Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Ortak payda
olabilecek küçük bir şey bulmuştu benle. ‘Eveeet!’ dedim gülümseyerek.
‘Kesinlikle bu çok büyük bir ortak payda. Üzerine koca bir hayat bina
edilebilir!’
Gülmeye devam etti, ‘Dalga geçme benle!’ dedi. Sıcak Afghan Naan’ı çok sevmişti, peynir istedi garsondan. Hemen tedarik ettiler. Sofra onun için de keyifli hâle gelmişti.
Zamanının
her dakikasını planlayarak ve doldurarak yaşayan benim gibi bir insanla öyle ya
da böyle aralıksız en az altı saatlik uzun bir süre geçirmişti İD. Onun
açısından bakmaya çalıştığımda bunun bir işkence gibi görünebileceğini fark
etmiştim. Ne yazık ki yapabileceğim pek bir şey yoktu. Kendimden daha farklı
birini yansıtma olasılığım sıfırdı. Ve bugün benimle olmayı o seçmişti, ama
pişman da olmamalıydı, bu en azından benim nezaket anlayışıma uymazdı.
Kişiliğim,
tutumlarım ve imâsız, gölgesiz konuşmalarımla bulunduğum her yerde çok
yadırgandığımın farkındaydım. Ama bu yadırgamalar beni rahatsız etmediği gibi,
insanlarla ne kadar az şey paylaşmam gerektiğini de öğretiyordu bana. Bu da bir
tür döngüye dönüşmüştü; insanlarla ne kadar çok etkileşim içerisinde oluyorsam
o kadar az kişisel şey paylaşıyordum.
Dilim ‘sürekli
nesnel’ bir akıcılığa alışmıştı. Hatta karım bir gün bana ‘Kitap gibi
konuşuyorsun’ demişti. ‘Sanki bilimsel bir makale yazıyormuşsun gibi ağır
kelimeler kullanıyor ve ilk anda anlaşılmayacak cümleler kuruyorsun.’
O aralar
farkında değildim nasıl algılandığımın, ancak hem işimin hem de kişisel
araştırmalarımın bende oluşturduğu dil anlaşılmazlıktan ziyade anlamak için
emek gerektiren bir dildi; dinleyeni ve okuyanı yoruyordu. Bunu kontrol altına
almam kendime baskı uygulamam demekti. Bunu da kendime yapamazdım, zaten
insanlarla etkileşimlerimin çerçevesi gittikçe sadeleşiyordu. Hak eden ve
isteyen anlayabilirdi, kendisinin yorulmadan anlayabileceği bir dil kullanmamı
kimse isteyemezdi benden.
Kimi zaman
insanların gereğinden fazla konuştuklarını düşünüyordum. Düşünme aralığı
bırakmadan, kendilerine söylenen şeylerin doğru yansıyıp yansımadığını kontrol
etmeden refleksif olarak konuşan insanların artması beni rahatsız ediyordu. Bu
insanlığın belki de indiği en berbat seviyeydi.
Karıma,
‘Kitapları yazanlar da insanlar, biliyorsun!’ demiştim. ‘Hayatı kitaplarla
geçmiş birinden başka ne bekleyebilirsin ki?’
O da,
‘Haklısın, ama azıcık teneffüse çıkmak fena bir fikir değil!’ demişti
gülümseyerek. Bir eğitimciydi ve teneffüs konusunda haklı olabilirdi, ama aklın
ve dilin teneffüsü ancak soluduğu havanın akıntısına bağlıydı. Ve maalesef
dünyadaki aklın ve dilin havası gittikçe kirleniyordu. Üstüme düşen de mümkün
olduğu kadar arınmış bir akıl ve dile sahip olmak ve bunu yaymaktı. Cehennem
yazarının derdi neydi ki ya da yirmi iki ‘Bekçi’nin? Neyi bekliyorlardı? Bana
ulaşmalarının nedeni de bu değil miydi? Arınmış bir akıl ve dil. Arı
tutabilecek miydik bu şeytanî çağda?
Bunları
karıma anlattığımda da haklı olduğumu söylemiş ve ‘Sen zaten kendi
teneffüslerini de kendin ayarlıyorsun!’ demişti konuyu kapatarak.
Amerika’da,
Virginia’nın başkenti, daha doğrusu bütün dünyada yürüyen şeytanî işlerin esas başkenti
Richmond’da, bir Pakistan lokantasında helal yiyecekler yiyorduk. Sömürgeleştirilmiş
Müslümanların sömürgecilerin evlerindeki direnişi buydu: ‘helal yiyecek’
İD ile bu
muhtemelen son bir arada oluşumuzdu. Çünkü bir dosya kapanmış bir başka dosya
açılmıştı; iş bir gerekçe olmaktan çıkmış, onun yerine kişisel başka duygular
ve beklentiler gerekçenin ta kendisi olmuşlardı. Sistemlerin nerede, ne zaman, neden,
nasıl ve kim tarafından bozulacağını sezen birisi için İD ile farklılaşan durum
gerçek bir krizin başlangıcı demekti. Bu riski ardıl riskleri de düşünerek göze
alma olasılığım çok düşüktü ve bu olasılığın yükselmesi zihnimdeki kriz kontrol
merkezini alt üst edebilirdi. Riskin yok edeceği en büyük kurban bendim,
arınmış aklım ve dilimdi.
İştahla
yemeğini yiyen ve çatalına veda eden İD’ye, ‘Sence sen bugün Richmond’da güzel bir
gün geçirdin mi?’ diye sordum.
İD
peçeteyle ağzını sildi ve mavi gözlerini bana dikti, gözlerindeki hüznü fark
edebiliyordum. Sonra başını eğdi, sol elini boynundaki kolyeye götürdü, ‘Çok
daha güzel olabilirdi, ama unutamayacağım bir gündü!’ dedi neredeyse fısıldayarak.
‘Teşekkür ederim!’
İD
zekiydi, kadınsı sezgileriyle bunun bir anlamda veda sorusu olduğunu da
anlamıştı. ‘İstediğim her şeyi elde etmeye alışkınım ben!’ dedi. ‘Ama sana
saygı duyuyorum!’
Bunu
birkaç kez daha söylemişti. Zaten bunun böyle olmadığını düşünseydim, onunla
bir dakika bile zaman geçirmezdim. Bu kendi içerisindeki tutarsızlıkları bile didik
didik eden bir duygu denetim alışkanlığıydı. Başıboş duyguların insan zihninde
ne tür kasırgalar kopardığını biliyordum. Mahir bunun sayısız örneklerini
yaşamıştı.
Sürekli
acı çekiyordu Mahir; her kadının ruhundan aldığına karşılık bıraktığı bir
parçası vardı ruhunun. Bir roman kahramanı gibiydi, kendini hırpalamayı
seviyordu. Edebiyatın onda oluşturduğu boşluklar öylesine geniş ve derindi ki,
çocukluğundan getirdiği yitik duygularını, her seferinde yıkılacağını bile bile
bir sarayın duvarları gibi orada yeniden örüyordu.
‘Teşekkür
ederim gösterdiğin özen için!’ dedim gözlerine dikkatle bakmamaya çalışarak. ‘Gösterdiğin
bu özen olmasaydı, seninle hiçbir şekilde vakit geçirmezdim!’
‘Biliyorum!’
dedi yine ağırlaşan sesiyle. ‘Seni çok uzun süredir gözlüyorum, nasıl bir insan
olduğunu biliyorum. Keşke sen evlenmeden önce karşılaşsaydık!’
Bir an
cevap vermedim İD’ye. Sözlerimi seçerek, ‘Muhtemelen farklı değer yargılarımız
yüzünden çok şey örtüşmeyecekti!’ dedim. ‘Ben zaman geçtikçe, zihnim genişledikçe
birçok şeyi daha da yumuşatarak incelemeyi öğrendim. Seninle yan yana bile
gelmezdik muhtemelen!’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.