Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Samirîlerdi dağdakiler, onlara mühlet verilmişti, yine yerle bir edileceklerdi; yine dağa tırmanacaklar yine kötülüğün semerini giyineceklerdi. Geçmişten bu yana gelen ve yaşanan her şeyi çok iyi biliyorlardı. Ne kadar çoğalsalar da azaltılacaklarının farkındalardı."
Dağdakileri ikna edemezdik, çünkü özgür değillerdi, kibirlerinin dokuduğu derin cehaletleri onları engelliyordu. Biz ancak özgür olan Ovadakiler’i ikna edebilirdik; onları köleleştirmeye çalışanlara karşı özgürlüklerini Allah’a tutunarak korumaları için çalışabilirdik. Ama insan zayıf yaratılmıştı, Ovadakiler bizdik, zayıflığımızı derinleştiren ve bizi aşağılayan Dağdakilerin hedefinde de daima biz vardık. Allah bizi desteklemek için elçiler göndermişti sürekli.
Şimdi yalnızız
ve önceki on dört yüzyıl boyunca Dağdakiler’e karşı yalnızdık; son elçinin bize
ulaştırdığı Kur’an dışında bir doğruluk kaynağımız yoktu. Çünkü, şu anda
yaşadığımız derin kaostan düzen elde etmek Kur’an’ı okuyan ve aklını kullanan her
insanın göreviydi artık; yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçişin temel
sorunlarını çözen veya çözmeye devam eden bir insanlıktan bahsetmek üzereydik. Satanizm
ulaşacağı son noktaya ulaşmıştı ve sistem olarak iflas etmişti.
Herkesin bir
araya gelip sorması gereken soru şuydu:
‘Biz ne
yapacağız?’
Sol omuzumda
bir ağırlık hissettim. Ne kadar uzun bir süre uçsuz bucaksız karanlığa bakarak düşündüğümü
fark etmemiştim. Gözlerimi hızla karanlıktan alarak uçağın içine çektim. İD
uyumuştu ve başı sol omzuma düşmüştü. Günlerdir doğru dürüst uyumadığını
biliyordum; demek artık dayanamamıştı.
Cevval
hemen İD’yi uyandırmak için davrandı, sağ elimi havaya kaldırarak sessizce ‘dur’
işareti yaptım. Uyuyordu, dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Düşünmeye
devam ettim, insanın içinde yürüdükçe zayıf yaratılışımızı daha iyi anlıyordum
ve aynı zamanda bu zayıf yaratılışımızın da bizi Allah’a ulaşmak için güçlü kılan
tek özelliğimiz olduğunu. Zayıf olduğumuz için tevbe edebiliyorduk, Allah’ın rahmetine
muhtaç olduğumuzu anlayabiliyorduk. Dağdakilerin böyle bir gücü yoktu.
Ben
dağdakileri de ayırmadan sadece iyi ya da kötü, bir gözyaşından ibaret olan ‘insan’ı
düşünüyordum. Kendini omzuma bırakarak uyuyan İD de içinde taşıdığı her türlü
yükle bir insandı. Omuzumda güven bulmuştu; dışından ve içinden kışkırtan her
şeye karşı huzur arıyordu.
Hepimiz
öyle değil miydik? Onun yükü kadınlığı ve güzelliğiyle daha da artmıştı;
çevresine bir sürü sülük doluşmuştu hayatı boyunca. Onun da hayalleri vardı; öyle
ya da böyle. Onu ya da başka bir insanı yargılamıyordum, buna hakkım yoktu. Herkes
gibi, sadece kendimi yargılayabilirdim.
Doğuştan heyecanları
vardı insanın hayalleri gibi; hedefleri, kurguları, bir de özellikleri... Özellikleri
doğuştan geliyordu ve biraz da toplum ona bir şeyler yüklüyordu. Harcanacak
emek ve zaman gerekiyordu sonra.
İnsan ömrü
boyunca doludizgin koşup gidiyordu hayallerinin ve hedeflerinin peşinden. Çok
sonra gün geliyordu; her şeyi sorguluyordu acımaksızın. Darbeler yiyordu,
kullanılıyordu, kendisine ait olmayan hedefleri fark ediyordu; gereksiz
yüklerini anlamaya başlıyordu çünkü.
Bazıları
yoksuldu Ovadaki insanların, bazıları da varsıl; bazıları da arada bir yerdeydiler.
Dağdaki varsıllar, Ovadaki varsılların
ve yoksulların sırtlarına bir sürü yük yüklüyorlardı; onlar meşgul olsunlar ve
sömürüldüklerini anlamasınlar diye. Bu yükler, dindi, dildi ve ırktı.
Bunların
üstüne eklenen bazı ekonomik hedefler de oluyordu kuşkusuz. Hedefleri yontan ve
düzenleyen Dağdaki varsılın keyfi neyi gerektiriyorsa, ona uygun bir sürü yeni
yük, hemen/gecikmeksizin Ovadaki varsıl ve yoksul için tedarik ediliyordu.
Yükleriyle
yaşayanlar Dağdaki varsılların çerçevesini belirlediği ve inşa ettiği, Ovadaki
varsılların da koruyup kolladığı edebiyat binasına harç taşıyorlardı; onun bina
edilmesinde kullanılan acılar, sevinçler, özgürlükler, esaret, yoksulluklar ve
daha birçok şey en iyi harç malzemeleriydi.
Edebiyata
dair nesnelerin tümü, Ovadaki varsılla, yoksulun hesaplaşmasına resimdârlık yapıyorlardı,
Dağdaki varsıllar görünmüyordu. Özgürlük varsılı ile esaret, sevinçlerle acı,
haddi aşırı gitmiş zenginlik ile sefaletle iç içe yoksulluk bir bütün
oluştururcasına yaşıyorlardı iç içe.
Yoksulun
duyguları bazen heyecanlarıyla kopup gidiyordu. Ovadaki varsılın da heyecanları
vardı, ama... Nihayetinde duygular ne yoksulda ne de Ovadaki varsılda hakiki
yerini buluyordu.
Hayallerin,
hedeflerin, kurguların ve özelliklerin çatışıp durduğu yerlerin tümünde Ovadaki
insanlar bir sürü iyi ya da kötü şey üretiyorlardı. Sonra oturup ağlıyorlardı
hâllerine. Oyuncak olduğunu anlayan yoksul ile onunla oynayan Ovadaki varsıl,
bir gözyaşının etrafında dolanıp duruyorlardı hep; o gözyaşı, kendisinin dahi
farkında olmayan, bağıra çağıra sesini duyurmaya çalışan zavallı insandı.
Ama… ama dağdaki
varsıl, gizlerin ve perdelerin arkasında acımasız, duygusuz ve vahşi kahkahalarla
gülüyordu. Gözyaşı onun için anlamsızdı, tanımsızdı ve aşağılıkların zaaflarının
bir sonucuydu.
Biliyordum…
Dağdaki
varsılın derin cehaleti onun cehennemiydi, onun umudu yoktu, onun huzuru yoktu,
onun ‘cennet’ hayalleri yoktu; asıl yoksul oydu. İç içe bir cehennemde
yaşıyordu.
A’râf
Suresi’nin 137-141. ayetleri hatırlatıyordu bize:
‘Hor
görülüp ezilmekte olan o kavmi de (İsrâiloğulları) içini bereketlerle
doldurduğumuz ülkenin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık.
Sabırlarına karşılık rabbinin İsrâiloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi.
Firavun ve kavminin yapıp yükselttikleri binaları yerle bir ettik. İsrâiloğulları’nı
denizden geçirdik; derken kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavimle
karşılaştılar. Bunun üzerine, “Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim
için bir tanrı yap” dediler. Mûsâ dedi ki: “Gerçekten siz cahil bir
toplumsunuz! Şüphesiz onların düzeni yıkılmaya mahkûmdur; yapmakta oldukları da
boşa gidecektir. Sizi âlemlere üstün kılmış iken, Allah’tan başka ilâh mı
araştırayım size?” Hani sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size en
kötü işkenceyi uyguluyorlardı. Oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı sağ
bırakıyorlardı. Bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.’
‘Çimlerin
üstündeki çiğ’ gelmişti aklıma. Her seferinde Dağdakileri dosdoğru yerin dibine
indiren Allah, yücelttikleri nankörlük ettiğinde onları defalarca uyarıyor ve sonra
en büyük azaplarla cezalandırıyordu.
Samirîlerdi dağdakiler, onlara mühlet verilmişti, yine yerle bir edileceklerdi; yine dağa tırmanacaklar yine kötülüğün semerini giyineceklerdi. Geçmişten bu yana gelen ve yaşanan her şeyi çok iyi biliyorlardı. Ne kadar çoğalsalar da azaltılacaklarının farkındalardı. Korkuyla yaşıyorlardı.
Bunu ben biliyordum, Kur’an okuyan her insan biliyordu ve biz korkmuyorduk. İşte bizi güçlü kılan da buydu.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.