11 Aralık 2020 Cuma

SA8979/KY1-CÇ750: Kimsenin Yardımı Olmadan

   Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Peşin peşin söyledim de. Böylece kırk ölçüp bir biçtiğim anlaşılsın! Anlaşılsın ki kimi yanlışlıklara yol açmanın önünü nasıl kestiğim görülsün. Bir de o vebalı üstümde mi taşıyayım?"

Kendimle yüzleşmeliyim. Aha yine aynı terane. Zaman zaman gelip beni bulur bu terane. Büyük bir ciddiyetle oturur baş köşeye. Kim bilir hangi çıfıtın işi? Nasıl bir çıfıtlık bu bilinmez. Bilen varsa da ben bilmiyorum. Hoş bilmek için özel bir merak duyduğum da söylenemez. Kaybedecek bir şeyim yok içimde biriktirdiklerimden başka. 

Ben işte böyle gani gönüllüyümdür. Aslında şunu demek istiyorum façası bozulacak biri değilim. Kendimle yüzleşmek ne demek? Ne anlamı var? Fellik fellik olmanın ne alemi var? Hadi diyelim kendimle yüzleştim, elime ne geçecek? Herhangi bir cinayete mi meyilliyim? İstenmedik eğilimler içimde cirit mi atıyor? Kimin içinde yok ki istendik olmayan eğilim? O eğilimlerden biri su yüzüne mi çıkmış? Onu tespit edip kesinleştirmeye kalkıp önlem arayışına mı gireceğim? Aklıma bir şey gelmiyor! Mesela yalancı biri olduğumu mu tespit ve teşhis edeyim? Daha neler? Yalan ve ben ha! İyi ama zaman zaman yalan söylediğim kendime örtük, kendime gizli değil ki. Biliyorum yalan söylediğimi. Hatta yalan söylediğimi söylediğim kişi bile bilir. Anlar. Yani usta bir yalancı değilimdir. Sık sık yalan söylerim. Bak iki gözüm önüme aksın ki, yaparım bunu. Yalan söylediğimin anlaşılmasından çekinerek -denildiği gibi usta bir yalancı değilim, hiçbir zaman başaramadım bunu, daha ağzımdan çıkar çıkmaz yalan olduğu anlaşılır- yalan söylemekten sakınır mıyım? Sakınıyor muyum? Hayır! Belki çoğu zaman anlaşılsın isterim. “Ah şu yalancı mı?” denilsin istediğim çok olmuştur. Ama konumuz bu değildi ki. Konumuz bu değil. Konumuz kendiyle yüzleşmek de değil. Allah sizi inandırsın konumuzun zaman zaman dilimin ucuna gelip sonra dışarı taşan “Kendimle Yüzleşmeliyim!” sözüyle uzaktan yakından ilgisi yok. Tamam o ifade gelip dışarı çıktığında canım sıkılmıyor değil. Ama konumuz o değil. Konumuz canımın sıkılması da değil. Şimdi tutup nelerin konumuz olmadığını sıralamanın da bir alemi yok. İşi neden yokuşa sürelim ki? Yeri zamanı geldiğinde tutar “konumuz şu” deriz olur biter. Demek ki konumuzun ne olduğunu söylemenin zamanı değil. Ya da yeri burası değil, diyelim. Aslında şu “Değil”leri de es geçmeli ama, kendilerini gerektiriyorlar. Böyle saçma sapan gerektirmeler her zaman yanı başımdadır. Bunlardan mustarip miyim? Belki az biraz. Belki az birazdan bir hayli fazla, yani oldukça fazla olabilir. Ölçüp biçme yeteneğimi -yeteneksizliğim ifadesi daha isabetli olurdu ya, neyse- bu konuda kullansam fena olmaz hani, şu ıstırap duyma hususunda diyorum, biliyorum leb demeden leblebiyi anlayıp çıkarsama gücü olan çok, ancak bakarsın densizin biri -ki birden fazla sayıda olduklarını rahatlıkla, hem de gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, ama söylemeyeceğim- çıkar hangi konuda? Diye sorar. O esnada ben başka şeylerden söz ettiğim için yanıt benzeri bir karşılık vermede zorlanırım.. o densiz de kalkıp “Bak bak ne söylediğinin ayrımında değil!” diye abuk sabuk bir yargıda, çıkarsamada, vargıda bulunur. Çok da umurumdaydı ya! Ancak ıstırap konusundaki sayılara ilişkin ölçüp biçme, hesaplama işlerine hiç de sıcak bakmıyorum. Yani böyle bir şeye –hesap yapmaya- kalkışacak değilim. Belki onlara da -hesap kitap işlerine de- vurdumduymazımdır. Vurdumduymazlığım konusunda bir iki kelam etmek gerek gibi. Bir gereken daha. Ne çok gereken var. Her bir gerekenin de kesin kanıtları var. Evet, kesin kanıtlar. Kesin bir kanıt olmadan herhangi bir savda bulunacak değilim. Böyle bir huyum da var. Kesin kanıtlara sahip olmadan bir sav ileri sürmeme huyu. Bu huyum ne lanet bir huydur, bilseniz. Bilseniz hayıflanırdınız. Hayıflanmakla kalsanız yine iyi. Bir yerlerinize inme iner, o inme inen yerdeki şeyleriniz işlevini yitirir, sıkıntı içinde sıkıntı yaşardınız. Neyse ki bu huyumla ilişkin bir bilgiye, bir öndeyiye sahip değilsiniz. Verilmiş sadakanız varmış, desem abartmış olmam. Ki, abartma huyum yoktur. Hiçbir konuda abartmaya kalkışmam. Abartıdan tiksindiğimi söylesem yalan olduğunu şıpın iş anlarsınız. Bu yüzden de söylemeyeceğim. Ketum olmalıyım. Evet, bazı konularda, bazı ortamlarda, bazı anlarda, bazı söylemlerde, bazı fırsatlarda, bazı fısıltılarda, bazı fiilimsilerde, bazı falan filanlarda, bazı fişlemelerde, bazı adlandırmalarda, bazı yakınmalarda, bazı iftiralarda, bazı itiraflarda, bazı formalitelerde, bazı sevinçlerde, bazı hüzünlerde, bazı kederlerde, bazı soyutlamalarda, bazı acılarda, bazı açılımlarda, bazı bağdaşımlarda, bazı caymalarda, bazı çabalarda, bazı dağıtışlarda, bazı dağılışlarda, bazı edalarda, bazı gaddarlıklarda, bazı kibarlıklarda, bazı hafifliklerde, bazı ıkınmalarda, bazı ilenmelerde, bazı jurnallerde, bazı kalkışmalarda, bazı lafazanlıklarda, bazı lakırdılarda, bazı munisliklerde, bazı aşırılıklarda, bazı mağduriyetlerde, bazı kazanımlarda, bazı maharetlerde, bazı makamlarda, bazı namelerde, bazı nakaratlarda, bazı ocaklarda, bazı kucaklarda, bazı okumalarda, bazı ödemelerde, bazı ödeyişlerde, bazı ödeşmelerde, bazı palavralarda, bazı panayırlarda, bazı paradigmalarda, bazı paradokslarda, bazı parkurlarda, bazı riayetsizliklerde, bazı rağbetlerde, bazı sabitliklerde, bazı şamatalarda, bazı taannütlerde, bazı tahminlerde, bazı uçlarda, bazı üflemelerde, bazı varsayımlarda, bazı yakınmalarda, bazı zevzekliklerde ketum olmalıyım. Hem kendim hem başkalarının yüksek çıkarları gereği böyle yapmalıyım. Susmalıyım. Yeri geldiğinde konuşurum. Yeri geldiğinde susarım. Böyle olmalıyım. Yani böyle olduğumu sanıyorum. Aslında abartma huyum olmadığı gün gibi ortada değil mi? Yine mi “bazı” gelecek? Kurtulamıyorum! Bak işte kolayca itiraf etme huyum da varmış. Bunu şimdi kendi kendime, bir başıma -evet, kimsenin yardımı olmadan kolayca buluverdim, ne buluş ama- keşfettim. Kimileyin durmasını bilmeli. Kimileyin susmasını. Kimileyin ağlamasını, kimileyin oynamasını, kimileyin kıpırdamadan durmayı, kimileyin oturmasını, kimileyin koşmasını bilmeliyim. Dur! Tanrı aşkına dur! Böyle böyle nereye varabilirim ki? Bunca müdahalenin beni götüreceği yer neresi olabilir? Sorulardan da bıktım. Bıktım ama yakamı bırakmıyorlar. Oysa “gözünü kıpırdatsa vur!” komutunu en başta sorular için verdiğimi sanıyordum. Sahi sanılar da başımın belasıdır. Sık sık karşılaşırım. Hem pek sık!  Bir kuşun tüyleriyle uğraşmasından daha sık, desem kim ne anlar ki? Olmuyor! Olacak gibi de durmuyor. Olduğunda olduğunu anlayacağım da kuşkulu. Anlatabileceğim de kuşkulu. Hele anlaşılması konusunda işler hepten kesat. Kuşku içinde kuşku. Kuşku turşusu olsa, kuşkulardan turşu vurulabilse en zengin en tecimsel kuşkular bende olurdu. Yok! Bu konuda teologların eline su dökemem. Neyse bırakalım bu teolog konusunu, tartışmaları gibi kendileri de baydı. Ben kendi kuşkularımdan söz ediyordum. Kendi kuşkularım! Ah lanet şeyler! Kuşkularımın yersizliği konusunda çokça vaaz vermişimdir tek başıma kaldığımda. Ve fakat işte gelip gelip yokluyorlar beni yanıtı belli olan sorular, yanıtı bilinmeyen sorular, yanıtı bilinmeyecek sorular, zevzeklik olsun diye sorulan sorular, çeşit çeşit. Zamanlı zamansız yapıyorlar bunu. Hani bir zamanı olsa o vakit işler kolay olur. Yani içinden çıkılır durum yaratılmış olur. Ama zamansız olunca iki arada bir derede kalınıyor. Kendimden biliyorum. Kuzum kendimden söz ettiğimi ayrımsamamış olmana imkân yok. Her şey bu denli açık olsun ve fakat “neden-kimden söz ediyor bu?” türünden saçma sapan bir soru zihnini işgal etsin, reva mı bu? Niye kendinize bu denli acımasızsınız? Niye bu denli kendinize karşı vahşi, gaddar, kindarsınız? Sen sana ne yaptı ki?  Kendine bu denli düşman oluşunu dünyada kimsenin anlayacağını sanmam. Kimsenin hak vereceğini sanmam. Kendi kendinin katili olan müntehirler bile -herhangi bir müntehir- bir anlam veremez bu düşmanlığınıza. Hele hele yellenirken kalçası çıkmış birinin ya da çorabını giyerken belini incitmiş birinin -ki öyle birilerini yakından tanıma fırsatım oldu, o bahtiyarlığa erdim yani-  söylenenler karşısında şaşırmış gibi yapmaları ne saçma değil mi? Çorabını giyerken belini inciten o kadar özensizdi ki, biri kırmızı diğeri kahverengimsiydi ayaklarına geçirdiği çorapların ve bunun ayrımında bile olmamıştı. Belim de belim, diye sızlanıp durdu. İyi ama çorapların, demiştim. Bak bu iki çorap farklı. Görmüyor musun? Demiştim de “Kör müsün? Belimi incittim!” karşılığını vermişti. Hayır, yani kör kendisi mi ben miyim? Ağrıyı -herhangi bir yerdeki ağrıyı- herhangi bir gören göz olur mu? Bu apaçık bir saçmalık değil mi? Ama çoraplar ortada. Görünür şey. Kendisi çorapların farklı olduğunu görmüyor, bana ağrısını görüp görmediğimi soruyor. Hayır, görmedim. Acaba nerede düşürdün? Dememe az kalmıştı. Ramak kalmıştı denir ya, ha işte öyle ramak kalmıştı. Ve fakat kendimi tuttum. Öyle her aklıma gelen soruyu sormak gibi bir huyum yoktur. Ben ne bileyim senin çorap giyerken belini incitebileceğini? Anlamsız değil mi? Ben gördüğümü söylüyorum. Ben hep gördüklerimi söylerim. Görmediğim bir şeyi nasıl söyleyeyim? Çoraplar farklı. Biri kırmızı diğeri kahverengimsi. Bu durumda iki çorabın olduğu ortaya çıkıyor. Karıştırmışsın. Ayaklarına geçirdiğin çorapların ikisinin de rengi aynı olmalı değil mi? Bunu herkes bilir. Çorapların aynı olması konusunda hemen herkes dikkatlidir. Hatta öyleleri vardır ki kravatıyla çorabının rengi bile uyumludur. İnsan onlara imrenir. Tek eş çorabı kim ayağına geçirir? Bu kadar basit bir şeyi bile bilmiyor, görmüyor, anlamıyorsan ben ne yapabilirim? İncinen belinin incindiğini çorapları giydiğinde -sanırım sağ ayağına giydikten sonra, sol ayağına giyerken incitmiştin belini- yüzünü ekşitsen ya da inlesen belki anlardım. Anlayışsızlıkla suçlaman yersiz. Hem çarpıklığı fark edip ikaz etmişim. Teşekkür etmelisin. “Kör müsün belimi incittim!” demenin alemi var mı? Hareketsizliğin doğal bir sonucu belini incitmen. Böyle dobra dobra yüzüne vurdum. Yüzüne vurdum ama bana mısın? Demedi. Dobralığımın bir faydası olmalıydı. Öyle ummuştum. Umuşum boşa çıktı. Tınmadı bile. Durup ayaklarına geçirdiği çoraba bakmadı bile. Sağ elini -sol eli miydi yoksa- beline götürüp ovar gibi yaptı. Ovmadı yani. Ovar gibi yaptı. Gibi olan ile sahih olanı hemen fark ederim bunu biliyor. Biliyor ama bilmezden geliyor. Rol yapıyor. Sahteliği o kadar belli ki. Karanlıkta bile ayrımsamak zor olmasa gerek. Oysa yellendiğinde kalçası çıkanı uyarır uyarmaz hemen karşılık vermişti. Evet, demişti, haklısın daha özenli olmalıyım. Özensizliğin sonuçları acı oluyor. Elbette acı olur. Çıkan kalça kim bilsin ne denli acıtır canını insanın. Yellendiğinde kalçası çıkan durup dururken “Peynir konusunda da titiz olunmalı.” Dedi. Şaşırdım. Kuşkusuz siz de şaşırmışsınızdır. Şaşırırsınız. Peynir en az altı ay bekletilmeliymiş. Öyle söylüyormuş experler. Tamam uzman demeliydim. Exper kalemimden kaçıverdi. Hoş uzman demememin, diyemememin de bir gerekçesi var. Düpedüz kızıyorlar “uzman” dediğimde. Kendilerini küçümsüyormuşum gibi bir algıyla, duyguyla dolup taşıyorlar ve üzüntülere gark oluyorlar. Evet, evet expersiniz. Uzman da nereden çıktı? Ki, evet öyle söylediklerini -peynirlerin en az altı ay bekletilmesi gerektiğini- ben de birkaç kez duydum anlı şanlı uz.. -özür, az kalsın uzman yazacaktım, neyse ki son anda fark edip kendimi durdurdum, kendimi durdurmada da pek mahir olduğum belli oldu değil mi?- experlerden. Bekletilmezse birçok soruna yol açarmış. Peynirden anlamam. Pazarcı yemin billah etti altı ay beklettiğini. Kendi imalatları imiş, kesinlikle altı ay demlenmesini -demlenme deyince kuşkulandım aslında, peynir çay mı ki? De demlensin, deyiverecektim, ki kendimi durdurma maharetim orada da imdadıma yetişiverdi, doğru, kuşkulanmıştım. Ve fakat kuşkumu belli etmedim. Zira peynirden anlamam. Nasıl yapıldığını bilmem. Yapılış aşamalarında hangi sözcükleri kullanırlar, bilmemin imkânı yok. Gerçi uzmanlar  -kahretsin bak exper yerine uzman yazıverdim, tuhaf bir alışkanlık- dinlendirmekten söz ederken, pazarcı -doğru ise aynı zamanda peynir imalatçısı- demlenme sözcüğünü kullandı- sağladığını, buna özel bir dikkat gösterdiğini defalarca söyledi. Her ne halt ise, ister dinlendirsinler peynirleri, ister demlenmeye bıraksınlar beni ne ilgilendiriyor? Konumuz diyordum ya, hah.. işte konumuza biraz sonra geleceğim. Siz şimdi peynirciden söz ettiğim için konumuzun peynir imalatı olduğunu sanacaksınız. Hayır, iki gözüm, hayır! Konumuz o değil. Bu ne acelecilik? Aceleye ne gerek var? Acele eden ne kazanmıştır ki ben kazanayım? Aceleciliği sevmem. Gerçekten! Hem de hiç sevmem. Bir insanın iki ayağını bir pabuca sokmanın ne alemi var? Tamam, hak veriyorum, kendi penceremden acele görünen şey bir başkasının penceresinden tembellik mesabesinde olduğu da bir hakikattir. Ama bu hakikatten bana ne? Ben kendi hakikatimden sorumluyum. Ve bu yüzden de aceleciliği sevmediğimi, peşinen söylüyorum. Peşin peşin söyledim de. Böylece kırk ölçüp bir biçtiğim anlaşılsın! Anlaşılsın ki kimi yanlışlıklara yol açmanın önünü nasıl kestiğim görülsün. Bir de o vebalı üstümde mi taşıyayım? Yok anam babam yok..


Cemal Çalık, 11.12.2020,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü

Facebook 



Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

Seçkin Deniz Twitter Akışı