Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Allah’ın gönderdiği son kitap olan Kur’an, Hicr Suresi’nin 9. ayetinde Allah’ın verdiği ‘Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik! Onun koruyucusu da elbette biziz!’ güvencesiyle, ilk örnekleri yedinci yüzyıla sabitlenen bilimsel kanıtlarla tam ve eksiksiz olarak bize gelmişti. Nietzsche’nin aklın bu tek ve benzersiz imkânını henüz başlangıçta reddetmesi ayrı bir faciaydı, Allah’ın ilk insandan bu yana sürekli olarak gönderdiği elçilerle ve kitaplarla hatırlattığı hesap gününü ve cennet-cehennem gerçeğini yalanlaması kabul edilemezdi.
Hicr Suresi’nin 10-11. ayetlerinde
belirtildiği gibiydi Nietzsche’nin tavrı: ‘Andolsun, senden önceki topluluklara
da peygamber gönderdik. Onlar kendilerine gelen her peygamberle alay
ediyorlardı.’
“Sonradan Muhammed’in Hristiyanlıktan ödünç aldığı düşünce neydi? Pavlus’un
uydurduğu, din adamı tiranlığı yaratıp efendi oluşturduğu araç: -yani
ölümsüzlük inancı.” diyordu Nietzsche bin üç yüz yıllık Kilise yalanını doğru
kabul ederek.
Allah’ın elçisi Muhammed, Nietzsche’nin baştan sona yalanlardan oluştuğunu
söylediği Hristiyanlıktan hiçbir şey almamıştı, tam aksine eğer kendisi
Şeytan’la uzlaşmasaydı Nietzsche’nin Tevrat ve İncil’e yüklenen Yahudi din
adamlarının yalanlarının Kur’an’la apaçık bir şekilde ortaya çıkarılmasından
çok keyif alacağı bir kurtuluş süreci mümkün olacaktı.
Bakara Suresi 113. ayet şöyle diyordu: ‘Hepsi de kitabı okumakta oldukları
halde Yahudiler, “Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor” dediler; Hristiyanlar
da “Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor” dediler. Bilmeyenler de onların
dediklerine benzer şeyler söylediler. Allah, ayrılığa düştükleri konularda
kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.’
Aklını her şeyin üstüne çıkaran Nietzsche’nin insana aklını kullanmayı
emreden Kur’an’dan uzak kalmayı seçmesi affedilebilecek bir şey değildi.
Mahir’e onun bunu bilinçli bir şekilde yaptığını özellikle vurgulamıştım.
Diğer eserleri bir yana ‘Deccal’ gibi küçük bir kitabın bize kadar
ulaşmasını sağlayan bir sistem vardı ve sistem ne kadar itiraz edilse de
Nietzsche’yi nükleer bir silah gibi iki bin yıllık Kilise’yi yıkmakta kullanan
satanizmin ta kendisiydi.
Nietzsche olmasaydı da satanistlerin Allah’ın elçisi İsa’yı öldürmeye
çalışan Pavlus ve inananları aracılığıyla çürük temellerle ve yalanlarla
kurdukları Hristiyanlığın artık insanlara hükmetmelerine aracı olamayacak kadar
nefret ürettiğinin farkında oldukları için onun yıkılmasını sağlayacak Cizvit
tarikatı ve benzeri başka araçları da vardı.
‘Yer Yazarı’nın notlarından ilgili bölümde çokça faydalanmıştım. Samirîler
ürettikleri her şeyi alternatifleriyle birlikte tasarlarlardı, nihai amaçları
her çıkış yolunda durmak ve insanı aldatmaktı, aksi halde başarılı olamazlardı.
Satanist-Masonik bir Aydınlanma çağının akla açtığı alanı özgürce kullanan
Nietzsche isteyerek ya da istemeyerek onların istediği her şeyi yapmış ve
kendisi -kontrol edilemediği için- satanistler tarafından yalnızlığa terk
edilse de, eserleri özel bir dikkat ve çaba ile Batı Medeniyetinin bilişsel
altyapısının oluşmasında kullanılmıştı.
Karanlık bir adam olan ve onu yalnızlığa terk eden Arthur Schopenhauer onun
ilk öğretmenlerindendi. Ruhu olmayan adamların, ruhlarını şeytana satmış olan
yaratıkların kuşattığı ve yönettiği bir cehennemde doğmak, büyümek ve eğitim
görmek Nietzsche’nin insan ruhuna yaptığı saldırılarına bir mazeret
olamazdı.
“Sadece zeki insanların güzel olmaya, iyi olmaya hakkı vardır: sadece
onlara özgü olduğunda iyilik zayıflık anlamına gelmez.” diyecek kadar
hastalıklı bir insandan bahsediyorduk.
“Kutsal yalan’ -Konfüçyüs’te, Manu Kanunnamesi’nde, Muhammed’de ve
Hristiyan kilisesinde ortak olan şeydir: bu Platon’da bile vardır: ‘Hakikat
orada’. Bunun anlamı şudur: bu ifadeyi duyarsanız bilin ki bunu diyen din adamı
yalan söylüyor.” diyen ve Antik Yunan, Antik Roma sanatına dikkat çekerek pagan
dinleri savunan bir Nietzsche neyi öneriyor olabilirdi ki Şeytan’dan başka?
Akıllı bir insan bu cümleleri nasıl kurabilir? “Arap veya Yahudi arasında
bir tercih yapılamayacağı gibi Müslüman veya Hristiyan arasında da bir tercih
yapılamaz. Karar verilmiştir, kimsenin bu konuda söz hakkı yoktur, ya bir
Çandala’dır ya da değildir. “Roma’yla ölümüne savaş! İslam’la barış,
arkadaşlık”
Kast sistemini yücelten, değişik şartlar altında ve farklı zamanlarda dini
hükümlerin nasıl uygulanacağı konusunda Hindulara rehberlik eden kutsal Manu
Kanunnamesi’ni (Manusmrti) içeren kitaba “Bu kitap ışık saçıyor” diyerek,
“Hiçbir kitabın Manu Kanunnamesi’nde olduğu gibi kadın hakkında bu kadar narin,
bu kadar dostane şeyler söylediğini görmedim; bu yaşlı kır sakallılar ve
azizlerin kadınlara karşı gölgede bırakılamayacak kadar nazik bir tavrı var.
Bir yerde deniliyor ki, “Bir kadının ağzı, bir genç kızın göğüsleri, bir
çocuğun duası, bir kurbanın üstünde tüten duman her zaman masumdur.”
Başka bir yerde, “Güneşin ışığından, bir ineğin gölgesinden, havadan, sudan,
ateşten ve bir genç kızın nefesinden daha saf bir şey yoktur” Son örnek,
-muhtemelen kutsal bir yalan, “göbeğin üstündeki açıklıklar masum, altındakiler
değildir. Sadece genç bir kızın vücudundaki açıklıklar masumdur.” şeklinde
yorumlar yapan bir filozofun yirminci ve yirmi birinci yüzyıldaki geniş
etkisini gördüğümüzde ne düşünebiliriz?
Bana göre Nietzsche de benzerleri gibi çok mükemmel yetiştirilmiş bir
taklitçi idi ve her zaman olduğu gibi mükemmel taklitçiler önderlerini aşarak
çılgınlığın boyutlarını daha da büyütmeye adıyorlardı kendilerini.
Oysa insan sınırlı bir varlıktı, çılgınlığın boyutlarını büyütmesi
imkansızdı. Sonuç olarak herhangi bir doğrultmana tutunmayı reddediyor, akıl
yürütme becerisini mikro düzeye indirgiyor ve sadece deliriyordu insan.
Satanistlerin neredeyse sonsuz bir sabırla binlerce yıl boyunca ördüğü ağ
insanlığa son darbeyi vurmak üzere en olgun, en güçlü ve en işlek haline
gelmişti 1789’da. Önce ‘aydınlanma’ diyerek kendi adamlarının ürettiği ‘silsile
aklı’ Kilise’nin üstüne sürmüştü bu şeytanî ağın liderleri; her adımda bu aklı
besliyor ve her alanda güçlenmesini ve her bir satanist ismin mikro parçalara
ayrılmış alanlarında otorite olmasını sağlıyorlardı; para, güç ve hükümdarlık
kademelerinde bir yetki ya da bilim-sanat, psikoloji-sosyoloji ve
felsefe-ilahiyat alanlarında akademik ulaşılmazlık yetiyordu nefsini tanrı
edinen erkek cinsinden insanlar için.
Her yaştan kadın hepsi için daima bir ödüldü; kadın yirminci yüzyılın
başlarında bir İngiliz mahkemesinin verdiği ‘insandır’ kararına kadar insan
değildi, nesneleştirilen, paylaşılan veya satılan ortak bir maldı ve her mal
gibi bütün özel ve güzel nitelikleri pazarlanacak şekilde teşhir edilmeliydi.
Ve kadın çırılçıplak olduğu zaman kendisine saygısını yitirecekti, ancak
çıplaklık yerilecek değil, övülecek bir ‘değer’ olarak özgürlük itkisi-etkisi
ve ‘aydınlanma’ ve ‘moda’ etiketli sosyolojik ve kültürel baskı altında önce
kadına kabul ettirilmeliydi.
Bunu başardılar; erkeği ve kadını doğuran ve yetiştiren, zihnine ilk
şeklini veren ‘saygıdeğer’ kadını, bir insan için onursuzluk olarak
değerlendirilen her türlü düşünceyi ve davranışı kendi isteği imiş gibi yerine
getirmeye ikna ettiler. Kadın bedenini erkeklerin sınırsız arzularına terk
etti, karnındaki bebeği özgürlüğü için öldürdü.
İD’yi ya da çağın bütün kadınlarını doğrudan suçlayamıyordum, çünkü her bir
kadın kendi genetik varoluşuna, yani fıtratına dönmeye kalktığı her seferinde
binlerce engelle karşılaşıyordu. Psikiyatrinin ona sunduğu ilaçları umut
diyerek kullanıyor ve direnen aklını yitiriyordu.
İnsanı köklerine tutunarak yetiştiren ‘kadın engeli’ artık çözülmüştü,
sırada erkek vardı; tarihte çokça kez olduğu gibi erkek de kadına dönüştürüldü.
İnsan binlerce yıl defalarca olduğu gibi yine yenilmişti.
Kadınlara karşı kompleksini genelev kadınları ile gidermeye çalışan
Nietzsche değersiz ve tanrısız felsefesi ile Batılı kadınları birer genelev
kadınına dönüştürerek kadınlardan intikam almıştı bana göre. Bu belki çok sert
bir yorumdu, ama hiçbir özeli kalmayan ve bedenini teşhir ederken övgü
bekleyen, kendine özel bedenini her türlü hazzın bir nesnesi hâline getiren
kadını içinde yaşadığım yüzyılda başka türlü yorumlayamazdım.
Ergen kızların bile neredeyse bikini düzeyine inmiş sokak giyimleri ile utanma duygularını yitirmeleri dünyayı erkekler için cehennemden farksız bir yer hâline getirmişti. Nietzsche’nin övdüğü Manu Kanunnamesi'nin, genç kızları çıplak vücutlarını ‘masum’ diyerek teşhire özendirmesi kadar aşağılık ne tür bir felsefe olabilirdi?
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.