Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
Zamanın en kısa parçası dedikleri 'ân' o kadar uzundu ki, öyle olmasaydı asla plan yapmaz, yaşamak için herhangi bir adım atmazdık. Kısa bir süre sonra yemek bitecek ve biz İstanbul’a uçmak üzere Dulles Havalimanı’na doğru yola koyulacaktık. Bense üzerimdeki kadın baskısından kurtulabilmek için yine erkek ve kadın analizleriyle meşguldüm. İD ve Cevval’di buna sebep.
Bilmiştim,
görmüştüm; kadınlar en çok kendi hormonlarıyla kaskatı hale geldikleri zamanda
ürettikleri enerjinin, yakan, kavuran, ısıran bir güçle yayılırken atmosferi
saran nükleer alevler gibi, kendilerinin asla dinginleşmeyecekmiş gibi
göründüklerinden habersizlerdi. Buna en çok yaklaşan kadın İD idi.
Erkekler
bu nükleer felaketten yara almadan kurtulabilmek için çare aramaları
gerektiğini düşündüklerinde iş işten geçmiş oluyordu. Her şey bitip sona
erdiğinde kadın, hiçbir şey olmamışçasına sakin ve uysal görünüyordu; ancak
erkek yanıklarını tespit edemeyecek kadar savaş yorgunuydu. Bu da bendim.
Gün geçiyordu
ve kadın, her döngüde yeni nükleer kasırgalar üretmek için, farkında olmadan,
stres ilmiklerini örmeye devam ediyordu. Erkek dingin hayallerin esiriydi; düşündükçe
anlamı, anlamın kaybolup gidişini gördükçe her gün görünen seraplarla, direnç
noktalarını beslemeyi düşünüyordu. Kaçmak istemeyi akledene kadar kadının
doğurgan ruhuna, farkında olmadan tepki duvarları örmeye başlıyordu. Bu da
Cevval’di.
Sonra herkes ve her şey birbirine karışıyor ve genelleşiyordu; kadın naz duvarlarından,
sebepsiz duvarlara kadar her taştan duvarı erkeğin önüne sürdükçe, erkek içine
çekiliyordu. Her duvar kadından biraz daha kopuş, biraz daha sertleşen bir
dokunuştu. Erkeği zâlim olmaya iten dengesiz davranışlar bu dönemde
filizlenmeye başlıyordu. Kadınların duvarları renk ve tür değiştirdikçe,
erkeğin içine ördüğü tepki duvarları sıra sıra zihninin en derin merkezine
doğru tek tek yükseliyordu. Erkek mağdurdu; ancak mağrursa duvarları
yıkılmazlaşıyordu.
Kadının ve
erkeğin, karşılıklı ördüğü duvarlardan başka hayatlar doğuyordu. Önce başka
kadınlar duvarların arasından erkeğe bir gülücük gönderiyorlardı. Başka
kadınlar, erkeğin dalgalanan ruhundan yayılan kokuyu fark ediyor ve onu yeni
merkeze, yani kendilerine doğru çekmek için gerekli tüm hazırlıkları yapıyorlardı.
Bazen de başka erkekler kadının duvarlarındaki renklere koşuyorlardı. Klasik
anlamda bu, kadının merkez olmak istediği tüm hırçınlıklarda artık nevrotik bir
döneme denk geliyordu.
Her
kadının merkez olduğu çember kendi avlarını seçiyordu ve hiçbir kadın merkez
olmamak gibi bir kaygıyla hareket etmiyordu. Erkeğin hormonal
bağımlılıklarından taşan enerjinin artık şiddete evrilen anlam yitimlerinde,
bir alış-veriş dengesi üretmek üzere taşlaşmış bir erkekten bahsedilebilirdi.
Kadın zihnindeki hangi renk keçinin peşinden koştuğunu erkeğe anlatmazdı.
Diyalog
biterdi; renkler karışır ve o evredeki tüm sınanmalar sona ererdi. Bir başka
sınanma evresine geçilirdi. Bu evre değişimlerinde gerçek bir soru tepesinde
dururdu her şeyin: İnsan kalınacak mıydı?
Kadın ve
erkeğin birbirleriyle çektirdikleri tüm fotoğraflar birbirlerinden kopmamak
üzere yaratılmış bu iki türün, bir tek merkezde olmak üzere birbirlerini
tutmaları gerektiğini gösteriyordu. Yan yana, göz göze, el ele, birbirlerini
tamamlayarak bir tek merkez oluşturmak üzere çalışacakları gerçeği, şeytanların
özenle sakladıkları gizli bir umut olarak kalıyordu.
Çoğunlukla
ve sıklıkla umut gizli kalıyor ve İnsanlık ölüyordu. Kadın zihnindeki keçinin
rengini erkeğe anlatmadıkça trajedi sürüyordu. Anlamların kaybolmaması için,
anlaşmak ve tek merkezde kalmak için, erkeğin zihninde renk renk keçi
üretmemesi için, sevgi ve merhamet koşulu var olmaya devam edecekti.
İD’ye ‘Zihnindeki
keçinin rengi ne?’ diye sormamın sebebi buydu. Hangi keçinin peşinden koşarsa
koşsun bir şey değişmeyecekti, sorun keçinin rengi değil varlığıydı; anlamı kendince
bile meçhul olan inadıydı.
Kulağıma
eğilerek ‘Beyaz!’ dedi İD hiç ummadığım bir anda; tam son çatalı ağzıma
götürürken.
‘Beyaz mı?’
dedim gayr-i ihtiyarî.
‘Yessss!’
dedi İD.
Cevval
şaşkın şaşkın bize bakıyordu, ‘Renk oyunu mu oynuyorsunuz?’ diye sordu.
‘Hayır!’
dedi İD, Cevval’e. ‘Keçinin rengi!’
‘Hangi
keçi? Ne keçisi ya, delirdiniz mi siz?’ diye gerildi Cevval.
Gülecektim,
gülemiyordum, ama İD ‘Hi hi hi!’ diyerek gülüyordu sesini ustalıkla içine
çekerek.
‘Beyaz’ umuttu,
arınmaydı. İD ne dediğinin farkında mıydı, bilmiyordum.
Ona sordum:
‘Beyaz ne
demek, biliyor musun?’
‘Biliyorum
tabii!’ dedi sakin sakin. ‘Umut, Masumiyet ve Aşk!’
‘Aşk’ı
geçelim şimdi!’ dedim soğuk su tadında bir sesle. ‘Umut ve masumiyet için
neleri feda edebilirsin? Şu şeytanî özgürlüğünü feda edebilir misin, ondan vazgeçebilir
misin?’
İD cevap
vermedi, vermek istemediğini belli ederek lafı değiştirdi:
‘Kongre
üyesi sana bakıyor!’ dedi heyecansız bir ses tonuyla.
Hayatının
her aşamasında çok karmaşık davranabiliyordu insan. Oysa, gecelerin ve gündüzlerin
kendisine gösterdiği renkleri, duygularının ve aklının saldırılarına karşı
korumakta âcizdi. Yine öylece; duygularını ve aklını renklerin saldırılarından
koruyamıyordu.
Yaratılışı
böyleydi. İsteyecekti, istediğini elde etmek için çabalayacaktı. Çabalarken de
siyahın, kırmızının günahkâr davetlerine uyacaktı. Uymamak için dirense de
uymaması mümkün değildi. Bazen daha az, bazen daha fazla uyacaktı, ama renklerin
günahkâr davetlerine daha fazla uyanlar, günün, gündüzün getirdiği yükleri daha
fazla vuruyorlardı ruhlarının sırtlarına. Daha çok huzursuzluk taşıyorlardı
geceye… uykusuzluk çekiyorlardı sabahlara kadar.
Ağırlaşmış
yükleri, uykunun dinginleştirici limanlarına varmakta zorlanmalarına sebep oluyordu;
uyku, nimet olmak yerine ulaşılamayan bir serap haline geliyordu. İD kolay
uyuyamıyordu; onu anlıyordum.
İnsanı
uykuya zorlayan arınma ihtiyacıydı. Bedenin tövbesiydi uyku. Ancak tek başına
yetmiyordu arınmaya ruhun tövbesi olmazsa. Uyku bittiğinde, gidip gelmiş olan
ruh, geri getiriyordu artık yükleri, arınma tamamlanmıyordu çünkü. Her seher
vakti, gecenin alıp temizleyemediği artıkları sabah namazının tövbesine taşıyordu;
insanın ruhunu orada yıkıyordu, beyazlatıyordu yeniden.
Günde en
az beş kez ruhunun arınması için yalvarırdı Müslüman insan Allah’a.
Namazlarında, namazlarının dışında her an her vakit, nefsin ve diğer
fısıldayıcıların fesatlarından kaçıp Allah’ı andığı her an insan arınmak isterdi
günahlarından. Siyahın, kırmızının hırpaladığı yeşili sarınırdı, arınmışlığın
beyazına ulaşmak için.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.