Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Toprak kendi başına bir varlığa sahip değildir. Ona varlık bahşeden, insanın toprak üstünde, toprağın verdiği imkanlarla yapıp ettikleridir. İnsan toprakla da bütünleşik dilsel, duyusal, sınırları belli belirsiz, sık sık ama yavaş yavaş değişen, dönüşen bulutsu bir uzam içinde yaşar. Bu uzama keskin bariyerlerle bir sınır çizmek, bu naif ve kırılgan uzamı insan etti ve kemiği ile koşut bir ucube ‘varlık’ haline çevirmek yepyeni bir icattır.
Seküler yeni dünyanın icat ettiği bu uzam modern ulus devlet olarak, sınırları çelik teller ve beton bariyerlerle korunan, dışındakilerin ‘öteki’, ‘yabancı’, ‘tehlikeli’ ve ‘düşman’ olarak tanımlandığı, içerdekilerin de yeknesak şekilde üretilen genetik, dilsel ve duyusal bir kısırlaşmaya mahkûm edilip ‘kutlu’ ve ‘şanslı’ propagandasıyla yüceltildikleri dev bir hapishaneye dönüşebilir.
Faşizan siyasetin kuluçkası olmak bakımından bu korunaklı ve ‘steril’ uzam, varlığını bu korunmaya borçludur. Korunduğu şey ötekidir. Öteki başkadır. Başka bir ten rengidir, başka bir dildir, başka bir yemek, başka bir giyimdir. Bu başka uzamın içinde varlık kazanan insanın hatta bakışıdır, yürüme şeklidir.
Geçmişe nazaran coğrafyadan epeyce yalıtılmış siyasal bir kurgu olarak ulus, toprak-dil-inanışlar-etnik özellikler gibi temel yapılar konusunda oldukça geçirgen sınırlara sahiptir. Dünya üzerinde birkaç izole toplum dışında hemen bütün insanlık birbirine ulanarak, eklemlenerek oluşan, bu, sınırları geçirgen uzam içinde yaşar. Şu anda okumakta olduğunuz dil de dahil uzak-yakın komşu dillerden, dinlerden, tatlardan, renklerden alıp vermemiş bir kültürel varlık muhaldir. Bu anlamda ulus uzamının eşsiz-benzersiz olduğunu iddia etmek akla ziyan. Ancak modern ulusun siyasal kurgusu tersine bir iddia ile kaimdir; eşsiz, özcü ve kökensel.
Aslında ironik biçimde imparatorluk insanı, modern ulus insanından daha bütünsellik arz eden, daha çok sosyal temas ve bağlılık içeren sosyal yapılarda yaşamaktaydı. Oysa modern ulus devletin insanı aslında izole bir bireydir. Modern ulus bireyi, gerçekte hiç temas etmediği, edemeyeceği, büyük oranda kurgusal/hayali bir uzamı müşahhas hale getirerek, bir tür irrasyonel melankoli içinde yaşar. İşte ulus devletin üzerine kurulu olduğu ve ölümüne korunması gereken şey tam da bu irrasyonel melankoli halidir. Çünkü çok kırılgan, sağlamlaştıkça ironik biçimde zayıflayan bir siyasadır bu.
Farkındasındır ey okur, etrafında dönüp dolaştığım konu 'göçmen'dir. Göçmen'i anlatmak da tıpkı göçmen gibidir; ürkek, kırılgan, belli belirsiz, imâlı ve tehlikeli. Göçmeni bu şekilde anlamamıza sebep yukarıda arz ettiğim toprağa ve ondan da evvel zihinlere, yüreklere gerilmiş olan çelik bariyerler, küt beton duvarlardır.
Bu zaviyeden bakılınca aslında ürkek ve kırılgan olan, söz konusu bariyerlerin dışında yaşayandan çok içinde yaşayandır. Çünkü modern ulus bireyi, aslında gerçek anlamda göçmenin ta kendisidir; seküler dünyada ‘ev’ hemen her zaman geçicidir. Kuşaklar boyunca aynı ‘ev’ içinde yaşama konforu ve sağladığı güvenden yoksundur ‘birey’, şehirden şehire, semtten semtte, evden eve sürekli taşınan, sonu gelmez bir tedirginlik ve belirsizlik içinde sürüklenen bir ‘yalnızdır’.
İşte göçmen, sadece varlığıyla bile yüzümüze, bu ‘esaslı’ görüntümüzün aslında nasıl da kuş yuvası hükmünde olduğunu çarpıverir. Bizi tedirgin eden, faşizan fırsatçı siyasetçilerin mahirane söylevleri ile dile getirdikleri ‘göçmenin aşımızı, ekmeğimizi, toprağımızı elimizden aldığı’ safsatası değildir, tersine göçmen, benzersizliğimizin, biricikliğimizin, kalıcılık ve sağlamlığımızın nasıl bir safsatadan ibaret olduğunu fısıldıyor kulağımıza.
Göçmenin varlığı kesintilidir, esaslı bir süreğenlik arz etmez, tıpkı her birimizin yaşamı gibi, bu hali ile göçmen, aslında her birimize esaslı bir ‘ben’ olma fırsatı sunuyor, kendimizle yüzleştirerek, her birimizin aslında ne kadar göçmen olduğumuzu çarpıcı biçimde orta yere koyuyor. Göçmen sadece varlığı ile toprağa ve yüreklere gerilmiş olan muazzam çelik bariyerleri aşıyor, beton duvarları yok ediyor ve her birimize insana dair muhteşem bir düşünce ve deneyim fırsatı sunuyor.
Denebilir ki; insan medeniyeti bir göçmen medeniyetidir. İnsanın içinde varlık kazandığı dil muhteşem bir göçmendir. Mutfak şahane bir göçmendir. Giyim kuşam, mimari, her boyutu ile ekonomi, tarım, özellikle müzik ve sanatın her dalı göçün ışıltılı evlatlardır. Yaşamın üzerinde varlık kazandığı şey göçtür. Kendi doğallığı ile ve toplumsal kapasite oranına denk kaldığı sürece gerçekten göç, toplumda hücresel bir yenilenme, bir tazelenme vesilesidir.
Son günlerde gündemimizi dolduran ve içinde iç-dış çokça art niyetli kışkırtma barındıran göçmen tartışması, mevzûnun sağaltıcı ve uzun erimli yararlar barındıran yönlerini tartışmaya yazık ki engel oluyor. Coğrafyadan ve kültürden o kadar uzak ve izole bir tartışma ki bu, ‘ensar-muhacir’ gibi muazzam sağaltıcı kavramlara ‘fantezi’ diyebiliyor.
Oysa ‘fantezi’ diye tesmiye ettikleri ‘ensar-muhacir’ bu toprakların ontolojisini karan temel harçtır. Her felakette, depremde, selde, savaşta, göçte milletin sinesini birbirine açtığına sebep bu düşüncedir. Kendi izole mekanları ve kısıtlı-yeknesak sosyal çevreleri ile sözde aydın ve siyasilerin zehirli dillerinin bu topluma vereceği tek şey kaostan ibarettir. Türkiye’nin sosyal kapasitesini zorlayan göç olgusu tamamen süreçseldir, kapasiteyi zorlamasının nedeni, savaşın zorladığı bu insani göçün sıkıştığı zaman aralığı. Yoksa mesela Almanya gibi dünyada etnik anlamda yeknesak bir ülkede bile on milyona yakın göçmen yaşamaktadır ve Alman ekonomisinin-sosyal yaşamının temel motorudur bu olgu.
Göçmene dair yaşanmakta olanlar, bencil ve izole yaşamıyla ‘ulus insanı'nın kavrayışının oldukça uzağında. Milyonlarca insanın göçmene açtığı yüreğinin yanında bu sesi çok çıkan çığırtkanların millet elbette farkında. Arızî olan her zaman daha görünür, daha duyulurdur.
Oysa tabîi mecrasında milletimiz sessiz sedasız, sadece içerde değil dışarda da dünyanın en büyük yardım faaliyetlerini yürütmektedir. Milyonlarca insan, savaşın ve katliamın buraya sürdüğü insanlara sinesini açmıştır. Başta Suriye’nin mezhepçi rejimine bağlı kesimler, siyasi fırsatçılar, İran ve diğer devletlerin bu kışkırtmada parmaklarının olmadığını söylemek safdillik olur.
İnsanın kanını donduran, bir dönem Bosna’da Sırp milliyetçisi katillerin Müslümanlara uyguladığı katliamların her gün tekrar edildiği Suriye’ye kimi, nasıl geri yollayacağız?
Burada yeniden insanî olana, millî diye dayatılan faşizanlığa, yer yer ırkçılığa varan söylemlere prim vermeden yeniden evrensel değerlere yönümüzü dönmeliyiz. Bu insanları buraya sürükleyen süreçleri hiç anmadan, şu anda Suriye’de yaşanmakta olanlara hiç değinmeden, sanki Suriye’de her gün insanlar gözleri bağlanıp kurşuna dizilmiyor, işkenceden geçirilmiyormuş gibi yapmak gerçeklere sırt dönmektir.
Unutulmamalı ki Suriye’de hemen tamamen mezhepçi sakilerle bir milyondan fazla insan katledilmiş, 22 milyonluk ülkenin 16 milyonu iç-dış göçe zorlanmış, ülkenin önemli kısmı başka devlet ve çetelerin denetimi altına girmiş, rejim bölgesinde ağır bir beka korkusu yaşayan hepi topu 4 milyon civarında insan kalmış durumda. Bütün bu acı gerçeklere gözlerini kapatanlar kimi nereye, nasıl yollayacaklarını yeniden düşünmelidirler. Bu acı gerçeklere rağmen bu argümanları siyasi gündeme taşıyanlar Suriye’ye de Türkiye’ye de iyilik yapmıyorlar.
Toprak kimsenin malı değildir. Toprak bir mal değildir. Bu anlamda ülke, memleket, bu muhteşem soyutlamalar birer mal değildirler. İnsanın içinde varlık kazandığı kültür, dil, din gibi toprak da bir imkandır, bir değerdir. Bunları birer metaya dönüştürüp, paylaşım mevzuu yapanlar aslında milliyetçilik maskesi ile vatanı da milleti de aşağılıyorlar.
Özellikle Sol’un muazzam anti-faşizan ve evrensel insan kardeşliğine dair birikimine rağmen Türkiye’de sözde solcuların Suriye rejimi sevdaları ve göçmen karşıtlığı eblehlik değilse mezhepçi duygulara yaslanmaktadır. Muhafazakâr kesimden çıkan bazı göçmen karşıtı seslerin ise tamamen kişisel kariyer konusu ve siyasi fırsatçılık olduğu aşikâr.
Milletimiz, şehrin izole ‘ulus insanı'nın farkında olamayacağı kadar olan bitenin farkında. Sokakta park yeri bulamadığında bile mazluma küfredenin bencilliği düzeyinde bir siyasanın bu memlekete yaşatacağı felaketin farkında. Suriye’nin neresi olduğunun, kadim hafızasında neye tekabül ettiğinin, Halep’in, Azez’in, Kamışlo’nun, Cerablus’un, Dabık’ın (şu bizim Merci Dabık), Afrin’in ne olduğunu gayet iyi biliyor. Bu vatanın kurulmasına kanları karışmışları öteki yapanlara inat, dar zamanda sırtını dönmeyerek, mazlumları katillerin kucağına itmeyerek kadim değerlere bağlılığını gösteriyor.
Göçmenin tek umudu senin temiz, imâ barındırmayan bir bakışındır, unutma!
Gece gündüz, çarşılarda, izbe sokaklarda meşum bir hayalet gibi göçmeni takip eden o kuşku dolu, korku dolu bakışa güç katma!
O kuşku, o korku senin ruhunu çürütüyor farkında mısın? Elindeki plastik poşette güç bela, senin en az iki katın emekle edindiği iki yavan ekmektir evine götürdüğü, çok görme bunu!
Yaşamakta olduğun hayat sana bir bağıştır, sen kendini başkasını bağışlayan mertebede görme sakın, bağışlanmaya ihtiyacı olan sensin, yaptığın bağış bile bir özürdür aslında. Unutma!
Mustafa Ekici, 17.05.2022, Sonsuz Ark, Konuk Yazar
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.