Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Kapı niye açıksa, unutkanlık işte unutmuşlar kapının zırzasını vurmayı. Mediha bir taraftan kızı Melek bir taraftan çığlık çığlığa.."
Mart ayının son pazarıydı. İkindi geçmiş, akşam namazına birkaç saat kalmıştı. Elli beş yaşındaki Kahveci Refik sobaya bir iki kürek kok kömürü atıp sobayı harlandırdı. Kahvehanede kendinden başka kimse yoktu, yoktu ama sürekli müşterilerden yaşına yakın, yaşından büyük cami cemaatinden birkaç arkadaşı neredeyse damlardı kahvehaneye. Gelecek olanların;
- La gardaş sen gittikçe cimrileşiyor musun nesin? Şu sobaya bir iki kürek kömür at, elini korkak alıştırma! Demelerine fırsat verecek değildi. Hoş onlar için sobaya attığı iki kürek kömürle cimriliğine ilişkin gerekçeler bulup çıkarmalarının önünü alacak değildi, bunu adı gibi biliyordu, arkadaşları -hikmetinden sual olunmaz nedense çevresi Kahveci Refik’i cimri bellemişti bir kere- eder ne eder bir şeyler bulurlardı. Yine de kömür konusunda arkadaşlarının dudaklarına düğüm atmak hoşuna gitmiş, muzip muzip gülmüştü. Şükür neredeyse üç kışı çıkaracak kömürü vardı. Hem kışlar o eski kışlar değildi ki. Soba yanmasa da içerisi yalnızca gençler için değil her yaş insan için sıcak gelirdi. Radyoyu açtı. TRT Nağme’ye ayarlı radyoda çalan;
- Sen kimseyi sevemezsin” şarkısına duyulur duyulmaz bir sesle eşlik etmeye başladı. Kahveci Refik yaşdaşlarını, arkadaşlarını bekleye dursun, daha önce buraya adımını atmamış iki genç kahveden içeri dalınca şaşırmadı desek yalan olur. Kahvehanesinde iki genç.. olacak iş değil.
- Şaşırdılar herhal.. hana gelmişlerdir, burayı han sandılar, diye geçirdi içinden.
Komesli Han'ın hemen sağındaki kahvehaneye dalan mezkur iki genç, Tarih bölümü birinci sınıf öğrencisi iki arkadaştılar. Kentin yerlisi olan sınıf arkadaşları Kadir öve öve bitirememişti bu kahvehaneyi. Müşterilerinin tatlı tatlı konuşmaları, atışmaları, yapmacık kavgaları.. görülmesi gereken dünyanın sekizinci harikası bir şey, demişti. Hele kahvehaneni sahibi Refik Amca. Refik Amca ikindiden sonra kahveye geliyormuş, oğlundan kahveyi devir alıp gelenlere hizmeti o yapıyormuş, ki ikindiden sonra akşam namazına kadar yaşıtlarından başka kimse olmazmış. Kadir aylardır ballandıra ballandıra anlatıyor, götürmek için söz veriyor ve fakat her defasında bir terslik olup gidilemiyordu. Sözleşmişlerdi. Kadir yanlarında yoktu. O da gelecekti. Bulmaları kolay olurmuş. Komesli Han'ı kime sorsan gösterirlermiş. Komesli Han pek meşhur imiş. Hem kahvehanenin tabelası da varmış “Refik'in Kıraathanesi” bulmanız işten bile değil. Dediği gibi olmuştu Kadir’in. Tekin ve Alin Kongre Caddesi'ne varmışlar, oradan Ali Paşa Camii'ni sormuşlar hanı bulmuşlar, hanı bulunca da kahveyi elleriyle koymuşlar gibi karşılarında görmüşlerdi. Kapıyı usulca açıp selam verip içeri girmişlerdi.
- Aleykümselam da Gençler, dedi Kahveci Refik, burası Komesli’nin yeri değil, karıştırdınız herhal.
- Yok, dedi gençlerden başında tiftik olan Tekin, bir arkadaşla burada buluşacağız.
- Belki tanırsın, Kadir, diye katıldı konuşmaya gök gözlü Alin.
- Kadir.. Kadir.. şu tarih bölümünde okuyan tornacı Zühtü’nün oğlu mu acaba?
- Evet, dedi Alin, babası tornacı imiş..
- Tanırım, dedi Refik, iyi biridir, arada bir gelir. Çay ister misiniz?
- Olur, dedi iki genç birlikte.
Refik iki demli çayı getirip masalarına bıraktı gençlerin. Sobaya gidip kapağını açtı, şişle kömürleri alt üst edip ateşi harlandırdı. Şişi kömür çizmesinin içine bırakıp gençlerin yanına geldi
- Gençler destur var mı? Dedi karşılık beklemeden masalarına oturdu. Buralı değilsiniz, öyle anlaşılıyor, değil mi?
- Ben Denizli’ arkadaşım da Tokatlı, dedi Alin. İlk yılımız.
- Altı ay oldu, dedi Tekin.
- Eh, hoş gelmişsiniz.. nasıl şehrimizi beğendiniz mi? Dedi Refik.
- Güzel, beğendik, karşılığını verdi gençler.
- Adlarınızı da bağışlar mısınız?
- Benim adım Tekin, dedi Tokatlı, arkadaşımın adı da Alin.
Refik kaşlarını çattı Alin’e baktı…
- Ula ona nasıl isim gök gözlü, dedi gülerek Refik, sakın kardeşinin adı da “Verbin” olmasın.. Hep birlikte güldüler. Alin utanmış gibi başını eğdi.
- Neyse, dedi Refik, benim adım da Refik.. tekrar hoş geldiniz, hem şehrimize hem kahvemize. Hanı gezdiniz mi?
- Taşhan’ı mı? Dedi Tekin..
- Yok yav.. yandaki hanı, Komesliyi, dedi Refik.
- Henüz görmedik, dedi Alin..
- Güzel yerdir, esaslı yerdir, bir gün gidin, dedi Refik.
- Harika yerler var kentinizde, dedi Tekin, ama birer birer kayboluyorlar gibi.. örneğin sizin burası, o eski insanlar.. keşke şimdiki gibi o zaman da kameralar, televizyonlar olsaydı da kayıt altına alınsaydı sonraki kuşaklar için..
- Aman, aman, dedi kahveci Refik, iyi ki yokmuş.. ne aileler, ne insanlar darmadağın olurdu..
- Niye öyle diyorsun Refik amca, dedi Alin, çocukluğunu, çocukluğunda yaşadığın nice şeyi şimdi izlerdin..
- Yok oğul yok.. sıradan yanlışlıkları öyle bir hale getirirlerdi ki.. insanlar ya kendilerini, ya o hale getirenleri vururlardı vallaha.. ben şimdiki nesile şaşırıyorum.. çok sabırlılar belki de.. alelade sıradan bir yanlışlığı öyle bir halde veriyor ki sizin televizyonlar.. Allah’tan bizim zamanımızda yoktu.. hele bir de internetiniz var ki.. durun etmeyin, o öyle değil, diyene anlatana kadar ortalık yalana teslim.. aha Nalbant Hacı Nafi’nin başına gelenler.. üff.. kesin kan çıkardı, Hacı kendini asardı. Vallaha asardı. Oysa çok sıradan bir yanlışlıktı yaptığı..
- Anlatsana Refik amca, dedi Tekin merakla.
- He, anlatayım, ben daha çocuktum o olay olduğunda. Ama gençliğime kadar anlatılıp durdu. Olayın şahitleri birer birer ölene kadar anlatılıp durdu bizim muhitte. Ki bizim burada oldu sözünü ettiğim olay. Hatta darb-ı mesel haline bile gelmişti. Başı önünde yürüyen birine bir arkadaşı tesadüf etse “Ula gardaş ne gafanı eğmiş gidirsen, Hacı Nafi gibi komşunun evine dalarsan bak!” der gülerlerdi. Her neyse. Olay çok basit bir yanlışlığın eseri.
Nalbant Hacı Nafi akşam namazını kılıp camiden çıkmış, kimse ile tek kelam etmeden hızlı hızlı beş yüz metre kadar uzakta, çamurlu sokağın en başındaki evine doğru yürüyormuş. Kış mevsiminin son günlerinin sonu da olsa insanın soluğunu kesen ayazın ardından tipi şeklinde kar yağıyormuş. Uşaklar bilirsiz o zamanki kışlar.. ha.. siz “uşaklar” lafına takıldız hemi.. bakmayın öyle kem kem.. hizmetçi demiyorum size, çocuklar için kullanırdık “uşaklar” lafını. O vakitler hizmetçi yerine “uşak” lafı kullanılmıyordu. Benim yaşımdaki herkes halen daha uşak lafını çocuk anlamında kullanır. Bak mesela eve giderim aha bu yaşımda bizim Köroğlu'na derim ki “uşaklar daha gelmedi mi?” o da “gelmişlerdi yeni çıktılar.. yav şu uşakları artık rahat bırak sık boğaz etme, büyüdüler, çoluk çocuğa karıştılar!” Köroğlu'nun dediği doğru.. ha en son ne demiştim?
Gökgözlü Alin,
- O zamanki kışlar demiştiniz.. diye yanıtladı Alin
- Hah baban anan rahmet, o zamanki kışlar ele bele değildi.. dam boyunda kar yağardı. Bir ayaz olurdu aklınız durur.. Evliya Çelebi’nin dediğini duymuşsunuzdur..
İki arkadaş birbirlerine bakıp güldüler.. Tekin:
- Kedi damdan dama atlarken donmuş..
- Gülmeyin uşaklar.. aynen dediği gibi..
Hacı Nafi, bu akşam son, diyormuş başı önünde yürürken kendi kendine. Bu akşam bu işi bitirecekti. Restini çekecekti. Haytalıksa haytalık, haylazlıksa haylazlık, o çağlar geride kalmıştı. Madem askere gidip gelmiş, madem halen baba evindedir, madem halen babanın sofrasında oturmakta, babasının evinde yatıp kalkmaktadır, artık işin bir ucundan tutması gerektiğini bir iyice bellemesi gerekmektedir, belleyecektir. Askerden bir hafta önce terhis olup gelen oğlu Nazif için söyleniyormuş Hacı Nafi.
Hep başı önünde yürüyecek değil, arada bir başını kaldırıp soluk sarı ışıklardan görebildiği kadarıyla evine kalan mesafeyi de hesaplıyormuş. Epey yaklaşmış, bir de ne görsün, beş altı iri yarı gudik, yani köpek oynaşıp duruyorlar evinin bir altındaki evin önünde. Hacı Nafi ele bele korkmazdı gudikten. Çocukken çavuşun bahçesine mi ne gitmişler beş altı arkadaş, orada gudiklerin saldırısına uğramışlar, bizim ki kartol kuyusuna, hemen gözlerinizi belertiyorsunuz, etmeyin yav.. patates la, patates kuyusuna düşmüş de kurtulmuş gudiklerden. Diyeceksiniz ki, oğluna niye kızıyor? Haklı! Oğlu Nazif askerden terhis olunca tutturmuş otomobil lastik tamirhanesi açacağım diye. Ula etme eyleme. Yıl bin dokuz yüz altmış üç.. araba ne arıyor ki sen iş yapasın? Nazif anasına, babasına, bütün büyüklere üstten bakıyor. Geleceği görmüyorsunuz? Deyip duruyor. Baba haklı, zamanı değil. Şehirde bir valinin, bir belediye başkanının, bir de askeriyenin otomobili var.. askeriye de sana getirmez lastik tamiri için. E.. Hacı Nafi “o dediğinin zamanı var ula!” der dururmuş. Ama Nazif’te bir inat var ki sorma.. babaya göre işten kaytarıyor. Niyeti kötü. Hem niyeti kötü olmasa tutar da Göl Başı'nda dükkân arar mı? Derdi Hacı Nafi. Ele ya herkes Gölbaşı'ndan uzak dururken sen orada dükkân bak! Hele hele! Aynen böyle, derdi Hacı Nafi. Gölbaşı kötü yer uşaklar. Duymuşsunuzdur. Yav umumhananın olduğu yer. Ele pis pis gülmeyin hınzırlar! Aslında Nazif’in hesabı doğru. İlk otomobiller orada peyda oldu. Ama zamanı var. Nazif zamandan habersiz. Hacı Nafi “Ula akılsız sen rençperlik yapsan tutar kışın ekime kalkarsın. Aha sen bu kadar akılsızsın?” Diye kızardı. Her neyse oğluna söylene söylene giderken, köpekleri görüyor, bu kere “Geri dönüp arka sokaktan gideyim, yol uzayacak ama.. gudikler ele bele değil!” diye akıl yürütüyor, geri dönüp arka sokaktan yürüyor. Yürürken de oğluna, havaya, gudiklere saydırdıkça saydırıyor. Kar fırtınası bir yandan, sinir bir yandan geri dönüp arka sokağa saptığını unutuyor, sokağın başına geldiğinde eve geldim diyerek Dul Mediha’nın evinden içeri dalıyor. Kapı niye açıksa, unutkanlık işte unutmuşlar kapının zırzasını vurmayı. Mediha bir taraftan kızı Melek bir taraftan çığlık çığlığa,
- Yetişin komşular, hırsız var.. arlı mı arsız mı, hırlı mı hırsız mı, yetişin.. eh daha millet uykuya yatmamış, daha yatsı namazı olmamış, komşular evlerinden fırlayıp Mediha’nın evine doluşmuşlar.. Hacı Nafi neye uğradığını şaşırmış, epey bir dayak yemiş tanınıncaya kadar. Aha şimdi siz söyleyin o vakitler televizyon olsaydı bu olayı nasıl verirlerdi. Zorla eve girmeye kalkışan hırsız mı demezlerdi, ırz düşmanı diye mi tanıtmazlardı Nalbant Hacı Nafi’yi.. verilmiş sadakası varmış ki televizyonlar yoktu, kameralar yoktu. Adam olan biteni olduğu gibi anlatana kadar karalanır giderdi tüm ülkede. Ya kendi boynuna ip geçirirdi ya kurşunlar yağdırırdı haber yapanlara.. gözü karadır Hacı Nafi’nin. Hiç dinlemez!
Cemal Çalık, 19.02.2021, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.