3 Aralık 2022 Cumartesi

SA9957/SD2617: Sıkıntı (Roman); 4. Bölüm-Cehennem 21

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Ayaktaydım ve serin esen rüzgârın ağaçların kokusunu taşıyan yumuşak sesini dinliyordum. İnsanın içinin nasıl acıdığını biliyordum; arabada uyuyan bu güzel kadın farkında değildi, ama onu buralara getiren o acının tam ortasındaydı. Mahir’in acısı onun da farkında olmadığı bir âna denk düşecek bir şekilde Ankara’dan Richmond’a akmıştı."

Namaz kılamamaktan kaynaklanan gerilim içimi terk etmişti. Aşağıdaki Köpek Parkı’ndan gelen sesler dikkatimi çekti, arabaya binmeden önce barınaklarında, kendileri için ayrılan oyun alanlarında koşuşturan birçok türden köpeğe baktım, bakıcıları ortalıkta görünmüyordu.

Richmond caddelerinde veya sokaklarında sahipsiz herhangi bir köpekle karşılaşmamıştım, ancak geniş bahçeli evlerin hemen hepsinde bir veya daha fazla köpek vardı. Olması gereken de buydu. Oysa Türkiye’de yeni ve anlaşılmaz bir kaos başlamıştı.

Köpek sürüleri bütün şehirleri istila etmişlerdi ve kendilerini hayvansever olarak tanıtan birtakım insanlar birdenbire ortaya çıkmış ve inanılmaz bir hızda sokaklar, parklar, caddeler, alışveriş merkezlerinin girişleri ilginç ve toplumun henüz tanıştığı özel üretilmiş taneli yiyeceklerle dolmuştu ve tabi artık marketlerde de çeşit çeşit renk renk köpek-kedi maması olarak pazarlanan içeriği belirsiz şeylerle dolu reyonlar gözle görülür hale gelmişti. İnsanlar sokaklara çıkamaz olmuşlardı, küçük çocuklar, yaşlılar ve özellikle mini etekli-şortlu kadınlar köpeklerin sürüler halinde saldırdıkları birer ava dönüşmüşlerdi. İnsanlar kendilerini korumak için ne yaparlarsa yapsınlar suçlanıyorlardı, yargılanmaları için de gerekli zemin hazırlanmaya çalışıyordu birileri tarafından.

Köpeklerin saldırdığı insanlar birer birer ölürken ya da engelli hale gelirken haklarını savunacak ne medya vardı yanlarında ne de kentli insanlar. Tuhaf bir özgürlük tanınmıştı köpeklere ve hemen herkes, Cumhurbaşkanı Erdoğan bile hayvan sevgisine vurgu yapmak için kedilerle poz verir olmuştu.

Oysa bu toplumun hayvan sevgisini öğrenmeye ihtiyacı yoktu, dünyaya hayvana merhameti öğreten bir toplumdu Türkiye toplumu. İslam her türlü canlıya merhametle bakmayı emreden bir dindi. İnsana merhametin yok edildiği bir dünyada hayvana merhametten bahsedilemezdi; ne yazık ki Türkiye’de de merhamet eksikliği her geçen gün artıyordu, çünkü İslam’dan uzaklaşmak modernlik sayılıyordu. İnsana merhamet etmeyen hayvana da merhamet etmiyordu.

Bu bir kısırdöngüydü ve kendi etrafında yeni kısırdöngüler inşa ediyordu. Önemli bir şeyler oluyordu ve bu olan şeyler insanları korkuyla yaşamaya alıştırıyordu. Belediyeler, özellikle muhalefet partilerinin yönettiği belediyeler sokaklardaki köpeklerle ilgili sorumluluklarını yerine getirmeyerek gergin bir toplum psikolojisi oluşması için özen gösteriyorlardı, amaç 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halkın tercihlerini değiştirmeye zorlamaktı. Erdoğan’ın yeniden seçilmesini engellemekti. Bu çok çirkin bir tuzaktı, umarım Erdoğan bunu fark eder ve gerekli tedbirleri alırdı. Çünkü halk onu suçlayacaktı. 2019 yerel seçimlerinde soğan-patates gibi temel ürünlerde zincir marketlerin de dahil olduğu kasıtlı kıtlık ve bilinçli pahalılık oluşturmuş ve halkın tercihlerini etkilemişlerdi. Evet; 2013’te emniyet-yargı darbesi ve 2016’da askerî darbe ile birlikte ardı arkası kesilmeyen terör saldırılarından sonuç alamamışlardı, ancak patates-soğan fiyatları halkı etkilemişti.

Düşüncelerimin akışını durdurdum ve Mahir’den gelen mesajı, cevaplamak için yeniden açtım. İD arabaya binmişti ve şoför koltuğunu biraz geriye yatırarak dinlenmeye geçmişti, güneş gözlüklerinin arkasındaki gözlerinin açık mı kapalı mı olduğunu anlaşılmıyordu. Ben de kısa bir süre sonra vakti girecek olan ikindi namazını aynı yerde kıldıktan sonra buradan gitmeyi planlıyordum. Acıkmıştım ve yanımızda yiyecek hiçbir şey yoktu. Saat: 16:17 idi.

‘Selamlar Ağa!’ diye cevap verdim mesaja. ‘Richmond’dayım. Hâlime tercüman yok:) Sen ne hâldesin!?’

Ona ‘Mahir’ diyordum, adı ‘Mahir’ değildi. Edebî alanda çok maharetli olduğu için ona ‘Mahir’ demeyi seçmiştim. Ankara’da ikamet ediyordu. Kurduğu bir sanat ve edebiyat dergisi vesilesiyle tanışmıştık, Türkiye’de iyi bilinen bir web sayfasında bağımsız yazılar yazıyorduk ve yazılarımız sıkı bir editöryal kontrolden geçerek yayınlanıyordu.

Ben genellikle dine, felsefeye, sosyolojiye, ekonomiye ve iç-dış politikaya dair stratejik ve sistematik analizler yazıyordum. O ise Edebiyat dünyasının harfleri arasında gezinip duruyor, duygulara ve edebî düşünceler üzerinden insana odaklı eleştirel yazılarla meşgul oluyordu. Dergi’nin ilk sayısı için, yine o web sayfasına üye olan genç bir editör vasıtasıyla benimle iletişim kurmuştu ve sonra telefonla doğrudan görüşmeye başlamıştık. Milliyetçi bir geçmişe sahipti ve şaşırtıcı bir şekilde solun egemenliğinde olan edebiyat ve yazı dünyasında etkili olmaya başlamıştı.

Uzun bir yolculuktu onunki. Ankara’nın o gri atmosferinde bilinmek zordu, görüşlerinin merak edildiği çok az sayıda milliyetçi, ama nesnel bakan, edebî eleştirilerini kendi zihinsel süreçlerinde olgunlaştırarak paylaşan bir şahsiyetti. Doğrudan politik tartışmalara girmezdi, ‘Onca sanat edebiyat çevresinde siyaset yapma, öyle görünme... hiç girmedim ya o işe…’ demişti bir sohbetimizde. ‘Biz’i anlamayan ‘Sol’u da eleştiriyordu, ‘Bunlar gavur azizim, ‘Biz’den değil. Gün gelince eline silahı alıp cepheye birlikte koşulacak bir güven veren insanlar, geniş eksende ‘biz’ dediğim işte bu... Şu an bu dediklerimi anlayacak milli sol, yerli sol yok ki...’ diyordu.

Hemen cevap geldi Mahir’den: ‘Demek sen de bize yakın oldun? Eyvah eyvah! Fena hâldeyim, bizim Mahmure rahmetlik oldu, bilesin istedim…’

Mahmure, Mahir için ‘biricik’ti. ‘Bana sevmeyi, sevilmeyi öğretti’ demişti Mahir. Bu, her mağdur kadına kol-kanat gerecek kadar atılgan, ama aynı zamanda hercâî adam duygularını kolay kolay ifade etmezdi. Mesajla bildirdiğine göre durumu vahimdi. Üzülmüştüm. Mahmure onun için eski bir hikâye olmasına rağmen içinde daima taptaze duran bir yara idi. O yara şimdi sonsuza dek kanayacaktı, ‘Onu hiçbir zaman onun istediği gibi sevemedim’ demişti Mahir.

Kendine göre sevmişti, ama, ‘Mahmure’nin sevgisinin zerresi etmezdi benim sevgim’ demişti. ‘Bence bir şeyi yaşamak değil, insanın yaşadığı şeyi elinden geldiğince sevmesidir sevmek; yaşadığı şey her ne ise…’

Sevmeyi seviyordu. Ona Cevval’den bahsetmeden, Cevval’in sevmesi gibi bir sevmekten bahsettiğimde de, ‘Sevgi diye, aşk diye bir ezber edinip, bu bahaneyle fırıldağını döndürmeye ben kesinlikle karşıyım. Bu sevgi değil. Nefsin, dahası şerefsizliğin bahanesi olur ancak... ama yine ancak, bu şekilde seven ve âşık olduğunu söyleyen herkesin beyanını bütün sevenlere, âşık olanlara genelleyip öyle değerlendirmek de doğru değil. Onların sevgisi yok mesela, hiçbir değeri yok gözümde; ne onların ne de sevdiklerinin. Çünkü tıpkı onların sevgilerinin nedeni gibi, onları sevenlerin nedeni de belli... bu karaktersizlerinki içgüdüsel bir şey bile değil ve örnek olamaz. Ha, böyle bir alçaklık yok mu, evet var ve haklısın...’ diyerek cevap vermişti.

‘Allah rahmet eylesin, üzüldüm senin için.’ diye yazdım Mahir’e. ‘Bir gün hepimiz gideceğiz, Allah’a döneceğiz.’

‘Öyle…’ diye yazdı Mahir. ‘Ama insanın içi acıyor.’

Ayaktaydım ve serin esen rüzgârın ağaçların kokusunu taşıyan yumuşak sesini dinliyordum. İnsanın içinin nasıl acıdığını biliyordum; arabada uyuyan bu güzel kadın farkında değildi, ama onu buralara getiren o acının tam ortasındaydı. Mahir’in acısı onun da farkında olmadığı bir âna denk düşecek bir şekilde Ankara’dan Richmond’a akmıştı.

‘Hayat böyle bir şey, sabretmek lazım Ağa!’ diye yazdım. ‘Seni çok iyi anlıyorum.’

‘Görüşelim azizim, seni şimdi meşgul etmeyeyim, iş üzeresindir sen, Allah’a emanet ol, çok selam’ diyen harfleri düştü hemen.

‘Tamam, inşallah’ diye yazdım. ‘Bilmukabele, üzme kendini, selamlar’

Geçmişte olduğu gibi soğuk, nesnel yorumlarımı boca edemezdim bu hâlde iken onun üstüne. Kaldı ki kendim de pek nesnel bir zihinsel formda değildim şimdi. Yaşadıkça öğreniyordu insan, ben de öğreniyordum. Bir boşluk hissi doluyordu insanın içine.

İnsan ömrü, tuhaf bir akışla ilerleyen, içinde barındırdığı sonsuz hayat algısıyla bir tür boşlukta yüzer gibi hissettiren bir süreçti ve bu ne kadar ilginç geliyordu şimdi. Belki de bu insanın başlangıcına şahitlik etmediği bir evrenin sonuna dair yürüyüşündeki belirsizliğin verdiği hisle güçlenen bir süreçti. Boşluk hissi otonom insan psikolojisinin özgür hareket alanı olmasını sağlıyordu... Allah'a inanmak/inanmamak bu özgürlüğün içinde tanımlanmıştı. Ömrün başlangıcı ve sonu belli olsaydı ve insana dünya hayatına geçiş için tercih hakkı verilseydi, daha doğrusu bu geçiş bir yerden başka bir yere geçiş gibi seçeneklerle donansaydı, insan bu sonsuz boşluk hissini ve dolayısıyla özgürlüğü algılayamayacaktı ve insan olmayacaktı.

İnsanlar ne zaman yaşarken algıladıkları özgürlüğe bakarak gerçekte ‘özgürlük’ diye bir şeyin olmadığını anlayacaktı acaba? Her şeyi bir başkasına, bir başka nesneye dolanarak hisseden, algılayan ve ruhunun ve bedeninin temel ihtiyaçları için zorunlu olan bağımlılıklarıyla yaşayan ve bu bağımlılıklardan kopunca boşlukta hisseden bir insan nasıl özgür olabilirdi ki? O yüzden insan özgür hissedebileceği bir boşluk ve bilinmezler silsilesi içerisinde var edilmeliydi, özgürlük bir histi doğal olarak, bir olgu değildi. 


<< Önceki                      Sonraki>>


[02.12.2022, (4/43 (367))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 03.12.2022, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı