Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
‘Paradoksal bir söylem!’ dedim ‘Ova Yazarı’nın metnine vurgu yaparak. "Çocuklukta temelleri donatılıyor yetişkin insan ruhunun, hâkim kültürel ve medyatik baskı tarafından. Direnenler farklılaşıyor, özgürleşiyor!’
Şenlenen
bir sesle, ‘Çocuklara inmiş yazar!’ diyerek bana döndü İD. ‘Psikologların sorunlarının
köklerine ulaşmak için insanın çocukluğuna inmesi gibi insanlığın çocukluğuna
inmiş!’
‘Aslında yetişkinlerin ne kadar sorumsuz olduklarını hatırlatıyor yazar!’ dedim. ‘Düşünmeyen ve akıl yürütmeyen, evreni ve insan dahil her şeyi yaratan Allah’ı ve onun tanımladığı kavramları, sınırları çocuklarına anlatmayan yetişkinleri yargılıyor!’
‘Haklı
da!’ dedi İD dalgın dalgın. ‘Çocukken öğreniyor insan hayatının sonraki
aşamalarında düşünürken ve konuşurken kullanacağı kavramları. Bu çok önemli!’
‘Bekçi’,
İD’nin dediği gibi insanlığın çocukluğuna iniyordu, çok sade bir dille
anlatıyordu sorunların asıl kaynağını:
“Çocuklar,
bizim bütün öğretilerimize sinmiş kavramsal yapılanmayı reddetme fırsatına
sahip olmadıklarından, kavramlara yüklediğimiz anlamlara karşı iki zıt tavır
takınıyorlar; ya saf dünyalarına ait anlam yansımalarını kullanarak
yetişkinlere ait kavramları sıradan, bakımlı, çelik raylarından çıkarıp gizli
bir savaş ilan ediyorlar ya da kavramlarımızı bizlerin yaptığı gibi
kutsallaştırarak zihinlerine kopyalıyor ve aslında pek de irdelemediğimiz, ama
onlara dayattığımız anlam yansımalarını taklit etmeye çalışıyorlar.
Hangi
açıdan bakarsak bakalım, başlangıçta ve sonraki her adımda hata yapıyoruz.
Doğdukları andan itibaren, kulakları, gözleri, burunları, ağızları ve elleriyle
nesnelerle ilişki kuran, nesneleri kendilerine ait bedensel ya da ruhsal
tepkilerle tanımlayan çocukların, bize ait kavramlarla ilişki kurmalarına
yardım etmediğimiz gibi, onların doğuştan getirdikleri özelliklerine uygun
arz/sunum yeterliliğine sahip olmadığımızı da fark etmiyoruz.
Birbirimizle
paylaştığımız deneyimlerin dilinde yumrulaşan paradoksal tortularımızdan biri
‘küçükken iyiler, büyüdüklerinde başa çıkılamıyor’ nakaratıdır. Özelde tanısal
kopmalar yaşadığımızın en büyük göstergesi olarak da bu nakarat duruyor.
Çocuklarımızın ‘başa çıkılamazlık’ zırhına bürünmelerindeki esas nedeni
ıskalıyoruz.
Kavramsal
kutsallaştırma mağduru çocuklarımızın ‘başa çıkılabilir’ olması, büyürken
kavramlarımıza diledikleri anlam yansımalarını yükleyen, yüksek ‘men riski’
taşıyan yaş gruplarını aştıklarında da kutsal anlamlarımıza karşı sürdürdükleri
gizli savaşı açığa çıkaran çocuklarımızı ‘başa çıkılamaz’ yapıyor. Sıradan,
bakımlı, çelik raylarımızdan çıkarılan kavram dizgemiz çocuklarımızın saf dünyalarında
‘başa çıkılabilir’ küçük bir ayrıntıya/soruna dönüşüyor.
Sonuç,
yenilmiş bizlerin aczini taşıyan koca bir çınar gibi duruyor karşımızda;
kavramsal paradokslarımızı önemsemeyen ve kendi olağan şüphelerini bize dayatan
Adem’le aynı yaşta ‘âsi çocuklar’. “
‘Çok iyi
ya!’ dedi İD heyecanla. ‘Ben de bir âsi çocuğum mesela!’
‘Evet,
âsisin!’ dedim gülümseyerek. ‘Yahudiliğin ve Hristiyanların tahrif edilmiş
yapısına karşı gönderilen Kur’an’ın tanımladığı dinî ve ahlakî değerlere karşı
da âsisin; ancak senin bu âsiliğin Adem ve eşinde olduğu gibi, satanistler
tarafından tasarlanmış bir âsilik. Sen farkında olmasan da, ‘Allah’ı çok
seviyorum’ desen de, Allah’ın koyduğu kurallara karşı âsi oluyorsun
Hanımefendi!’
‘Çok
kötüsüüün!’ dedi İD neredeyse fısıldayarak. ‘Böyle söyleme!’
‘Paradoksal
bir söylem!’ dedim ‘Ova Yazarı’nın metnine vurgu yaparak. "Çocuklukta temelleri
donatılıyor yetişkin insan ruhunun, hâkim kültürel ve medyatik baskı tarafından.
Direnenler farklılaşıyor, özgürleşiyor!’
“Paradoksal
diyorum, sonuçlara; başka bir şey diyemediğim için. Sorun katmanlarımızın en
geç yerinde ‘başa çıkılabilir’ çocuklarımızın yetersizliği duruyor. Kutsal
kavramlarımızın kutsal anlamlarında bizce, bize göre, dinginlik bulan
çocuklarımızı sonraki yaşlarda ‘yetkin yetişkin olarak’ göremediğimizde bir kez
daha çarpılıyoruz.” diye yazmıştı ’Bekçi.
“‘Başa
çıkılamaz çocuklar’ ile ‘başa çıkılabilir çocuklar’ arasındaki ‘yetkinlik
makası’ açıldıkça, kutsallaştırılmış kavramlarımızın ve sınırlarını
daralttığımız anlamların amaçladığımız bir ‘tür’ü yetiştirmeye yetmediğini
görüyoruz. ‘Başa çıkılabilir çocuklar’ yetişkinliklerinde onlara aşıladığımız
paradoksal çatışmalarımızla uyuşuyor, uyumsuzlaşıyor ‘başa çıkılamaz’
oluyorlar.
Periferik
kırılganlık çatık kaşlarımızın önünde dimdik duruyor; çocuklar, esnetilmiş de
olsa kendi içerlek doğalarını korumaya devam ediyorlar.
Belki de
doğru olan ‘başa çıkılamaz çocuklar’ın, ‘başa çıkılmak’ gibi bir cendereye tabi
tutulmaması ya da ‘başa çıkılabilir çocuklar’ üretmeye çalışmamak; kavramlar ve
anlamlarla ilişkimizi, çocuğun doğal öğrenme sürecine teslim etme yürekliliğini
göstermek; çocuğu arz-talep kaygılarımızla besleyip doğasını esnemeye
zorlamamak.
Çok
ötelere gitmeye, zirvelerden kar aşırmaya gerek yok; çocukların oyuncakları ile
ilişkilerini yönetme gayretlerimiz ile onların oyuncaklara yükledikleri
anlamları örtmeyelim yeterli. Oyuncaklar, kavramsal dizge haritalarımızda ileri
doğru gelişecek, genişleyecek ve ilişki kurdukları her nesneyi kendi anlam
örgülerine eklemleyerek kendi haritalarını oluşturacaklar.
Yani tanı,
yetişkinlerin oyuncakların bütünleşik saflığına müdahale etme hastalığı;
başkaca bir şey değil.”
‘Hastalık
diyor ya!’ dedi İD şaşırarak.
‘Ve bu hastalık insanların özgür tercihler yapabilmelerini engelliyor!’ dedim. ‘Toplumların ve toplumları yöneten-yönlendiren güçlerin bireylerin gelişimlerini kontrol etme kaygısı hayatı kökünden zorluyor. Hayatı boyunca ve öldükten sonra sonsuza dek yaşayacağı her şeyin sorumlusu olarak iradesi üzerinde kurulan baskılarla yaşıyor insan; tercihe zorlanıyor!’
‘Ve bu da
çocukluk travmalarına neden oluyor?’ diye tamamladı cümlemi İD. ‘Çok doğru ama
gerçekten!’
‘Ova Yazar’ını
okumaya devam ediyorduk; yolculuğumuz sürüyordu. Neredeyse bütün yolcular
kulaklıklarını takmışlardı. Uçaktan soyutlanmış gibiydik ikimiz; Cevval kendi
dünyasındaydı.
“Çok
şiddetli bir beyin fırtınası ya da sert, tavizsiz bir teorik/ideolojik tartışma
sonrasında tüm tarafların kendileri ile baş başa kaldıklarında yaşadıkları
kesinlikle kaçınılmaz bir dönem/an/aralık vardır; özeleştiri/otokritik
dönemi/anı/aralığı. İnsanın doğasına karşı çıkamadığı için kaçınamadığı -nefes
almak için dudaklarını ve burun deliklerini açması kadar olağan- bu zaman
aralığında taraflar, duygusal ve ideolojik reflekslerinden sıyrılarak,
yaşadıkları algısal travmaları çözümlemeye çalışırlar. Bu aralık, geç de olsa gelen -çözümleme
sonuçları yeterli olmasa bile- bir dinginlik ve onarım aralığıdır.
Kaçınılmazlık
insiyakî olmasa, tarafların, sensörel sorunlarla iç içe iken, kavramlarla
kurdukları doğru veya yanlış ilişkilerle ve evrensel gerçekle zıt/eş konum ve
kurgularla şekillenen bilişsel örgüleri, yaşadıkları algısal travmaların
çözümlenmeye sürüklenmesine izin vermezler; muhtemel arındırıcı sürüklenmelerin
önüne geçerek, tarafları ‘aldatılmış sensörler’ ve ‘kalıcı körlükler’
düzeneğinde yaşamaya zorlarlardı.”
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.