Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
İnsanın dünya hayatında cehenneme geçiş yaptığı anları ve sonrasını ayırt edemediğini ve o anda gerçekte olanları hissetmediğini ve algılayamadığını söylüyordu ‘Cehennem Yazarı’. ‘Bazen bir zafer ânında cennetin coşkularıyla dopdolu iken, kibrin içeriden ittiği bir cehenneme doğru zevkle düştüğünü göremez insan,’ diyordu. ‘Bazen de acıların sürüklediği selin içinde ruhunu kaybettiğini fark edemez. Bu yüzden cennetle cehennem katışık, iç içe, geçişken ve ayrımsız ve her biri ayrıcalıksız gibi görünür insana. Tıpkı acı biber yemeyi seven insanın, baklavayı da seviyor olması gibi iç içe geçmiştir, belirsizliğin aynı anda hem cenneti hem de cehennemi tasvir etmesi. En derin günahın tam ortasında hâzla inleyen bir insanın cehenneme sürüklenişini bile bile göze alması gibi.’
Kongre
üyesi, sahte Amerikan cennetinin bittiğini yine gerçek Amerikan cehennemine
geçişin başladığını biliyordu. Kim bilir belki de, beni Kongre’ye davet
edişinin temel sebebi de buydu, sistem mühendisi olarak ne önerebileceğimi
merak ediyor olabilirdi. Burada bu kadar şeyi katman katman işleyerek anlatan
biri Kongre’de de aynısını yapabilirdi. Gayr-i ihtiyarî gülümsedim. O kadar da
olmazdı herhalde. Zafer sarhoşluğu böyle bir şey olsa gerekti, ama mantıksız da
değildi aklıma gelenler.
Kahve dükkanında
oturmuş suyumu içerken, çayımı söylerken gerçekten neşem yerindeydi. 29 Temmuz
2019 günü, öncesindeki günlerden çok daha zor bir gün değildi, önceki günlerin
zorluklarının doğurduğu güzel bir gündü.
Bu ânın bana
zafer sarhoşluğu yaşatacak kadar etkili olması zihnimdeki aşırı işlem yoğunluğunun
ve her açıdan tepeme binen biyolojik ve fiziksel yorgunluğun birdenbire ortadan
kalmasını sağlamasından da kaynaklanıyordu. Ben bunu ilk kez fark ediyordum.
Gerginlikleri
kontrol altına alıp bana zarar veremeyecek duruma getirme alışkanlığım yüzünden
neyin gerilim neyin gerilim değil olduğuna karar verme fırsatım olmuyordu hiç; bana
göre her şey kendi gerilimini taşıyordu ve tedirgin yaşamaya gerek yoktu: ‘O
halde yaratılmış bütün şeyleri gerilim üreteci olarak algıla ve kontrol altında
tut, gerilime kapılma, sinirlerinin yıpranmasına izin verme!’
Bu çok
yorucu bir tutumdu oysa. Fakat işimdeki başarıyı bu soğukkanlılığın
kazandırdığı gerilimlerden uzak, serin ve seri düşünebilme özgürlüğüme
borçluydum. Mümkün olduğu kadar, hiçbir şeyi ihmal etmiyor, ertelemiyor,
çözümsüzlüğe asıp bir bombaya dönüşmesine izin vermiyordum. Bir şeyi daha
yapıyordum bunlarla birlikte; her şeyi kendi sınırlarının içinde tutup o
şeylerin başka şeylere bulaşmalarına izin vermiyordum. Şimdi, burada yaşadığım
şey de bunun için ilkti; hiçbir iş görüşmemin sonucu beni zafer ya da yenilgi
hissi ile ilgili bir duygu durumuna sokamazdı.
Cevval’in senaryonun
geri kalanını eksiksiz uygulayacağına şüphem yoktu. O, bir kaşını kaldırıp konuşmaya
başladığı zaman, elindeki verileri birer mermi gibi kullanır, rakiplerinin
bütün kusurlarını itiraz edilemeyecek bir şekilde önlerine koyarak pazarlık
yapardı. Zaten benim bu senaryodaki ‘Kıskaç Teorisi’ni onun bu karakteri
üzerine kurduğumu o da biliyordu. Muhtemelen benden sonra eline ‘tedarik
zincirlerinden oluşan’ ışın kılıcını almış, Amerikalıları Güney Amerika’dan başlayarak,
Güney Asya’ya, oradan da Uzak Doğu’ya, Çin’e ve Rusya’ya kadar kovalamış;
ABD-İngiltere, ABD-Avrupa Birliği, İngiltere-Avrupa Birliği rekabetini, Amerikan
merkezli Big Defence, Big Parma, Big Tech ve Big Energy’i işleyerek ‘bağımlılık’
kılıcıyla ve ‘boyun eğme’ kemendiyle köşeye sıkıştırmıştı. Geriye Türkiye
kalıyordu müttefik olarak.
Kahvem
geldiğinde saate baktım: 10:40’tı. On dakika sonra Cevval mesajla durumu bana
bildirecekti, planlamamız böyleydi. Mesaj geldiğinde The Jefferson Hotel’de
olmamalıydım. Kahvemi hızlıca içtim ve hesabı ödeyerek otelden çıktım.
Dışarısı
alev alevdi ve James Nehri’nin buharlaşarak göğü nem muhasarasına aldığını
görüyordum. The Poe Museum, The Jefferson Hotel’in de üzerinde bulunduğu Main
Street’in güneydoğu yönünde yaklaşık yedi blok ötedeydi.
Taksiye
binmeyi düşündüm. Yürümek istiyordum aslında. Ama Adana’dan bildiğim bu havada
yürümek eğer sonrasında güzel bir duş alacaksam akıllıcaydı. Aksi halde
sırılsıklam terleyecektim. Mecburen taksiye bindim ve siyah taksi şoförüne ‘Poe
Müzesi, lütfen!’ dedim. Adam aynadan bana baktı tuhaf tuhaf. ‘Lütfen’ dememe
şaşırmış olmalıydı. Burası, ırkçı beyazların başkenti Richmond’du, emir verilirdi,
kölelere ‘lütfen’ denmezdi.
Taksi
otelin önünden ayrılırken, siyah şoför aynadan bana bakmaya devam ediyordu, ama
bu kez gülümsüyordu. ‘'Can I ask a question?' - Bir soru sorabilir miyim?’ dedi
tedirgin bir ses tonuyla. ‘Of course!’- Elbette!’ dedim gülümseyerek. ‘'You're
not American, are you? - Amerikalı değilsiniz, değil mi?’
Zaza’ydım,
ama burada ya da başka yerde ‘Türk’tüm, pasaportumun üzerinde ‘Türkiye
Cumhuriyeti’ yazıyordu ve dünyanın her yerinde ‘Turkish citizen- Türk vatandaşı’
olarak tanımlanıyordum. ‘Do
you know Turkey or Türkiye?’ diye sordum. ‘Yeah!’ diye haykırdı birden, ‘Erdogan
is a great man’ dedi heyecanla. ‘'Lütfen' dediğinizde şaşırdım; Burada taksiye
bindiklerinde, onlar 'Poe Müzesi, çabuk!' derler.’
O kısacık
süre içerisinde taksi şoförünün benle sohbet ederken ne kadar coşku dolu
olduğunu anlatamam. Ona atalarının ne zaman, nereden kaçırıldığını sordum.
Birden sesi düştü ve kahır dolu bir sesle, anlatmaya başladı, “1800’lü yılların
başlarında Orta Senegal Nehri Vadisi'nde, Senegal Nehri boyunca uzanan yarı
kurak bir bölge olan Futa Toro'da doğmuş büyük dedem; Amerika'da bir kölenin
ilk otobiyografisini Arapça yazan köleleştirilmiş Müslüman Ömer ibn Said el-Futi’nin
arkadaşlarından biri.’ dedi ve sustu; gözlerinin dolduğunu görüyordum.
Ona ‘Tarihin
değiştiği anlardayız,’ dedim. ‘Bu toprakların patronu siz olacaksınız, üzülme! Dedelerinin,
ninelerinin çektiği acılar, senin torunlarının saltanatının ödenmiş bedeli
olacak!’
Bembeyaz,
inci gibi dişleri göründü aynadan, ‘Insha Allah, Insha Allah!’ dedi. Beni Poe
Müzesinin önünde indirdiğinde de ‘Taksiden inip sizinle kucaklaşmak istiyorum,
ama…’ dedi. ‘Hiç de iyi karşılanmaz buralarda!’
‘Seni
sözlerimle kucaklıyorum, büyük kalpli adam!’ dedim. El salladı ve radyoda
açtığı rap şarkı yavaş yavaş uzaklaştı kulaklarımdan. Bir acıdan başka bir
acıya geçiş yapıyordum, Poe en az siyahlar kadar acı çeken beyazların
hikayesiydi, hatta daha ağır bir hikayeydi bu.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.