Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Öyledir, diyemem. Günahını alamam. Tüm mahalle eksik tarttığını söylese de. Özellikle kaşar peynirinde yaparmış bunu. Gel git akıllıyım doğru. Ama yine de eksik tarttığını nasıl söyleyeyim?"
Daha başlığı okur okumaz “tırhıç” sözcüğünü es geçip “şikâr” sözcüğünün sözlük anlamından -ki sözlük anlamını bilenler için geçerli, sözlük anlamını bilmeyip yargıda bulunanları dikkate alacak değiliz- hareketle “Aa.. Tırhıçlı Ev'in avını anlatacak!” türünden aceleci bir yargıyı daha en baştan kınayalım ki, sonradan “Oldu mu şimdi?” denmesin.
Sizin aceleciliğiniz sayın bey efendi, sayın hanım efendi. Şikâr sözcüğünü o anlamda kullanmıyorlardı ki sözünü edeceğimiz kişiler. Efendim, şikâr sözcüğünü kendini beğenmiş, burnu Kaf dağında, kendini bulunmaz Hint kumaşı görenler için söyleniyordu. Varsın sözlüklerde öyle bir anlamı olmasın. Siz acele etmeseydiniz biz dahi böyle bir girişte bulunmazdık. Yani ortada bir kabahat, bir kusur var ise bunun iki taraflı olduğu açık. Biri de sizsiniz. Yok, burada şikârlık ettiğimiz söylenemez. Bu düpedüz acelecilikten kaynaklanan bir müfteriliktir. Ha, denecek ki insan müşterisini aşağılar mı? İyi de kendinizi ne diye müşteri olarak tanımlıyor, tanıtıyorsunuz ki?
Efendim, şimdi de ben mi acelecilik ediyorum? Haklısınız. Hakkı aliniz var. Düpedüz acelecilik ettim. Kusurumu bağışlayın. Arada sırada böyle densizlikler yapıyorum. Hoş görün! Tamam, çocukken bizim de Tırhıçlı bir evimiz vardı ve babaannem tırhıçın ardında ikindi çayı içerken yanında benden başkası olmazdı. Kalabalıktık aslında. Büyüklerden söz etmiyorum. Büyükler de kalabalıktı. Evli dört kardeş, dede ve babaanne birlikte kocaman bir evde yaşıyorduk. Dört kardeşin de en az iki en fazla beş çocuğu vardı. Hesaplayın bir. Dede ve babaanne iki. Dört oğul dört gelin eder sekiz. Dede ile babaanneyi de kattınız mı eder on büyük. Ya çocuklar? Büyük oğulun beş çocuğu vardı. Biri erkek dördü kız. İkinci oğulun üç çocuğu vardı üçü de erkek. Üçüncü oğulun dört çocuğu vardı. Dördü de erkek. Dördüncü oğulun -küçük olan- iki çocuğu vardı biri kız biri erkek. Toplam ne yaptı? On dört çocuk. Dile kolay on dört çocuk.
Ben ikincinin en küçüğüydüm. Babaanneme çay için eşlik ederken diğerleri bahçede gürültülü bir biçimde haylazlık ederlerdi. Haylazlık ettiklerini babaannem söylerdi. Babaannemden öğrenmiştim haylazlık bilgisini. Nedendir bilmem ben babaannemin dizinin dibinden ayrılmazdım. Kovardı. Çimdiklerdi. Döverdi. Ve fakat ben yanından ayrılmazdım. Çay içmenin inceliklerini -hemen, hemen dudak büktünüz değil mi? Çay içmenin de inceliği mi olurmuş? Sorusunu dillendirdiniz içinizden değil mi? Hadi itiraf edin, oysa çay içmek çok, ama çok incelik isteyen bir iştir, babaannemi tanısaydınız, görseydiniz, çay içmesine tanık olsaydınız hiç mi hiç burun kıvırmazdınız, kıvıramazdınız- hangi faytoncunun atlarından birinin veya ikisinin bu kışı çıkaramayacağını, umulduğu kadar kar yağıp yağmayacağını, hangi kadının ikiz doğuracağı, ikizlerden hangisinin uzun bir ömür süreceğini, kimin kime varacağını, kimin kimden ne kadar alacağı olduğunu bir bakışta anlar anlatırdınız. Hem imaen de değil ha. Açık açık. Anlaşılır biçimde. Babaannem bilirdi.
Babaannem bugün yaşasaydı o yere göğe sığdıramadığınız Google nal toplardı onun yanında. Hadi bir deneyin ve Google’ye sorun bakalım komşularınızdan hangisi bu kışı çıkarır çıkarmaz? Böyle bir soruyu soru olarak bile alacak yetenekte değildir, kaldı ki bir yanıt versin. Söyleyin bir yanıt verebilir mi? Ama babaannem hastalıklı olsun olmasın -ki cümle doktorların ‘haftayı çıkaramaz!’ dediği nice kişinin daha nice yıllar yaşayacağını söylediğini hem hasta sahipleri, hem hastaların kendileri, hem tanıdık nicesi dediği gibi olduğuna tanıktır- “bu kışı çıkaramaz bu garip!” derdi ve öyle de olurdu. Ben kaç kere korka korka -tırhıç arkasında çay içerken- sormuşumdur “Falanın dedesi yahut nenesi bu kış çıkarır mı?" demişimdir de o “Neneyi bilmem de Murad’ın kendisi bu kış çıkaramaz gibi!” Murat dedesini nenesini sorduğum kişi, benim yaşıtım. Ve gerçekten Murat o kışı çıkaramadı. Şimdi siz söyleyin Google’niz bunu diyebilir mi, bunu bilebilir mi? İnanın bak! Niye inandırmaya çalışıyorsam? Neme lazım ise sizin inanıp inanmazlığınız? İnanıp inanmazlığınız hangi derdime derman olacak ise! Hayır, hayır, bu anlatılanlardan Tırhıçlı evin şikârının babaannem olduğu yargısında bulunmayın. Babaannem mütevaziydi. Valla! Bir kere olsun kimseye tepeden bakmış değildir.
Tanığım. “Bir çocuğun tanıklığından ne çıkar?” diyebilirsiniz. Ağzınız torba değil ki büzeyim. Bir kere olsun babaannemin ağzından duymuşluğum yoktur ki “O mu.. ben ondan falan konuda iyiyim!” desin. “Fena sayılmam.. başa çıkarırım, elimden gelir ama falanın yanında adım okunmaz!” demiştir kaç kez. Kimseyle bir yarışa girdiğine de -Allah için- şahit olmuş değilim. Efendim, ben mi? Hiç kuşkusuz kimi yarışlara girmişimdir. İlk aklıma gelen soğan soyarken gözlerin yaşarması. Benim hiç yaşarmamıştır. Dünyanın en acı soğanı dahi bir damla göz yaşı getirmez gözlerimden. Tamam, kanıtlardım kanıtlamasına ya.. burası yeri değil. Sonra benim üzerime -yaşıtlarım arasında elbet- cirit atan bilmem. Öyle bir dünyaya gelmiş mi? Sanmam! Bunu da kanıtlardım kanıtlamasına ama.. dediğim gibi yeri değil. Sonra bilye, aşık oyununda. Kimse elime su dökemezdi. Halen daha dökemez. Bu hal Tırhıçlı evin kazandırdığı bir şey değil. Evimizin tırhıcı olmasaydı da ben yine öyle olurdum. Ama babaannem gibi olamadım. Olamam da. Birinin yüzüne şöyle bir bakıp “şu adam/şu kadın şöyle olacak, bu adam/bu kadın böyle olacak!” diyemem. Bilemem. Babaannemin bakışları farklıydı. Başka türlü bakıyordu, başka türlü görüyordu. Başka bir görme yeteneği, yetisi vardı. Bu kesin. Bırakmıyorsunuz! Bırakmıyorsunuz ki ağız tadıyla anlatayım. Hemen sözümü kesiyorsunuz muhtemel yargılarınızla ki yanlış yargılar olduğunu bilmeden.. Aceleciliğin kurbanı olmuşsunuz, beni de aceleciliğinize kurban ediyorsunuz.
“Bir koşu Gavur Ali’den limonlu nane al da gel!” demişti babaannem. Çay hazırdı. Çay saati gelmişti. Şimdi olsa belki de “Çaysadım!” derdi. Biliyorum “Çaysadım!” diye bir sözcük yok literatürde. Ama babaannem icat ederdi. Bana öyle geliyor. Her neyse bir koşu alıp geldim. Agideleri uzattım babaanneme. Aklımda hep “Neden Gavur Ali diyorsunuz?” sorusu vardı. Bu kere soracaktım. Kararım kesindi. Ancak soramadım. Adam – Gavur Ali- namazında niyazında biriydi. Tartı işinde de özenliydi. Yardım severdi. Güler yüzlüydü de. Ancak tüm mahalleli “Gavur Ali aşağı Gavur Ali yukarı” der dururdu. Gavurluğu ne zaman nerede hak etmiştir? Bir muamma. Benim için elbet! Elbet “Gavur Ali” diyenlerin bir bildiği vardı. sanırım dinsel bir söylem değildi o. Ben yanlış anlıyordum. Tam soracaktım babaanneme -ki o neden ona kendisi ve mahalleli gavur diyordu, bilirdi ve bana söylemekten de çekinmezdi. Ama olmadı.- “Neden bakkal amcaya Gavur Ali diyorsunuz?” diye soracaktım. Sokağın başındaki Tırhıçlı evin önünden geçerken söylenen söz – unuttum ne söylediğini- o soruyu unutturdu. Babaannem anlamıştı ki “Tırhıçlı evin şikârı yine ters bir kelam mı etti?” dedi. Donup kaldım. Nasıl bilmişti? Sahi bir bizim ev Tırhıçlı değildi ki. Birçok evin tırhıcı vardı. Halen var mı bilmiyorum?
Babaannemin “Tırhıçlı evin şikârı” dediği kişi dul bir kadındı. İç güveyi ve kızı bir de arsız mı arsız ben yaşlarda bir kız torunu vardı. Ben ne zaman onların evinin önünde geçsem kız bana tükürür sonra da ben tükürmüşüm gibi yaygara yapardı ve anneanne de bana saydırırdı. Ki tanık olanları dinlemezdi bile. O yüzden ben sokağın başına gelince karşıya geçerdim genellikle. Oysa o evi geçip sağa döner dönmez Gavur Ali’nin dükkânına varılırdı. Haybeden yolu uzatırdım şirret kız yüzünden. Sahi babaanneme “Neden Aliye neneye Tırhıçlı evin şikârı diyorsun?” sorusunu da sormadım nedense. Tamam kendini beğenmişin, kendini hint kumaşı bilenin önde gideniydi ama şirretlikte torunundan aşağı kalmazdı. Evlerinin önünden geçen herkes neye uğradığını şaşırırdı. Böyle birine yakışan ad “Şirret” olmalıydı. “Tırhıçlı Evin Şirreti” deseydi daha isabetli olurdu. Yanılmıştı babaannem. Yanılıyordu. Yanıldığını söylemeyi ne çok isterdim. Olmadı işte. Şimdi dönüp geriye bakıyorum da babaannem hep yanılırmış aslında. Ve fakat ben çocuk aklımla yanılmazlığına hükmetmişim. Daha “Bu on kuruşluk agide değil, doğru söyle yedin mi yoksa?” dediğinde anlamalıydım yanıldığını. Yemezdim. Gerçekten. Ha Bakkal Ali eksik mi tartıp veriyordu? Öyledir, diyemem. Günahını alamam. Tüm mahalle eksik tarttığını söylese de. Özellikle kaşar peynirinde yaparmış bunu. Gel git akıllıyım doğru. Ama yine de eksik tarttığını nasıl söyleyeyim?
Cemal Çalık, 01.01.2021, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.