"Artık Bursalılar, Andre Gide’yi diz çöktüren eserleriyle, şifalı kaplıcalarıyla, lezzetli sularıyla, temiz havalarıyla, huzurlu evleri ve enfes meyve bahçeleriyle değil, dev sanayi kuruluşlarıyla övünüyorlar diye üzülüyorum."
Ahmet Hamdi Tanpınar Bursa için ‘Fetih’ten 1453 senesine kadar geçen 130 sene sade, baştanbaşa ve iliklerine kadar Türk şehridir’ diyor.
Bugünün Türkiye’si için de tam bir Türk şehridir Bursa.
Kalbine hançer gibi saplanmış TOKİ sitesiyle (Akıl tutulması sitesi de diyebiliriz), yüzlerce yıllık muhteşem Ulu Camii’nin bahçesini işgal eden işportacılarıyla, aynı caminin etrafından yükselen kebap kokuları ve dumanlarıyla, yine yüzlerce yıllık Koza Han’ın mahalle kahvesine çevrilmesiyle; Tophane’ye (tarihi alana) çıkan yoldaki sakillikleriyle, Osmangazi türbesinin etrafına serpilmiş çöpleriyle, Tophane Saat Kulesi’nin yapı marketten alınmışa benzeyen saatiyle, oradan görülen şehir manzarasıyla; güya restore edilmiş ama kebapçıya, markete terk edilmiş tarihi binalarıyla, her yerden fırlayan şekilsiz apartmanlarıyla, çirkin tabela curcunasıyla, keşmekeş meydanlarıyla; bundan pek rahatsız olmayan birkaç selfi ve toplu fotoğraf çekip, yediği kebapla birlikte sosyal medyada paylaşan yerli, yabancı ziyaretçileriyle yeni ve gerçek Türkiye’nin bir parçasıdır artık Bursa…
Yeni Türkiye’nin bu rahatsız eden yüzünü köklü tarihi ve kültürel dokusu olan Antep, Hatay, Konya gibi şehirlerimizde görmüş, çok üzülmüştüm.
Bana göre, şehircilik medeniyeti ve imarı konusunda her zaman yerel yönetimlere büyük sorumluluk düşüyor. Nedir o sorumluk; planlama, uygulama, kontrol etme, yön verme, sevdirme, örnek olma ve cezalandırma…
Bursa’nın yerel yönetimi de, o güzelim (1879 Vali Ahmet Vefik Paşa zamanında yapılmış) geleneksel mimarili binasını bırakıp, “modern” binaya taşınmış, bunu da övünülecek şeymiş gibi "Bursa’ya 136 yıl sonra yeni bina” diye haber yaptırmış. Ne güzel örnek olmuş.
Belki emsallerine göre daha estetik bir bina denebilir. Ayrıca binlerce belediye çalışanı eski binaya sığmazdı biliyorum, lakin amaca uygun tarihi binalar kullanılabilirdi, mutlaka yeni yapılması gerekiyorsa da yerel mimari kopyalanabilirdi.
Ama bırakalım yenisini yapmayı, var olanın kıymetini bilsek keşke. Meşhur Koza Han’ın yer döşemeleri ile ilgili sosyal medyada çok eleştiri okumuştum da görmeyince anlamlandırmak zor.
Görünce anladım. Evet, yer döşemesi olarak seçilen küp parke taşı (Arnavut taşı) tarihi hana uymamış fakat konuyu uzmanlarına bırakıyorum. Beni rahatsız eden daha çok içindeki çay-kahve satan dükkânların durumu oldu. Meşrubat markalı şemsiyeler altında plastik sandalyede oturarak asırlık handa kahve içmeyi kendime zül kabul ettim. O koca koca çınarların semayı saran dalını yaprağını beğenmeyip, çardaklardan plastik yaprak sallandıran işletmecilerin eline düşmesini de Han’a zulüm kabul ettim. (Belediye buradaki kafelerle ilgili bir düzenleme yapacakmış, inşallah iyice tüy dikmez.)
Koza Han’ın içindeki minyatür mescid de restore edilmiş ama kapısındaki klimayla reklam almışlar herhalde.
***
Diyorlar ki malum (Osmangazi) TOKİ sitesi yapıldığında zemin katlardan kaplıca suyu çıkıyormuş ilk zamanlar. Şimdi ne durumda bilmiyorum. Zaten içinde eski bir termal hamam var.
İnsan düşünüyor, Allah sana termal su gibi bir hazine bahşetmiş sen onu değerlendirecek, açık kapalı havuzlar, tesisler yapıp, peyzajlı geniş alanlar, yöresel mimarili evleri de içine serpiştirerek halka hizmet ederken gelir de sağlayacağına üstüne beton dökmüşsün. Ki, bu şekilde koruyarak kullanma yani doğal dengeyi bozmayan sürdürülebilir yapılaşma modeliyle hem kentsel dönüşüm ihtiyacı karşılanır hem de şehir ekonomisine katkı sağlanabilirdi.
Zira yüksek katlı, etap etap yapılan devasa adına site denen yapı bloklarının daha çok para kazanmak için yapıldığını hepimiz biliyoruz.
Evliya Çelebi, Bursa’nın tatlı-tatsız-termal ilh. su kaynaklarına işaretle, bütün bir şehri su kadar aziz kabul ederek, “Velhasıl Bursa ‘Su’dan ibaretti" desin, sen betona dönüştür. Adını da kentsel dönüşüm koy…
Kentsel dönüşüm iyi de, kime göre kent, neye göre dönüşüm, işte burası en can alıcı nokta...
Kentin ruhuna ve ideal şehir medeniyetine aykırı, insanları üst üste çaplayan obez şehirler ortaya çıkarmak mıdır kentsel dönüşüm. Yoksa insanı, doğası ve diğer canlılarıyla uyumlu; huzurun, düzenin ve barışın sürdürülebildiği sağlıklı şehirler inşa etmek için bir fırsat mı?
***
‘Roma’yı planlayan’ ünlü şehir plancısı Luigi Piccinato ellili yıllarda İstanbul için davet ediliyor. Ünlü mimar, “Maalesef burası için çok geç” diyerek kendi isteğiyle Bursa’ya gidiyor. Turgut Cansever’in anlatımıyla Piccinato’ya göre dünyada bilinçle inşa edilmiş iki şehir var; birisi Venedik, diğeri Bursa…
Bence o tarihlerde İstanbul için pek de geç değilmiş, şehir plancısı gözüyle bakamam tabi ama hiç olmazsa geri dönülemez yolda değilmiş.
Bursa’ya ise 4. gelişimde biraz daha dikkatli baktığımda, İstanbul gibi bitkisel hayatta, ‘fişi ha çekildi, ha çekilecek’ bir hasta kadar kötü görünmüyorsa da, her gün biraz daha geç kalınıyor diyebiliriz.
Fakat çok geç demek istemedim, ufak da olsa bir umut taşımak istiyorum.
Bunun sebebi de, “Bursa inanılmaz bir şehirdi; hafif malzemeyle, ahşapla inşa edilmiş evlerin, her biri bir ziynet olarak küçük sokaklarda yan yana gelip şehri oluşturduğu, narinliğin yanında vakarın ve yüceliğin her köşesinde yaşandığı bir şehirdi, insanlığa Osmanlılar tarafından hediye edilmiş bir cennetti” diyen Turgut Cansever’in bize betimlediği ruhun küllerinden yeniden doğacağına olan inancım.
Tanpınar’ın da dediği gibi, “Bursa, uğradığı değişiklikler, felaketler ve ihmaller, kaydettiği ileri mesut merhaleler ne olursa olsun o hep kuruluş çağının coşkusunu saklar.”
Ayrıca Cansever’in, Bursa’da geçen çocukluğuna dair şu çok kıymetli satırlarını okuyup da umutlanmamak olmaz.
“Benim küçüklüğümde en basit insanların bile hat ve mimari üzerine çok zengin konuşmaları cereyan ediyordu. Herkes biraz hattat, biraz müzisyen, biraz edebiyatçıydı. Daha büyük edebiyatçıyı saygıyla anıyor, tekrar ediyordu. Hatırlıyorum, annemin misafiri hanımlar Bursa’da evlerin renklerini konuşurlardı. En büyük tartışma buydu. Mesela bir hanım şöyle diyor: Bey diyor ki: Şu bizim evin çivit rengi artık benim canımı sıkmaya başladı, hanım. Bu sokakta, şu bey evine filanca sarıyı koydu. O sarının yanına bizim çivit rengini kaldıralım da beyaza boyayalım. Ben de diyorum ki, eğer evin dışını beyaza boyarsak o zaman evin içini ne yapacağız? Öbür hanım, “ama sizin sokakta şuraya ışık düşer, o ışık o kadar güzeldir ki mavi renkle beraber beyaza boyarsanız kaybolacak.”
Hat demişken, kendisi hat müzesi gibi olan ama bahçesinde işportacıların, cam sileceği, barbi bebek gibi ıvır zıvır şeyler sattığı Ulu Cami’den bahsetmiştim başta. İlgililerinin gözünden kaçmamıştır, caminin minberini yapan sanatçı astronomiye mi meraklıydı yoksa bizzat gökbilimci miydi bilinmez, minbere güneş sistemini işlemiş. Kendisinin İran’dan mı geldiği veya orada ders alan bir Osmanlı tebaası mı olduğu da net değil. Net olan şu, o günün batı dünyasında (1390’lar) henüz güneş sisteminin varlığı kabul edilmiyor.
Ben de soruyorum, bu enginlik ve vizyon karşısında içimizde heyecanlanmayan yoktur ama niye bu vizyonu devam ettiremiyoruz? Ulu Camin’nin etrafında, geleneksel İslam sanatları (Hat-tezhip… ) ve astronomi ile ilgili hiçbir çalışma göremiyoruz. İçerideki hat tablolarıyla ilgili ziyaretçiler bilgilendirilmiyor. İlla bir şey satılacaksa cam sileceği yerine hat eserler satılsa olmaz mı?
Bir zamanların bilimde, sanatta, estetikte seviyeyi yükseltmiş, evinin boyasının ışık karşısında aldığı konumu tartışan bu milletin estetik ruhuna ne oldu?
***
Piccinato’ya dönecek olursak, ünlü mimar bu şehri Venedik ve Floransa kadar güzel ve kıymetli bularak, gelecek adına Roma, Viyana ve İstanbul’dan daha avantajlı olduğunu iddia etmişti. Fransız Andre Gide de, İstanbul ve Anadolu’da beğenecek bir şey bulamayıp; Bursa’da Yeşil Türbe’de diz çöküp bu mimariye “Zekanın kemal halinde sıhhatidir” diyecekti.
Yine Piccinato’ya göre Avrupa kentleri bir taraftan amansız savaşların yıkımları altında ezilirken, bir taraftan da en az savaşlar kadar acımasız olan “modern” şehircilik anlayışının faşizan müdahaleleriyle yıkılıp yeniden yapılmaya, aynılaşmaya ve kimliksizleşmeye mahkûm edilmişlerdi. Bursa ise, Osmanlı başkenti olduğu yaklaşık 130 yıllık dönemde, oldukça bilinçli ve dönemine göre yeni sayılabilecek imar hareketi çerçevesinde, dengeli bir şemayla kurulmuş, o günlerden 20. yüzyıla kadar da fazla bozulmadan, kimliğini oluşturan karakteristik öğelerini korumayı başararak ulaşmıştı.
Ben de aynısını düşündüm. Bursa’yı gezerken dedim ki; "Denizinle dağınla, ovanla gölünle, ağacınla suyunla, tarihinle kültürünle ne kadar güzel ve şanslı bir şehirmişsin sen! Eğer kıymetini bileseymişiz şimdilerde dünyanın en gözde, en yaşanılası şehirleri listesinde baştaydın."
Tabi ‘20. yüzyıla kadar fazla bozulmadan’ geldi denmişse de tam öyle değil. Bursa da epey acı çekmiş. Yıldırım Bayezid’in Ankara’da Timur’a yenilmesinin ardından yağmalanmış, 1855 depreminde büyük ölçüde yıkılmış, 1920’da Yunanlılar tarafından işgal edilmiş.
Bugüne gelince de, baştan beri tarif ettiğim gibi verimli Bursa ovası sanayiye ve vahşi yerleşime kurban edilmiş, plansız göç hareketleriyle kontrolsüz genişlemiş, betona teslim olan Bursa’nın tarihi güzelliği de neredeyse yok olmuş.
Az telveli, az şekerli kahve…
Her seyahatin arkasından söylenip duruyorum, ‘Bunlardan bir ben mi rahatsız oluyorum, bu görüntüler bir benim mi canımı sıkıyor?’ diye. Diyorlar ki ‘Sen de hep halka kızıyorsun, halk ne yapasın, yöneticiler sorumludur’, kısmen doğru söylüyorlar. Fakat ben de sadece halka söylenmiyorum. Yazının başında da belirttim, önce yerel ve merkezi yönetimlerden hesap sorma tarafındayım. Yönetim zafiyeti gösterip salahiyeti elden bırakırsan işler zıvanadan çıkar elbette.
Ancak, vatandaşın duyarsızlığı ve fırsatçılığını da es geçmem, geçemem. (Bakın bugünlerde güneyimizde tam bir afet durumu yaşanıyor ve yangın bölgelerinde (ateşe dayanıklı) eldiven vs. malzemelerde yüzde 500’den fazla zam yapıldı. Hala ormanlara yangına sebep olacak çöpler bırakılıyor.)
İşte bu yüzden, ahvalimizden rahatsız olmayan her (umursamaz) vatandaşa, onunla birlikte yetkiyi elinde bulunduran, inşaat karteline teslim olmuş yerel ve merkezi yönetimlere de konuşuyorum.
Artık Bursalılar, Andre Gide’yi diz çöktüren eserleriyle, şifalı kaplıcalarıyla, lezzetli sularıyla, temiz havalarıyla, huzurlu evleri ve enfes meyve bahçeleriyle değil, dev sanayi kuruluşlarıyla övünüyorlar diye üzülüyorum.
Çünkü bütün bu hataların vebali yankı yapıp büyüyerek üstümüze yağıyor. Sadece canlıların değil, şehirlerin de ruhu ve ahı olduğuna inanıyorum.
[Peki, Bursa’da beğendiğim güzel bir şey yok muydu?
Vardı tabi, kollarını başımızın üstünden gökyüzüne doğru uzatan, o muhteşem asırlık çınarlara bayıldım. İstanbul’dakiler gibi budayıp kuşa çevirip kurutmadıkları için minnettarım. Öyle ya, Osmanlı bilememiş ağaç budamasını, bırakmış serpilip yayılmış ağaçlar özgürce ama bizimkiler biliyor! Bir de ne hikmetse, hepsi camilerin, türbelerin bahçesinde olduğu halde, hiçbiri binaların temellerine zarar vermemiş!
Kediler için temiz su ve mama kapları yapılmış onlar da güzeldi. Dolmuş taksileri de beğendim, gayet işlevseldi. Belli hatlar üzerinde 4-5 kişiyi toplayarak (4 liraya) giden taksiler hızlı, ucuz ve kolay ulaşım sağlıyor. İstanbul’da da olsa çok verimli olur.]
Bir de, az telveli, az şekerli kahve siparişime ‘o nasıl bir şey’ bakışı atmayan, anlayışlı garsonları takdir ettim…
Not: Yazıda; Osman H. Özsoy'un "İliklerine kadar bir Türk şehri; Bursa" makalesinden faydalanılmıştır.
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.