Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Geldiğimi gören ve baş selamı verenleri ben de tebessüm ederek selamlıyordum. Bazı elçilik yetkilileri hariç herkes birbirini toplantılardan tanıyordu. Senatör beni görünce Büyükelçimize işaret etmiş ve ikisi de gülümseyerek bana selam vermişlerdi.
Ben senatöre
bakarken, “İnsanlar kaybolmuş durumda ve giderek daha da çaresizleşiyorlar. Geriye
ne kaldı? Depresyon mu? Savaş mı? Deccal mi?” diyordu zihnimde oluşturduğum
yankı odasında bir ses. Birazdan senatöre de soracaktım. Depresyon artık
sıradandı; savaşlardan, savaşların bir alt kümesi olan terörden bıkmıştı
insanlık.
Masadaki
yerime oturdum; bana başka seçenek bırakmamışlardı. Cicili biçili kıyafetleri
ile İD solumda, ince ve pahalı bir zevkin ürünü olduğu açıkça görülen resmî
kıyafetleri ile etrafa kurum satan Cevval ise sağımdaydı. Zamansızlığa ara
vererek telefonumun saatine baktım… Saat 21.06 idi, 22.45’te kalkacaktı
uçağımız.
Büyükelçimiz
kısa bir açılış konuşması yaptı, taraflara teşekkür etti ve sözü senatöre
verdi.
ABD-Türkiye
ilişkilerine değinen Senatör’ün alışılageldik o üstenci bakışı ve kibirli
dilinden eser yoktu. Türkiye’yi anlamaya çalıştığını ‘belli’ etmek isteyen o
riyakâr dilini saklayamıyordu, ama saklamaya çalıştığını görüyordum. Apaçık
düşmanlık yapan biri nasıl dostmuş gibi konuşabilir ve davranabilirdi ki?
NATO’da müttefik olan iki devletmiş Türkiye ve USA; çok komikti gerçekten.
İD kırgın
olduğunu hissettirerek susuyordu, Cevval arada bir şeyler soruyordu, ama aklım
başka yerdeydi benim; ‘Dağ Yazarı’nın kadınlarla, Türkiye-Avrupa Birliği
ilişkileri ile ilgili notları akıp gidiyordu zihnimde.
İradesinin
önünde hiçbir engel tanımayan, özgür ve sınırsız istekleriyle hayatla boğuşan
İD’yi doğuran Avrupa Birliği kanunları, gelecekte değil şimdi İD gibi Türkiyeli
kadınları doğuruyordu insanlığa ve bu insanlığın geleceği için büyük bir
tehditti. İD birçok şeyin farkına varsa da kendini alamıyordu alıştığı ve
normal saydığı hayat biçiminden. Kadınlarımızı korumalıydık; insanlığın buna
çok ihtiyacı vardı.
Emek
verilmiş, ciddî bir bakışla bakıyordu ‘Dağ Yazarı’; Makow’un tespitlerine daha
somut kanıtlar sunarak ve önerilerde bulunarak destek veriyordu:
“Türkiye
yükselen 'kişilik' enerjisini doğru kullanması gereken bir dönemdedir. Eğer
yüzlerce yıllık emeğin ürünü olan; kaybedilmiş, yenik, aşağılanarak yok edilmiş
baskı altındaki özgüvenin yeniden oluşum aşamalarının bu son döneminde, tarihin
derinliklerinden beslenen ve zihinlerde sadece tortuları kalmış İslam'ın
kazandırdığı bu 'kişilik' enerjisini toplumsal ve bireysel özgüvenin inşâsına
harcama becerisini geliştiremezse, tıpkı taklit ettiği Batı ve medeniyeti gibi
daha azgın şeytani bir kasırganın altında ezilerek yok olacaktır.
O halde
Türkiye, Batı'yı taklit etmeye, Batı'nın tanımlarını esas kabul etmeye
zorlandığı üç yüzyıllık süreci sürdürmeyi sona erdirmeliydi; tanımlarını ve
kanunlarını olduğu gibi alıp uyguladığı, bütün bunlara rağmen Avrupalı olarak
kabul edilmediği ve değişen siyasi koşullar ve yasalar dolayısıyla üye olmaya
çalıştığı Avrupa Birliği'nin toplumlara ve bireylere neler kazandırdığını ya da
kaybettirdiğini doğru analiz etmeye mecburdur.”
Bu analizlerin
yapıldığını sanmıyordum. Erdoğan hâlâ ‘Anadolu irfanı’ diyordu, ama o irfanı
sürdürecek bir nesil yoktu, çünkü o nesli yetiştirecek bir eğitim felsefesi yoktu.
Gerekçelerini
açıklıyordu ‘Dağ Yazarı’:
“Çünkü
bugün Avrupa Birliği'ni oluşturan toplumlar ve bireyler büyük psişik
sorunlarla, kişilik, kimlik ve cinsiyet sorunlarıyla boğuşuyorlar; psikiyatrik
ilaçların hemen her gün hemen her birey tarafından 'kurtarıcı' olarak
kullanılmasının normal olduğu, ama ilaçların yetmediği, buna ek olarak
uyuşturucu maddelerin kullanımına yönelenlerin arttığı, büyük, maddi açıdan
gelişmesini tamamlamış ve inanç problemlerinden ve ahlak, doğru-yanlış,
iyi-kötü, suç-ceza, özgürlük-saygı, aile, erkek-kadın, çocuk-ihtiyar gibi temel
tanımların muğlaklaştırılmasından dolayı büyük ve derin bir çöküş yaşayan birçok
farklı etnik yapıdan oluşan Avrupalılar ortaçağ karanlığından çok daha karmaşık
bir karanlığın içinde kaybolmuş durumdalar. Böyle bir toplum örnek alınamaz,
böyle bir toplum üreten sisteme üye olunamaz. Türkiye, kendi özgül varlığı ve
mücadelesi ile Batı'ya karşı elde ettiği kişilik enerjisini, yine Batı'nın
muğlak kurallarına uyarak yok edemez, halkını umutsuzluğa mahkûm edemez.”
‘Bekçi’nin
yaptığı tespitlerin ve devlet-hükümet denen yapıların nasıl ve nerede durmaları
gerektiğine dair uyarılarının ne kadar yerinde olduğunu görüyordum:
“Devlet ya
da hükümet, kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, sivil, asker, polis ya da her
meslek grubundan insanını hemen her gün Batı kaynaklı teröre ve şiddete kurban
verirken, Batı'nın tanımlarına uyan bir insan hakkı algısı ile hareket edemez,
kadını ve erkeği birbiriyle, anne-babalarıyla, çocuklarıyla savaşır hale
getiren kanunları ya da kuralları olduğu gibi Türkiye'ye taşıyamaz.”
Batı’dan hiçbir
zaman iyilik gelmemişti, ama biz nedense ‘iyilik’ getireceğini umarak kültür ve
yasa ithalatında bulunmaya devam ediyorduk. Batı açıkça satanistti ve biz gözlerimizi
kapatmış, nereye doğru gittiğimizi sorgulayamaz hâle gelmiştik; üstü Avrupa Birliği ile örtülü Satanizm’i
ulaşılacak hedef olarak görüyorduk, kadını, erkeği ve aileyi yok eden Batı’nın
dinsiz ve ahlaksız yasalarına uyum sağlayarak.
“Üstelik
devlet ya da hükümet bu tür değişiklikleri Avrupa Birliği'ne uyum adı altında
gerçekleştirme hakkına da sahip değildir. Çünkü Avrupa Birliği milyonlarca
çocuğun ve kadının hayat hakkını, bedeninin ve psikolojisinin masumiyetini
koruma hakkını temin etmekten uzaktır. Kadına ve çocuğa yönelik şiddetin hemen
her Avrupa ülkesinde yaygın bir şekilde sürmektedir, Avrupa Birliği müktesebatı
şiddeti engelleyememek bir yana, bunu sağlamak adına düzenlenmiştir.” diyordu ‘Dağ
Yazarı.’ Haklıydı da.
Yanımda oturan İD, Batı’nın ta kendisiydi ve derin bir boşlukta yaşıyor, okyanusta dolaşan ve kendini özgür zanneden başıboş bir gemi gibi acı dolu bir hayatta gün sayıyordu. Seçilerek ülkesini yöneten herhangi bir Müslüman siyaset adamının ülkesinin kadınını böyle yapmaya hakkı yoktu, Erdoğan’ın da artık neredeyse tamamlanmış olan AB uyum yasalarını gelecek planlamalarından çıkarması ve yapılan değişiklikleri yerli ve millî forma uygun bir şekilde dönüştürmesi şarttı.
Aksi
halde Türkiye umut olmaktan çıkacak, kadınını, erkeğini ve ailesini kaybedecek
ve Satanizm büyük bir zafer elde edecekti.
Ülkesini
halkının iradesi doğrultusunda yönetmek için çok büyük çabalar harcayan Erdoğan’ın
akan süreçte ABD ve AB ile nasıl bir denge politikası ile hareket ettiğine
şahittim, ancak sosyolojik ve psikolojik sonuçları olan politikaların nasıl büyük
tahribata neden olduğunu gözlemleyebilecek bir ekibi olduğunu düşünmüyordum:
“Uymaya
çalıştığımız Avrupa Birliği müktesebatı AB üyesi ülkelerde kadınların üçte
birinden fazlasını şiddet mağduru haline getiren bir müktesebattır. Bethany
Bell imzalı, 5 Mart 2014 tarihli, 'AB'de kadınların üçte biri şiddet mağduru'
başlıklı BBC haberine göre Avrupa Birliği'nde kadınların yaklaşık üçte biri 15
yaşından sonra fiziksel ya da cinsel şiddete hedef olmuş durumda; bu 62 milyon
kadının şiddet mağduru olduğu anlamına geliyor.” diyordu ‘Dağ Yazarı’, AB’nin
kendi araştırmalarına dair verileri paylaşıyordu:
“Avrupa
Birliği Temel Haklar Kurumu'nca 42 bin kadınla yapılan mülakatlara dayanarak
hazırlanan bu raporda (konuyla ilgili olarak hazırlanmış en büyük çalışma) Avrupa
Birliği ülkelerinden, ev içi şiddeti, özel bir sorun olarak değil, bir
toplumsal sorun olarak ele almaları isteniyor ve cinsel tacizle ilgili
yasaların gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanıyor; kadınlara, evlerinde ve
işyerlerinde yaşadıkları fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet olayları,
takipçilik ve cinsel taciz mağduru olup olmadıkları, çocukluk yıllarında
şiddete uğrayıp uğramadıkları soruluyor.
Araştırma,
her 10 kadından birinin 15 yaşından bu yana bir tür cinsel taciz kurbanı
olduğunu; her 20 kadından birinin tecavüze uğradığını ortaya çıkarmıştı.
Kadınların %22'sinin, birlikte yaşadıkları kişinin fiziksel ve cinsel şiddetine
hedef olduğu, ancak bu kadınların %67'sinin en ağır ev içi şiddet olaylarını
bile polise bildirmediği saptanmıştı. Rapor, yoğun alkol kullanımıyla ev içi
şiddet arasında bağlantı olduğunu, genç kadınların özellikle saldırılara hedef
olan kitleyi oluşturduğunu kaydediyordu.
Araştırma
kapsamına alınan kadınların %18 kadarı 15 yaşından beri takip edilmekten mağdur
olduklarını, %55'i de, çoğunlukla çalıştıkları yerlerde cinsel tacize
uğradıklarını anlatmışlardı. AB içinde, kadınlara yönelik ve polise bildirilen
fiziksel ve cinsel tacizin en yüksek olduğu ülkelerin başını, Danimarka (%52),
Finlandiya (%47) ve İsveç (%46) gibi, cinsiyet eşitliği uygulamalarıyla övülen
ülkeler çekiyordu. İngiltere ve Fransa %44 ile 5. sırada yer alırken, Polonya
%19 ile en düşük oranda şiddet olayının yaşandığı ülke olarak sonuncu sırada
anılıyordu. Araştırma, kimi ülkelerde, bu sorunun açığa çıkarılmasına iyi gözle
bakılmadığı da not edilmişti.
AB Temel Haklar Kurumu Başkanı Morten Kjaerum, "Görünen o ki, yaygın bir taciz uygulaması birçok kadını etkiliyor. Ama birçok olay yetkililere duyurulmuyor. Bu araştırma kadınlara yönelik şiddetin tüm AB üyesi ülkelerde önemli bir insan hakkı ihlali olduğunu ortaya koydu. Bu sorun her gün toplumları etkiliyor; dolayısıyla AB ülkeleri sorunla mücadele için harekete geçmeli." demişti. Raporda sorunla mücadele için yürütülen kampanyaların kadınlar kadar, erkekleri de kapsaması gerektiği vurgulanıyordu.”
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.