Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
İnsan ömrü
bir güvertede geçer gibi geçiyordu; suyu seyreder gibi seyrediyordu insan kendi
hayatını ve başka hayatları... ‘bu yolculuk bir gün bitecek’ diyerek bakıyordu
insan bazen bir başkası gibi kendine...
Merak ediyordum; bize bir başkası gibi bakan içimizdeki o şey nedir, kimdir? Belki ‘Din Günü'nde bize hesap soracak olan nefsimizdir, belki de bir bütün olarak bizi idare eden, gözlerimizdeki pencerelerden dışarıya bakan, dillerimizdeki seslerden dışarıya çıkan, tam olarak bedenlerimizden bağımsız olan, ama bedenimiz olmadan olmayan, içimizde Allah'a söz vermiş olan biziz tam olarak.
Zihnimizde dolanan yankılardan da sorumluyduk sustuğumuzu zannettiğimiz zamanlarda. Hiç kuşkusuz sorumluyduk. Namahrem bir kadını biyolojik donanımımız gereği sadece arzularken bile bu iç güdümüzün bize düşündürttüklerinden sorumluyduk. Gözlerimizi haramdan korumamızı emreden Allah, yarattığı varlığı ve ona verdiği kabiliyetleri biliyordu ve onu özgürlüğünü kullanırken dikkatli olması hususunda uyarıyordu.
Allah’ın, “Uyarılara uymak istemeyebilirsin, haram olana bakabilirsin,
ama sonrasını, ardıl olarak doğacak düşünceleri, biyolojik itmeleri ve olayları
kontrol edemezsin.” dediğini anlıyor olmalıydık. Allah dileseydi, bize bu tür
kabiliyetleri bahşetmez, bizi özgür irademizi kullanabilecek bir şekilde
yaratmazdı, ancak o zaman da seçme özgürlüğümüz yok diye şikâyet ederdik.
On beş
dakikanın bu kadar çabuk geçeceğini düşünmemiştim; ayaklarım sudaydı,
düşüncelerim sonsuz döngülerin katışıksız katmanlarında geziniyordu. İD’nin
mesajı kısaydı: ‘Geldim. Arabayi park ediyorum.’
Birazdan
ağaçların arasından sekerek yürüyen silüetini fark ettim. ‘Neredesin?’ diye
seslendi. ‘Sesime doğru gel!’ dedim hafifçe sesimi yükselterek. İki elinde
birer poşet vardı. Üzerine, sarı saçlarının usulca aktığı simit yaka, kısa kollu
beyaz bir tişört ve buz mavisi kot pantolon giymişti; renkli spor ayakkabıları
küçücüktü. Beni görünce berrak mavi gözlerinin içi güldü, ‘Burayı nasıl buldun,
çok güzelmişşş!’ dedi bağırarak.
‘Yürüyerek!’
dedim ayaklarımı suda hareket ettirirken. ‘Kafamın içinde patlattığın nükleer
bombanın etkisiyle darmadağınık olan zihnimi arındırmaya çabalarken burada buldum
kendimi!’
Güldü,
güldükçe güldü. Sonra tutamadı kendini, kıkırdayarak yeniden güldü. Elindeki
poşetlerle, dibindeki çimenlerin üstüne ayakkabılarımı, çoraplarımı ve Poe
poşetini bıraktığım ağaca doğru yürürken de desen değiştire değiştire gülüyordu.
Poşetleri çimenlerin
üzerine bırakırken heyecanla bağırdı: ‘Poe Müzesi’ne bensiz mi gittin?’
Sağımdaydı
bulunduğu yer, ona bakıyordum, ‘Suyu ve sodayı almak için sudan çıkarayım mı
ayaklarımı?’ diye seslendim. ‘No, no, no!’ dedi heyecanla. ‘Ben getiririm, ben
de ayaklarımı suya sokacağım.’
Spor
ayakkabılarını çıkardı ayağından, çorap giymemişti. Poşetlerden birinden iki küçük
şişe su, diğerinden de iki soda çıkardı. ‘Poe poşetinde ne var, ne aldın?’ diye
bağırdı merakla. Sonra iki elindeki ikişer şişeyi sıkıca tutarak Poe poşetini
aralarına sıkıştırdı ve bana doğru gelmeye başladı. Aramızda çok fazla mesafe
yoktu; on beş veya yirmi metre uzaktaydı mesken edindiğim ağaç.
Poe poşeti
yürüyerek geliyordu; onu atmalıydım, hiç değilse o kolyeleri suya atmalıydım.
Şimdi onları görecekti; artık durdurulamaz olanla karşı karşıya olduğumu
biliyordum. Elimde olmadan gülümsedim. Gülümsediğimi görünce şaşırdı, sonra
merakla bir poşete bir bana bakmaya başladı. ‘Ne var poşette?’ dedi sekerek
yürümeye çalışırken. ‘Ayaklarımı acıtıyor toprak!’
Bir sürü
değişik sesler çıkararak yanıma kadar geldi, elindeki şişeleri bana uzattı, ben
aralarında poşet sıkıştırılmış olan şişeleri sıkı sıkıya tutarken, şişelerin arasından
küçük Poe poşetini çekip aldı. Tekrar sordu poşeti açmadan:
‘Karına ve
çocuklarına hediye mi aldın, bakabilir miyim?’
Ayaktaydı,
yalınayaktı, hafifçe bana doğru eğilmişti; saçları omuzlarından ve yanaklarının
kıyısından aşağıya dökülüyordu, gözlerindeki buğulanmayı yine fark etmiştim.
‘Oturmayacak
mısın?’ diye sordum. ‘Oh, yes!’ dedi ve sağıma, biraz öteye oturdu, ayaklarını
suya doğru sarkıttı, Poe poşetini yanına koydu ve pantolonunun paçalarını biraz
yukarıya doğru çekerek ayaklarını suya soktu.
‘Su çok
güzel!’ dedi bu kez fısıltıya dönen sesiyle. Dalgın dalgın suyun akıp giden,
bazen gerileyen dalgalarına bakıyordu.
‘Bakabilirsin
poşetin içindekilere…’ dedim gülümseyerek.
‘Emin
misin?’ dedi başını, sola, benden yana çevirerek. Ama bana bakmamıştı. İlk
sorduğunda ‘bakabilirsin’ demediğime kırılmış olduğunu hissettiriyordu.
Su şişelerinden
birini açtım ve ona uzattım, ‘Ne sakıncası olabilir ki bakmanın?’ dedim. ‘Nihayetinde
bir müzeden alınan, müzeyi hatırlatıcı birkaç nesne!’
Su
şişesini aldı elimden ve birkaç yudum su içti; şişenin kapağını da uzattım. Kapağı
da aldı ve şişeyi kapatarak yanına koydu. Diğer su şişesini elime aldım ve kapağını
açarak su içmeye başladım; aralıklı içiyordum. O da sessizce su içişimi
izliyordu.
‘Bakıyorum?’
dedi birden. ‘Bak!’ dedim yine gülümseyerek.
Poşeti
tekrar eline aldı, bacaklarının üzerine koydu, sağ elini poşetin içine soktu ve
siyah zincirli iki kolyeyi çıkararak bana gösterdi. ‘Çok şık kolyeler!’ dedi.
Sonra sustu, merakla kolyelerin üzerinde yazılı olan cümleye baktı.
Berrak sesi
ağaçların arasında yankılanıyordu: ‘We loved with a love that was more than
love’ Cümleyi tane tane ve ‘love’ vurgularıyla okumuştu ve sonra bana döndü, ‘Aşktan
öte bir aşkla sevdik’ dedi buğulu gözlerle.
‘Poe
romantizmi çok ıslak, çok sulu!’ dedim geniş ve umursamaz bir ses tonuyla. ‘Hayatında
başka hiçbir şey yokmuş gibi kadından kadına konan bir Poe romantizmi... biraz
manyakça. Kim kimi sevmiş, hangi çoğul şahıs; çorba gibi!’
‘Duygusuz,
ne olacak!’ dedi İD, somurtarak. ‘Niye aldın o zaman bu kolyeleri?’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.