere pelesenk olan “yeni normal” adlandırmasına itiraz edilsin. Evet hem madem itiraz hevesiniz var, hem madem bu hevesiniz aç bir kurt gibi saldırgan, hem madem git be git büyümektedir buna itiraz edin, açlığınızı giderin. Karşı çıkan olur mu? Sanmıyorum! Dediğim gibi bu bir evham! Bu bir gerçeklik olamaz! Acaba! Neden olmasın? Bir kesinlik bulmak zor! Kahretsin! İşte yine bilinmezler dünyasına adım atmışım.
İstemeden oluyor. İki gözüm önüme aksın ki istemeden oluyor. Bile isteye, tasarlanmış bir şey değil. Bilinmezlere beni çeken bir şeyler var bende. Bunu yeni ayrımsamış da değilim. Oysa bütün bunların hiçbirinin bir anlamı yok. Hem yeri de yok. Mikâil’in öyküsünü anlatacaktım. Bunun için hazırlanmıştım. Tüm hazırlıklarım bu yöndeydi. En ince detaylarına varıncaya kadar her bir şey tek tek incelenmiş, sıraya konmuş, olması gerekenlerin altı çizilmiş, olmaması gerekenlerin üstü çizilmiş, geriye anlatısı kalmıştı. Ve işte gelinen yer. Bunların Mikâil ile ilgisi ne?
Tamam belki az biraz ilgilidir. Belki gözden kaçırdığım bir şey vardır ilgi boyutuna ilişkin. Ama gelin görün ki, meçhul tarafı daha ağır basıyor. İtiraf etmekten çekindiğim falan yok. İşte büyük bir gözü peklikle itiraf ediyorum ki Mikâil’in öyküsüyle en ufacık bir ilgisi yok bu söylenenlerin. Saldırgan bir sivrisineğin peşine de düşebilirdim. Mikâil’i azıcık geri planda tutup bunu yapabilirdim. Ki, zaten sivrisinek mevsimindeyiz. Böylece kınanacak bir durum da olmazdı. Abus suratlı, ruhu ekşimiş kınayıcılar kınayacak bir şeyler bulsalar da kimsenin umurunda olmazdı o kınamalar. Bak şimdi de sivrisinek! Oysa.. yani.. tamam bütün bunlar burada şu kenarda şöyle dursun. Tamam, hazırda beklesinler. Tamam, dikkatlerden uzak düşmelerini önlemek için kimi önlemler alalım. Belki bunlar da önemli şeylerdir. Belki bunlarsız Mikâil’in öyküsü hepten anlamsız olacaktır. Belki kimseyi ilgilendirmeyen ilgilendirmeyecek, ilgilendirmesini gerektirecek en ufacık bir neden olmayacaktır. Ama bunu uzatmanın alemi var mı? Sivrisinek mevsimi olmasaydı bu vakit nalbant arayışına mı düşülecekti? Yersizlik değil mi bu? Ben bile yersiz dediğime göre, kimler demez. Biliyorum, hemen herkes yersizliğini dile getirecek, yer altında yer üstünde konuşulacak, tartışılacak, herkes birbirini ikaz edecek, “ha şu mu.. yersizliğin biricik örneği.. boş ver!” denecek. Bu kesin. Ama işte bundan da kendi adıma bir kesinlik, bir mutlaklık bulamıyorum. Bir müphemlik var. Var!
Sadece müphem olsa yine iyi! Sanki içten içe, alttan alta bir gerçeklik de kendini duyuruyor gibi. Ha ne diyorduk Mikâil.. tamam yeri geldiğinde o da anlatılacaktır. Demek ki yeri gelmiş değil. Vakti dolmamış. Daha ham. Hatta hamdan da öte.
Mikâil Zorlu tam bir maymun iştahlıydı dense yeridir. Ey aziz okuyucu biliyorum olmadı. Böyle birdenbire, öykünün -belli ki kahramanı- boyundan posundan, yaşından başından, saçlarının gözlerinin renginden, burnunun, kulaklarının boyutundan söz etmeden, eğitim durumundan, yaptığı işten, evli mi bekâr mı, yaşlı mı genç mi çocuk mu belirtmeden ruhsal durum denecek şeyden söz etmek sizce uygun karşılanmayacak ki bence de uygun değil. Eleştirmenler buna ne der bilmem de siz aziz okuyucuların merakına ket vurmuş olmaktan ötürü yazar pişmanlığını belirtip özür dilemelidir, ancak tren kaçtı, ok yaydan çıktı bir kere. Hem sonra zengin mi yoksul mu orta direk bir ailenin birinci ikinci üçüncü belki dördüncü çocuğu olduğunun yahut olmadığının bilinmesi söylenmesi neyi değiştirir? Öyküye ne katar? Ne katması beklenir? Anlamsız! Değil mi?
Eski kahvehane müdavimlerinin yahut eski mahallelerdeki dedikoducu kokonalarının pencere dedikodularından öte bir anlamı olur mu? Hadi bir anlamı oldu diyelim boyunun kısa oluşunu neye göre söyleyeceğiz? Böylesi sorunlar yok mu? İçinde yaşadığı toplumun ortalamasına göre dense elimde ülke ortalamasına ilişkin bir veri yok. Uydurayım mı? Tamam elbet bir boyu var. Ve benden uzun. Ben mi?
Bir yetmiş beş boyundayım. On santim uzun olsa demek ki Mikâil Zorlu bir seksen beş boyunda. Neyse ki boy sorununu aştık. Biz konumuzun özüne dönelim ve evet diyelim ki maymun iştahlıydı. Bu huyundan, özelliğinden ötürü Mikâili tanıyan, eş dost akraba konu komşu, sıra arkadaşı, sırdaşı, selam verdiği, selamını aldığı velhasılı kelam bir insanın tanındığı, tanıdığı ne varsa kim tanıdık oluyorsa her birisinin ortak yargısıdır ki hiçbir işte dikiş tutturamadı. En çok da hiç anlayamayacağı işte -antikacılık, ki antikacılığı ‘La arkadaş sen ne antika şeysin!’ diyenlerin fazlalığından seçmişti- zarar etti. Bıraktı mı? Hayır.. zarar ziyan bir şekilde geçimini temin ediyordu antikacılık işinden. Hep etti. Kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gitti gitmesine, sebat eksikliğini bir türlü kabul etmedi.
Daha çocukluğundan böyleydi. Sebat duygusundan yoksundu yoksun olasına ama sözünü dinletirdi. Evet, ilginç olan sözünü dinletmesiydi. Kendini her ortamda, her mekânda her kalabalıkta dinletirdi. Dinlenir biriydi. Hani yeri geldi de söylemek gerekti, yoksa söylemek gibi bir niyetimiz yoktu; sakıncalı piyadeydi. Memur olamadıysa bu yüzden olamadı. Olmak istedi mi? Hayır! Dosyasında -günahı söyleyenlerin boynuna- “Korkunç bir organizatördür. Üç kişi bulsun hemen bir örgüt kurup her türlü melaneti işleyebilecek kapasitededir. Dikkat edilmelidir.” Türünde kayıt olduğu söylenir. Bu sözü edilen kaydı gören kimse var mı? Kendi adıma görmüşlüğüm yok. Duymuşluğum var. Ve fakat gerçekten -yazılmış ise eğer- denildiği gibidir.
Diyelim mahallede altışar kişilik iki takım futbol oynuyor, Mikâil oyun ortasında oyuna girer. Sonra başka bir oyuna uğraşa sokar kan ter içinde hevesle oynayan mahalle arkadaşlarını, kimsenin de ne olup bittiğine ilişkin bir bilgisi olmazdı. Gelin hamamcının eşeğini oynayalım? Der. Ve herkes futbolu bırakıp hamamcının eşeğine başlar. Nasıl başladıklarını da bilemezler. Ali Veli Develi, üç de ondan evveli bal alan pekmez satan Recep Şaban Ramazan.. bir dakika.. karıştırdık mı? Hayır.
Tamam hani anasının çok evliliğinden şikâyet eden dul ananın serzenişini çağrıştırırdı eğer biz, “Ali Veli Develi, Üç de ondan evveli, Bal Alan Pekmez Satan, Recep Şaban Ramazan bir de irahmetlik buban, koca mı gördü senin anan” deseydik ve Recep Şaban Ramazan diye birileri mahallede olmasaydı. Oysa Recep Şaban Ramazan hep vardı. Mahallede üçünü yan yana gören herkes “Aha üç aylar da geldi!” derlerdi. Ali mi? Ali de vardı. Bakkal Gavur Ali -mahalleli neden Gavur Ali derdi bilinmez, ihtimal gaz ocağı iğnelerinin kalitesizliğinden.. yok, sanırım sattığı gaz yağının kuşkulu oluşundan, aman işte her ne halt ise- ile ilgisi yoktu bu Ali’nin.
Bu Ali Celep Zakir’in ortanca oğlu olan Ali, Mikâil’in gölgesiydi adeta. Mikâil ilk önce onun kulağına fısıldardı. Önce O’nun aklını çelerdi. Boşuna değildi önceliği Ali’ye vermesi. İri yarı, cüsseli mahallenin devi.. onu arkalayan her dediğini rahatlıkla yaptırırdı. Ve hikmetinden sorulmaz Mikâil’in gölgesiydi. Ne yapmıştır? Nasıl gölgesi olmasını sağlamıştır? Bilinmez. İşte altı üç yenilen taraf maçın bitmesine öfkelenirken yenen taraf Ali’nin reyi ile maçı bitirmiş, istemeye istemeye hamamcının eşeği oynanmaya başlamıştır. Hamamcının eşeği gerektiği gibi oynanacak mıdır? Mikâil niye futbol oyunundan hazzetmez? Bunlar birer muamma. Mahallede Mikâil belirince -bazen ortalıkta gözükmezdi ve mahallenin çocukları bu görünmezliğin tadını doyasıya çıkarırlardı- hiçbir oyun gerektiği gibi oynanmazdı. Yarım kalırdı. Hemen herkesin hevesi kursağında çürürdü.
Yahu saklambaç arkadaş.. düşün ebe milleti arıyor, Mikâil milleti toplamış Demir Evler'e baskına götürmüş yahut Başak Mahallesi'ne. Mikâil niye böyledir? Dedik ya maymun iştahlıdır. Bir anlık bir heves duyar bir şeye onun ardına düşer. Daha yarı yolda hevesi söner. Geri döner. Antika işinde sebat ettiği sanılmasın. Tamam, ölünceye kadar babadan kalan metruk binada birkaç eski eşyanın başını beklemiştir beklemesine ya.. görüntüdedir. Görünüştedir. Antika İbelo çakmak müşterisini fiyata razı etmiştir, bir bakmışsın caydırmış gramofon iğnesini aldırma gayretine düşmüş.. böyle tuhaftı. Hoş anası boşuna “bizim oğlan mı.. şu hiçbir baltanın sapı he?” dememişti.
Mikâil demiştik. Mikâil’den söz etmiştik. Mikâil’den söz ettik. Daha biraz önce yaptık bunu. Hem de annesinin sözüyle bitirdik. Oysa önce annesinden, mahalle sakinlerinin tümünün Zekiye Teyze dedikleri dul Zekiye’den bahsetmeli, onu anlatmalıydık. Mikâil’den önce yapmalıydık bunu. Madem kadından doğma, erkekten olma Mikâil’in öyküsünü anlatacağız öyle ise önce anneden başlamamız gerekmez miydi? Önce gerekenler dile getirilmeli değil midir? Madem önce gereken dile getirilmeli O’ndan -Zekiye Teyze- başlamamız daha yerinde olmaz mıydı? Üstüne üstlük “hiçbir baltanın sapı” adlandırmasının sahibi olan kişi nasıl atlanır? Nasıl görmezden gelinir?
Olmadı işte. Gevezelik, düzensizlik, özensizlik, acelecilik elimizi ayağımıza doladı Zekiye Teyze'yi atladık. Böylesi bir densizliğin özrü olur mu? Olsa da daha büyük bir densizlik olmaz mı? Özür dilemiyorum, hayır! Mikâil de dilemezdi. Bunu biliyorum. Dul Zekiye’nin tavuklarına seslenişi, cılız alaca tek bir ineğin neredeyse kurumuş memelerinden süt çıkarma uğraşı hiç de azımsanacak şey değildir. O süt ne olacaktır? Kuşku yok Mikâil’in ve benim ilk okul öğretmenimiz Sevgi Hanım'a götürülecektir. Mikâil’in okuldan kaçışlarını görmezden gelsin diye. Okuldan atılmasın diye. Zekiye Teyze'nin biricik umudu, güvencesi, yarından beklentisi Mikâil okuldan atılırsa ne yapar? Yarına nasıl çıkar? Bu kaygılar az kaygılar mıdır? Az dert midir?
Neyse ki rahmetli kocası Hüsnü efendiden -herkes, mahallede tanıyan herkes Hüsnü Efendi derdi, biz de diyelim de bir şeylerin eksikliğine vesile olmayalım- miras kalan Tahtacılar semtinde iki dükkânın akarı var da hepten uykularının kaçmasına engel oluyor. Maazallah! Onlar da olmasa.. hani o dükkânlar olmasa hepten de huzursuz, umutsuz olacak değildir. Biricik oğlu, ciğer paresinden umudunu kesmemiştir. Bunu bilir bunu söylerim rahatlıkla. Hayır, kesmemiştir. Huzursuz olsa da zaman zaman yılgınlığa düşse de ciğer paresi Mikâil okusun bir baltaya sap olsun ister. Niye bir küreğe, bir kesere, bir nacağa, bir çekice, bir balyoza değil de bir baltaya sap olmasını ister? Bilemem. Belki yerleşik bir deyim olduğundandır. Ama işte Mikâil daha yolun başında -ilk mektebin ilk sınıfında- su koyvermiştir.
Mikâil mektepleri birer birer -ilk, orta, lise ve ünveriste (Zekiye Teyze üniversite diyemezdi, dili mi dönmezdi, kendi gramer kurallarına mı uymazdı bilinmez)- okuyup ikmal edecek de.. ya doktor, ya mühendis, ya kaymakam olacak? Nerde? Yolun başında su koy veren birinden bunlar beklenir şey midir? Evlerinin karşılarındaki bahçeli evin tek kızı Aynur’u gelin etme hayali de, hevesi de bu yüzden zaman zaman puslanır kararırdı.. erirdi kar gibi. Hepten umutsuzluğa düşer miydi Zekiye Teyze?
Denemez. Yine de bilinen umutlardan, istendik umutlardan beriydi Zekiye Teyzenin taşıdığı umut. Dengeli-dengesiz bir umut. Sallapati bir umut. Cılız, büyüyüp gelişmeye elverişsiz, düpedüz yeteneksiz bir umut, Mikâil gibi.
Yo, aziz okuyucu bu hüküm, -siz yargı, vargı, çıkarsama ne derseniz artık- bu söyleyiş bana ait değil. Kesinlikle benim bulunduğum bir hüküm değil. İki gözüm önüme aksın ki benim değil. Şu kepçe kulaklar kaç kez işitmiştir bu sözü Zekiye Teyze'den. Bir ben mi işittim. Hayır! Bin kere hayır! Tüm mahalle sakinleri, mahallede bulunduğumuz sokağın tüm mukimleri günde birkaç kez duymuştur bu ünlenişi, bu seslenişi bu hükmün ilan edilişini.
Mikâil ne mi yapardı, nasıl bir tepkide mi bulunurdu yüzüne karşı söylenen bu söze? Valla sadece omuzlarını silkerdi yüzünde beliren hin bir gülümseme eşliğinde.
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.