Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
‘Burası, bu şehir, insanlığın her türlü yöntemle itaate zorlandığı şeytanî bir tapınaktır!’ dedim İD’ye. ‘İnsan ancak bütün bilinci ve içtenliği ile ‘Eşhedü En Lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdühû ve Resûlühû’, yani, ‘Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim ve Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim’ dediğinde bu zorbalıktan kurtulabilir ve özgürleşebilir, başka bir şansı da yoktur!’
İD
sessizce kafasını yukarıya ve aşağıya doğru salladı.
‘Sana da
öneriyorum bunu!’ dedim. ‘Asla ısrar etmeyerek ve senin içindeki o iyi insanın
iyiliğin tamamına doğru kanat çırpmasını arzu ettiğimi ifade ederek!’
Dünya Bankası ve IMF binalarını yeniden inceleyecek zamanımız kalmamıştı. Chinatown
Park’ı sağımızda bırakarak sola döndük ve bizi Washington Büyükelçiliğimize
götürecek olan Massachusetts Ave NW’ye ulaştık. Artık sürekli kuzeybatıya doğru
ilerliyorduk. Rock Creek nehrine paralel ilerleyen bu cadde neredeyse bütün
ülkelerin büyükelçiliklerini barındırıyordu.
Güneş güneybatıdan
vuruyordu ve görüş alanımızı rahatsız etmiyordu.
‘Şimdi
bunları konuşmak istemiyorum!’ dedi İD güneş gözlüğünü çıkararak.
Büyükelçilik
binasının önüne gelmiştik, İD kaldırımın kenarına park etti arabayı. Bir ağaç
ve bir sokak lambası vardı kaldırım taşları ile kaldırım arasındaki toprak
alanda.
Bir
Avrupalı kadının odaklandığı her ne ise onun dışında kalan diğer şeyleri
önemsemediğini açıkça ifade etmesi beni hep şaşırtıyordu. Bu çok büyük bir
özgüven yansıması ve aynı zamanda benmerkezcil hayat felsefesinin ne kadar
yaygınlaştığının göstergesiydi.
Oysa bizim
insanımız, her ne kadar batılılarca, özellikle Avrupalılarca aptallık ya da
saçmalık olarak nitelendirilse de, kendi isteklerini gerektiğinde geride
tutabiliyor ve fedakârlık yapabilme becerisi gösterebiliyordu. Erkek ya da kadın
ayırmıyorduk, bize göre inceliğimizin, merhametimizin bir ifadesiydi bu. Onların
incelik anlayışı ise çok farklıydı. Aristo ve Nietzsche merhameti zaten
ruhlarından çekip almıştı.
Bunları
şimdi İD’ye söylemenin hiçbir anlamı yoktu, gelecekte bu romanı okuma olasılığı
varsa oradan duyacaktı iç seslerimin anlattıklarını, aksi halde asla
duyamayacaktı.
İD kendine
göre ince ve merhametliydi, buna çokça kez şahit olmuştum, ancak üzerinde
uzlaşamayacak kadar farklıydı bakış açılarımız.
1700’lü
yıllardan itibaren, III. Ahmed döneminde, Gürcü asıllı Yeniçeri ocağından
yetişme, Osmanlı’nın ilk Fransa büyükelçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve
sonrakilerin bizi zorla sürükledikleri Batı böyleydi. Halk olarak direniyorduk,
Müslümanlar olarak uyumsuz davranıyorduk, ama çok hırpalanmıştık ve biz de hırpalandığımız
yerlerden onlara benzemeye başlamıştık, yaşadığımız bölünmelerin temel sebebi
de buydu. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve sonraki neslinin masonlarla kurduğu
ilişki Osmanlı’yı kökünden zehirlemeye ve İslam’dan koparmaya odaklanmıştı.
İD, bana
döndü, yüzündeki ıssızlığı, yalnızlığı ve derin hüznü görebiliyordum.
‘Keşke
seninle sen evlenmeden önce karşılaşsaydık!’ dedi titreyen bir sesle. ‘Bana
baktığında gözlerinde gördüklerim için sana teşekkür ederim!’
Gözlerimde
ne gördüğünü bilmiyordum. Çünkü zihnimde insanlığın yaşadığı büyük acının
detayları açıktı ve ben bütün dikkatimle o detaylarda geziniyordum. İD’nin ve
benim ortaya çıkış serüvenlerimizin insan olgusunun ne tür bir var oluş
mücadelesine bağlı olduğunu görüyordum. Merhamet ve diğer şeyler çatışıyordu
ruhumda. İD diğer şeylere dair izler bulmuş olabilirdi gözlerimde.
Hangi
yaşta olursak olalım, evli ya da bekar, içimdeki tutkuların İD’nin tutkuları
ile orantılı ve eşgüdümlü olması mümkün değildi; bunu o da biliyordu. Hüznünün,
ıssızlığının ve yalnızlığının tek sebebi bunu biliyor olmasıydı anladığım
kadarı ile.
İD
tutkuları için buradaydı, aksi halde onu hiç kimse buraya getiremez ve geçen bu
iki gün boyunca yaşadığı şeyleri yaşamaya zorlayamazdı.
‘Gözlerimde
insanlığın yaşadığı büyük acının izleri var; sen de o izlerden birisin Keçi!’
dedim gülümseyerek. ‘Asıl ben sana teşekkür ederim, gösterdiğin sabır, ilgi ve
hiç hesapsız üzerime boca ettiğin sevgi için!’
‘Karını
üzecek bir şey yapmam mümkün değil, ona söyle içi rahat olsun!’ dedi içindeki
iyi insanın sesiyle. ‘Umarım o fotoğrafları görmez, gerçek ne olursa olsun, o
fotoğrafları görünce kıskanacağını ve üzüleceğini biliyorum!’
‘Endişelenme!’
dedim. ‘Su akar yatağını bulur; bu iki günün tıka basa dolu bir şekilde
geçmesini sen sağladın, aksi halde sıkıntıdan patlardım ben burada!’
İçimdeki
kasırgalardan haberi yoktu, olmasını da istemiyordum.
‘Sana
dokunabilir miyim, izin verir misin?’ diye sordu mavi gözlerinin bütün
berraklığı ile. ‘Ben Lolita değilim, bu sadece masum bir dokunma isteği!’
Tüylerim ürpermişti. Sakin ve yumuşak bir ses tonuyla Nûr Suresi’nin 30. ayetini okudum:
‘Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar.
Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların
yaptıklarından hakkıyla haberdardır.’
İtiraz eder
gibi baktı. Bu kez devamındaki 31. ayeti okudum:
‘Mü’min
kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz
ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zinetlerini göstermesinler.
Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından
yahut babalarından yahut kocalarının babalarından yahut oğullarından yahut üvey
oğullarından yahut erkek kardeşlerinden yahut erkek kardeşlerinin oğullarından
yahut kız kardeşlerinin oğullarından yahut müslüman kadınlardan yahut sahip
oldukları kölelerden yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden yahut da henüz
kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına
göstermesinler. Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere
vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!’
Bakışlarını
benden uzaklaştırdı. ‘Bunların hiçbirinde dokuma yasağı yok!’ dedi biraz da
kızgın bir nefesle. ‘Dokunmama izin vermeyen sensin!’
‘Ama!’ dedim.
‘Bir yasağı çiğniyoruz, gözlerimizi haramdan sakınmıyoruz ikimiz de. Allah yaptıklarımızdan
tamamen haberdar!’
‘Bu masum
bir şey, sana bakmam da mı yasak?’ dedi İD tamamen gerilen bir ruhun isyanıyla.
Yine sakin
bir sesle, ‘Bir ölçü var elbette; şehvetle bakmamak!’ dedim bakışlarımı
elçiliğe doğru çevirerek.
‘O zaman
şehvetle dokunmak yasak olmalı, masum bir dokunuş neden yasak olsun ki?’ diye
bağırdı farkında olmadan.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.