Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Namaz
kılamamaktan kaynaklanan gerilim içimi terk etmişti. Aşağıdaki Köpek Parkı’ndan
gelen sesler dikkatimi çekti, arabaya binmeden önce barınaklarında, kendileri
için ayrılan oyun alanlarında koşuşturan birçok türden köpeğe baktım,
bakıcıları ortalıkta görünmüyordu.
Richmond caddelerinde veya sokaklarında sahipsiz herhangi bir köpekle karşılaşmamıştım, ancak geniş bahçeli evlerin hemen hepsinde bir veya daha fazla köpek vardı. Olması gereken de buydu. Oysa Türkiye’de yeni ve anlaşılmaz bir kaos başlamıştı.
Köpek
sürüleri bütün şehirleri istila etmişlerdi ve kendilerini hayvansever olarak
tanıtan birtakım insanlar birdenbire ortaya çıkmış ve inanılmaz bir hızda
sokaklar, parklar, caddeler, alışveriş merkezlerinin girişleri ilginç ve
toplumun henüz tanıştığı özel üretilmiş taneli yiyeceklerle dolmuştu ve tabi artık
marketlerde de çeşit çeşit renk renk köpek-kedi maması olarak pazarlanan
içeriği belirsiz şeylerle dolu reyonlar gözle görülür hale gelmişti. İnsanlar
sokaklara çıkamaz olmuşlardı, küçük çocuklar, yaşlılar ve özellikle mini
etekli-şortlu kadınlar köpeklerin sürüler halinde saldırdıkları birer ava
dönüşmüşlerdi. İnsanlar kendilerini korumak için ne yaparlarsa yapsınlar
suçlanıyorlardı, yargılanmaları için de gerekli zemin hazırlanmaya çalışıyordu
birileri tarafından.
Köpeklerin
saldırdığı insanlar birer birer ölürken ya da engelli hale gelirken haklarını
savunacak ne medya vardı yanlarında ne de kentli insanlar. Tuhaf bir özgürlük
tanınmıştı köpeklere ve hemen herkes, Cumhurbaşkanı Erdoğan bile hayvan
sevgisine vurgu yapmak için kedilerle poz verir olmuştu.
Oysa bu
toplumun hayvan sevgisini öğrenmeye ihtiyacı yoktu, dünyaya hayvana merhameti
öğreten bir toplumdu Türkiye toplumu. İslam her türlü canlıya merhametle
bakmayı emreden bir dindi. İnsana merhametin yok edildiği bir dünyada hayvana
merhametten bahsedilemezdi; ne yazık ki Türkiye’de de merhamet eksikliği her
geçen gün artıyordu, çünkü İslam’dan uzaklaşmak modernlik sayılıyordu. İnsana
merhamet etmeyen hayvana da merhamet etmiyordu.
Bu bir
kısırdöngüydü ve kendi etrafında yeni kısırdöngüler inşa ediyordu. Önemli bir
şeyler oluyordu ve bu olan şeyler insanları korkuyla yaşamaya alıştırıyordu.
Belediyeler, özellikle muhalefet partilerinin yönettiği belediyeler
sokaklardaki köpeklerle ilgili sorumluluklarını yerine getirmeyerek gergin bir
toplum psikolojisi oluşması için özen gösteriyorlardı, amaç 2023
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halkın tercihlerini değiştirmeye zorlamaktı.
Erdoğan’ın yeniden seçilmesini engellemekti. Bu çok çirkin bir tuzaktı, umarım
Erdoğan bunu fark eder ve gerekli tedbirleri alırdı. Çünkü halk onu
suçlayacaktı. 2019 yerel seçimlerinde soğan-patates gibi temel ürünlerde zincir
marketlerin de dahil olduğu kasıtlı kıtlık ve bilinçli pahalılık oluşturmuş ve
halkın tercihlerini etkilemişlerdi. Evet; 2013’te emniyet-yargı darbesi ve
2016’da askerî darbe ile birlikte ardı arkası kesilmeyen terör saldırılarından
sonuç alamamışlardı, ancak patates-soğan fiyatları halkı etkilemişti.
Düşüncelerimin
akışını durdurdum ve Mahir’den gelen mesajı, cevaplamak için yeniden açtım. İD
arabaya binmişti ve şoför koltuğunu biraz geriye yatırarak dinlenmeye geçmişti,
güneş gözlüklerinin arkasındaki gözlerinin açık mı kapalı mı olduğunu
anlaşılmıyordu. Ben de kısa bir süre sonra vakti girecek olan ikindi namazını
aynı yerde kıldıktan sonra buradan gitmeyi planlıyordum. Acıkmıştım ve
yanımızda yiyecek hiçbir şey yoktu. Saat: 16:17 idi.
‘Selamlar
Ağa!’ diye cevap verdim mesaja. ‘Richmond’dayım. Hâlime tercüman yok:)
Sen ne hâldesin!?’
Ona
‘Mahir’ diyordum, adı ‘Mahir’ değildi. Edebî alanda çok maharetli olduğu için
ona ‘Mahir’ demeyi seçmiştim. Ankara’da ikamet ediyordu. Kurduğu bir sanat ve edebiyat
dergisi vesilesiyle tanışmıştık, Türkiye’de iyi bilinen bir web sayfasında
bağımsız yazılar yazıyorduk ve yazılarımız sıkı bir editöryal kontrolden geçerek
yayınlanıyordu.
Ben
genellikle dine, felsefeye, sosyolojiye, ekonomiye ve iç-dış politikaya dair
stratejik ve sistematik analizler yazıyordum. O ise Edebiyat dünyasının
harfleri arasında gezinip duruyor, duygulara ve edebî düşünceler üzerinden insana
odaklı eleştirel yazılarla meşgul oluyordu. Dergi’nin ilk sayısı için, yine o
web sayfasına üye olan genç bir editör vasıtasıyla benimle iletişim
kurmuştu ve sonra telefonla doğrudan görüşmeye başlamıştık. Milliyetçi bir
geçmişe sahipti ve şaşırtıcı bir şekilde solun egemenliğinde olan edebiyat ve
yazı dünyasında etkili olmaya başlamıştı.
Uzun bir
yolculuktu onunki. Ankara’nın o gri atmosferinde bilinmek zordu, görüşlerinin
merak edildiği çok az sayıda milliyetçi, ama nesnel bakan, edebî eleştirilerini
kendi zihinsel süreçlerinde olgunlaştırarak paylaşan bir şahsiyetti. Doğrudan
politik tartışmalara girmezdi, ‘Onca sanat edebiyat çevresinde siyaset yapma,
öyle görünme... hiç girmedim ya o işe…’ demişti bir sohbetimizde. ‘Biz’i
anlamayan ‘Sol’u da eleştiriyordu, ‘Bunlar gavur azizim, ‘Biz’den değil. Gün
gelince eline silahı alıp cepheye birlikte koşulacak bir güven veren insanlar,
geniş eksende ‘biz’ dediğim işte bu... Şu an bu dediklerimi anlayacak milli sol,
yerli sol yok ki...’ diyordu.
Hemen cevap
geldi Mahir’den: ‘Demek sen de bize yakın oldun? Eyvah eyvah! Fena hâldeyim, bizim
Mahmure rahmetlik oldu, bilesin istedim…’
Mahmure,
Mahir için ‘biricik’ti. ‘Bana sevmeyi, sevilmeyi öğretti’ demişti Mahir. Bu,
her mağdur kadına kol-kanat gerecek kadar atılgan, ama aynı zamanda hercâî adam
duygularını kolay kolay ifade etmezdi. Mesajla bildirdiğine göre durumu
vahimdi. Üzülmüştüm. Mahmure onun için eski bir hikâye olmasına rağmen içinde
daima taptaze duran bir yara idi. O yara şimdi sonsuza dek kanayacaktı, ‘Onu
hiçbir zaman onun istediği gibi sevemedim’ demişti Mahir.
Kendine
göre sevmişti, ama, ‘Mahmure’nin sevgisinin zerresi etmezdi benim sevgim’
demişti. ‘Bence bir şeyi yaşamak değil, insanın yaşadığı şeyi elinden
geldiğince sevmesidir sevmek; yaşadığı şey her ne ise…’
Sevmeyi
seviyordu. Ona Cevval’den bahsetmeden, Cevval’in sevmesi gibi bir sevmekten
bahsettiğimde de, ‘Sevgi diye, aşk diye bir ezber edinip, bu bahaneyle
fırıldağını döndürmeye ben kesinlikle karşıyım. Bu sevgi değil. Nefsin, dahası
şerefsizliğin bahanesi olur ancak... ama yine ancak, bu şekilde seven ve âşık
olduğunu söyleyen herkesin beyanını bütün sevenlere, âşık olanlara genelleyip
öyle değerlendirmek de doğru değil. Onların sevgisi yok mesela, hiçbir değeri
yok gözümde; ne onların ne de sevdiklerinin. Çünkü tıpkı onların sevgilerinin
nedeni gibi, onları sevenlerin nedeni de belli... bu karaktersizlerinki
içgüdüsel bir şey bile değil ve örnek olamaz. Ha, böyle bir alçaklık yok mu,
evet var ve haklısın...’ diyerek cevap vermişti.
‘Allah
rahmet eylesin, üzüldüm senin için.’ diye yazdım Mahir’e. ‘Bir gün hepimiz
gideceğiz, Allah’a döneceğiz.’
‘Öyle…’
diye yazdı Mahir. ‘Ama insanın içi acıyor.’
Ayaktaydım
ve serin esen rüzgârın ağaçların kokusunu taşıyan yumuşak sesini dinliyordum.
İnsanın içinin nasıl acıdığını biliyordum; arabada uyuyan bu güzel kadın
farkında değildi, ama onu buralara getiren o acının tam ortasındaydı. Mahir’in
acısı onun da farkında olmadığı bir âna denk düşecek bir şekilde Ankara’dan
Richmond’a akmıştı.
‘Hayat
böyle bir şey, sabretmek lazım Ağa!’ diye yazdım. ‘Seni çok iyi anlıyorum.’
‘Görüşelim
azizim, seni şimdi meşgul etmeyeyim, iş üzeresindir sen, Allah’a emanet ol, çok
selam’ diyen harfleri düştü hemen.
‘Tamam,
inşallah’ diye yazdım. ‘Bilmukabele, üzme kendini, selamlar’
Geçmişte
olduğu gibi soğuk, nesnel yorumlarımı boca edemezdim bu hâlde iken onun üstüne.
Kaldı ki kendim de pek nesnel bir zihinsel formda değildim şimdi. Yaşadıkça öğreniyordu
insan, ben de öğreniyordum. Bir boşluk hissi doluyordu insanın içine.
İnsan
ömrü, tuhaf bir akışla ilerleyen, içinde barındırdığı sonsuz hayat algısıyla
bir tür boşlukta yüzer gibi hissettiren bir süreçti ve bu ne kadar ilginç
geliyordu şimdi. Belki de bu insanın başlangıcına şahitlik etmediği bir evrenin
sonuna dair yürüyüşündeki belirsizliğin verdiği hisle güçlenen bir süreçti. Boşluk
hissi otonom insan psikolojisinin özgür hareket alanı olmasını sağlıyordu...
Allah'a inanmak/inanmamak bu özgürlüğün içinde tanımlanmıştı. Ömrün başlangıcı
ve sonu belli olsaydı ve insana dünya hayatına geçiş için tercih hakkı
verilseydi, daha doğrusu bu geçiş bir yerden başka bir yere geçiş gibi
seçeneklerle donansaydı, insan bu sonsuz boşluk hissini ve dolayısıyla
özgürlüğü algılayamayacaktı ve insan olmayacaktı.
İnsanlar
ne zaman yaşarken algıladıkları özgürlüğe bakarak gerçekte ‘özgürlük’ diye bir
şeyin olmadığını anlayacaktı acaba? Her şeyi bir başkasına, bir başka nesneye
dolanarak hisseden, algılayan ve ruhunun ve bedeninin temel ihtiyaçları için
zorunlu olan bağımlılıklarıyla yaşayan ve bu bağımlılıklardan kopunca boşlukta
hisseden bir insan nasıl özgür olabilirdi ki? O yüzden insan özgür hissedebileceği
bir boşluk ve bilinmezler silsilesi içerisinde var edilmeliydi, özgürlük bir
histi doğal olarak, bir olgu değildi.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.