Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Allah’a, insanlara, hayvanlara, doğaya ve evrene karşı büyük bir saygı ve incelikle yaklaşmaktı sanat ve bunu hayatın her aşamasında yaşamaktı."
İnsan yaratılmış en üstün varlıktı. Allah, melekler dahil bütün yarattıklarına ‘Adem’e secde edin!’ diye emrettiğine göre bunda kuşku yoktu. Tîn Suresi’nin 4. ayetinde ‘Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık’. diyordu Allah ve hemen ardından 5. ayette ‘Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.’ 6. ayette de, ‘Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.’
İman etmek
ve salih amel işlemek bizi ayrı ve üstün tutuyor, aşağıların en aşağısına
inmemizi engelliyordu. Bunun için de aklımızı kullanmamız gerekiyordu ve
yaptığımız her işin birer sanat eseri olma zorunluluğu vardı. Yavaş yavaş
incelmiyordu insan, yavaş yavaş kalınlaşıyordu, çünkü ince yaratılmış ve öyle doğmuştu.
Uçuş
birkaç saat sonra sona erecekti. Sabah namazını kılmıştım her zamanki şekilde, tanyerinin
ağardığını fark ettiğim ilk anda. Zaman tersine akıyordu ve bu kez hızla Batı’ya doğru
dönen dünyanın dönüş hızına ters bir şekilde ilerliyorduk. Uyuyan onlarca
insanın arasında uçağın penceresinden sonsuz karanlığa bakarak düşünüyordum. İD
ve Cevval uyuyordu.
Dağdakilerin
amacı Ovadaki her yeni doğmuş insanı yaratılışındaki incelikten koparmak ve
Şeytan’ın kalınlığına ulaştırarak onu Allah’tan uzaklaştırmaktı. Ne kadar çok yenilmiştik
Şeytan’a; insanlık o kadar çok cezalandırılmıştı ki.
‘Onlar’
diyecektim ben Allah’a iman eden ve salih amel işlemeyi hayatlarının temel
amacı haline getiren ve yaratılışlarındaki inceliği muhafaza ederek bir
sanatkâr gibi yaşayanlara… Onlardan biri olmak isterdim, bunun için
çabalıyordum; ‘Sıkıntı’ da onların sayısı artsın diye ortaya çıkmıştı.
Onlardan
her birinin yaptığı her şeyin sanat olması, onlar için sanat kavramını tarih
boyunca samirîler tarafından yükseltilmiş anlam kümelerinden uzaklaştırıyordu. Onlar
için kullandığım ‘sanat’ sözcüğü mevcut sanat tanımlamalarından ürettiğim bir
betimlemeydi. Samirîlerin sanat standartları, subjektif nedenlerden dolayı
değişkendi. ‘Onlar’ın sıradan davranışlarına, eylemlerine ve ürettikleri
eserlere ‘sanat’ diyordu Samirîler, sanatı kendilerine özel kılarak. Sadece şiir, müzik, heykel ve resim değildi ‘sanat’.
Allah’a,
insanlara, hayvanlara, doğaya ve evrene karşı büyük bir saygı ve incelikle yaklaşmaktı sanat ve bunu hayatın her aşamasında yaşamaktı.
Ne var ki
Samirîlerin inşâ ettiği ve kültür ve sanat eliyle ayrıştırarak zayıflattığı ve
kalınlaştırdığı insanlar bir araya geldiklerinde birbirlerini itiyor ve
psikolojik ve sosyolojik olarak kategorize etmeye çalışıyorlardı. Doğrulara
ulaşma yeteneği çok gelişmiş olan insan bulduğu doğruları kendisinde boğduğunu
fark edemiyordu. Buna rağmen evrenin olağan doğrularını ilk çorbaya dönüştüren
atalarının baskın yanılsamalarına karşılık büyük bir çaba sarf edenler de
çoktu. Bu büyük çaba bazı insanların doğrulara ulaşma yeteneklerinin
gelişmesini sağlamış olsa da dünya her zaman kan dökülen bir yer olmaktan
kurtulamamıştı.
Oysa
‘onlar’ enerjilerini netleşmiş doğruları yanlışlardan ayırmak üzere harcama
ihtiyacı duymuyorlardı. Hakikat Kur’an’daydı, biliyorlar ve ona uyuyorlardı.
Düşünüyorlardı ve davranıyorlardı; söz ancak gerektiğinde sarf ediliyordu.
İnsanlar birbirlerini sevdiklerini söyleme gereği duymuyorlardı, birbirlerini
saydıklarını da.
İşte böyle
bir dünya istemiyordu Samirîler; ‘onlar’a düşmanlardı.
Kulaklığımda
enstrümental bir müzik bilgisayarımda çalışıyordum, ‘Ova Yazarı’nın notları
daha farklıydı diğerlerinden. Fantastik bir dili vardı. ‘Dağ Yazarı’nın
bıraktığı yerden, sahte gerçeklerden ve tutumlardan başlıyordu bizi ve ‘onlar’ı
anlatan ‘Ova Yazarı’, “Her birinizin düşüncelerini aktarırken, çok önemsemiş
olmanıza rağmen, diğerlerini hiç önemsememiş gibi davranmanızın dünyaya ait bir
teknik olduğunu anladığımda bu bana çok eğlenceli geldi. Ancak; bu tekniği
kullanmanıza rağmen, kendi başınıza kaldığınız zaman hepinizin çok dürüst
olduğunuzu gördüm.” diyordu sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi.
Benzeşen
ve tekdüze hale gelen kalınlığımıza ışık tutuyor ve ruhsal durumumuza dair net
bir fotoğraf çekiyordu:
“Kalabalıklardan
sıyrıldığınızda, birer-ikişer olduğunuzda gayet serinkanlı davrandığınızı,
birbirinizi itmek yerine birbirinizle samimi olmaya çalıştığınıza şahit oldum.
Ama en büyük zaafınız sizi kışkırtan başkalarına karşı bağışıklık sisteminizi
geliştirmemeniz. Güvenlik duvarlarınız hiç sağlam değil. Dikkat edecek misiniz,
bilmiyorum ama ben bu açıklardan geldim Dünya’nıza.”
İncitmemeye
çalışan dilinin farkındaydım ‘Ova Yazarı’nın:
“Neden
karşınızda bulunduğumu henüz izah etmediğimin farkındayım. Uzun süredir
aranızda olduğumu belirtmiştim. Sorularınıza verilen anlık, net cevapların sizi
tatmin etmediğini öğrendim. Çünkü; siz hızlı soru-cevap tekniğini sevmiyor ve
sanatkârâne bulmuyorsunuz. Bu biraz atalarınızdan kalma bir alışkanlık. Beğeni
kaygısından beslenmek zorunda olan bir sanat anlayışına başlangıçta karşı
durmak gereksiz, diye düşündüm ve bu anlayışınıza saygımdan dolayı, sizin bu
tekniğinizi kullanmayı tercih ettim.
Siz, doğru
cevabı verebileceğine ikna olduğunuz kişilerin cevaplarına şeksiz şüphesiz
itimat ediyorsunuz. İtimadınız belli bir süre sonra sorularınızın kesilmesine
neden oluyor ve biraz sonra sormadığınız soruların verilmiş cevaplarına
kendinizi mahkûm ediyorsunuz.
Unuttuğunuza
inandığım en önemli noktayı şimdi göstermeliyim size: ‘Sormadığınız soruların
cevapları sizi ilgilendirmedi, ilgilendirmiyor ve hiçbir zaman
ilgilendirmeyecek!” Bu noktanın önemine dikkat çekebildim mi yeterince?
Sizi
ilgilendirmeyen soruların cevaplarını vermeye devam edenlere gösterdiğiniz
saygıyı ömrünüzün sonuna kadar sorgulama gereği duymamanız, sizi kavgacılığa,
karmaşaya ve anlaşılmazlığa sürüklüyor. Sorularınızı başkasına ödünç verdiğiniz
zaman onların verdikleri cevabı kendi mülkünüze ait sanıyorsunuz.
Akıllarını
kullananların dünyasında hiç kimse diğerleri adına soru sormaz. Diğerlerinin
sorularına verilen cevapları, sorgulamadan izlemez. Bir arada yaşayabilmelerinin
tek nedeni de budur. Herkes kendisinin farkındadır ve diğerleri bu farkındalığa
saygı duymaktan başka bir seçeneğe sahip değildirler. Akıllı insanlar topluluk
olabilmelerini bu gerçeğe borçludurlar.”
Böyle bir
dünya var mıydı? Hiç olmuş muydu?
‘Ova
Yazarı’ ütopik bir kurgudan bahsediyor gibiydi. Bence bu Kur’an’ın istediği bir
insan modeliydi:
“Onların
dünyasında nesnel sorulara verilen nesnel cevaplar vardır. Evreni ve kendilerini
anlamak adına hiç kimseyi araç olarak kullanmamayı ilke edinirler. Sorularını
ürettiklerinde, o sorularla ilgili geçmiş zamanın sonlu noktalarında harcanmış
enerjileri kontrol ederler, kişisel çıkar üzerine konumlanmamış olan cevaplarla
geçirdikleri zaman, cevaplarının özgün yapısını bina ederken kazanç olarak
kişisel ve toplumsal zihinlerine ilişmiş olur. Gelecek kuşaklar, ortak hafızalarına
güven duydukları için yeni sorular ve cevaplar üretmekte- siz burada bu
eylemler dönüşümüne bilim diyorsunuz- mevcut dünyadan daha yüksek istatistikler
elde ederler.”
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.