Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Empati prosesleri üzerinden pişirilen şiirlerin, medeniyet kurgularının, ‘öteki’yi yok etmesini istediğini saklayan otoriter faşizmin, entelektüel sosyalizmin eserleri olduğunu söylemek gerekiyordu. Söylemek gerekiyordu tasavvufun ‘ötekileştirmemek’ adlı tencerede pişen yemekle beslenen ordugahın neferlerini yetiştirdiğini."
İyi bir insandı İD; ancak insanın iyiliği de kötülüğü de ölene dek sona ermeyecek olan sınamalardan muaf değildi. İnsan, tercihlerinin sonuçlarına katlanmak üzere yaratılmıştı. Bu tercihlerin ilk insandan bu yana nerede, nasıl, neden, kime karşı ya da kimden yana olduğu önemliydi. Her ân tercih etmek zorundaydık; iyiyi ya da kötüyü ya da gri bölgede olan herhangi bir şeyi. Bu yüzden özgürdük, bu yüzden de yargılanacaktık.
“Allah
yaratır ve doğru olanı öğretir!’ demişti Mahir o konuşmamızda. "Şeytan ise
ancak bunun rağmına insana bir şey önerir. İnsan ise bir seçim yaparken,
birinden birini öteki haline getirir.”
Sonra
biraz durmuş, sözlerini tartmış ve sormuştu: “İnsan Allah'ı mı, yoksa şeytanı mı
ötekileştirir?”
Mahir’in
eleştirmenlikten gelen dikkati, biraz da kendi hayat akışındaki
dalgalanmalardan da etkileniyordu; biliyordum. Bazen, inandığı Allah’ın sonsuz
merhametine sığınarak günah olduğunu çok iyi bildiği işleri de yapıyordu. Sonra
birdenbire çıkıp gidiyordu sevdiği günahların kıyısından, kimi zaman da içinden,
tam ortasından; onları terk ediyordu.
“Bilemiyorum!" diyordu. "İçimdeki saf Allah
inancı mı beni koruyor, yoksa aldığım aile terbiyesi mi?"
Kaliteli günahlara
vurgundu Mahir.
Ona da her zamanki gibi dikkatle cevap vermiştim.
'Çoğunlukla
Allah’ı inkâr ediyor insan, bırak ötekileştirmeyi!’ demiştim. ‘Açıkça Allah’ı yok
sayıyor, yaptığı tercihi haklı ve tek seçenek olarak göstermek için, Allah’ı
yok sayarak ona en büyük saygısızlığı yapıyor.’
Mahir’in
ötekileştirmekle ilgili ağır sorgulamaları vardı. Ve haklıydı da… insan zihni bütün
seçimlerinde ‘öteki’ doğuruyordu. Bu doğal bir mekanizmaydı.
Mahir’in
sorusunu bilinç akışıyla cevaplamıştım. O seviyordu böyle akışları; durup
dinliyor, süzüyor ve itiraz edecekse ediyor, tasdik edecekse de hiç çekinmeden
‘Doğru!’ diyordu, ‘Bunu hiç böyle düşünmemiştim!’
Zaten öyle
olduğu için Mahir’di o; aksi halde konuşacak bir şeyimiz kalmazdı.
‘Öteki’
ile ilgi çok şey anlatmıştım Mahir’e.
Öteki kurma,
öteki kurgulama insan ömrünün en ufuk açıcı eylemiydi. İnsan öteki algılara
ilgi duyuyor, öteki algıların nasıl olduğuna dair hayâller kuruyor, öteki
algıları etkilemek istiyordu; öteki olmadan, ötekinin dışındakiler olamazdı
çünkü. Öteki var olduğu için, ötekini değiştirmek ya da kabullenmek diye bir
hülya dolaşıyordu dilinde insanların…
Şarkılar ‘öteki’den
derlenen özlemlere, hüzünlere ve diğer korlanmış duygulara dokunmak istiyorlardı.
Ötekinin duyguları, beklentileri, kokusu, gözyaşları, öfkesi ve sevgisi
ötekinin dışındaki varlıkların hayat kaynağıydı.
Öteki,
yaşıyor olmanın doğal bir sonucuydu. Kadın ötekiydi; erkek ötekiydi.
Zengin-fakir, uzun-kısa, güzel-çirkin daima ötekiydi.
Ötekileştirmek,
ötekinin kendi kanı ve ruhuyla edindiği kimliğini zihnin özgürlüğüne teslim ederek
ona saygı duymak demek değilse, neydi? Ötekileştirmek, kendisinin dışında
tutmamak demekse, aynılaştırmak, tıpatıp benzeştirmek, farklılıkları
törpüleyerek kişileri ve kişilikleri yok etmek ne demekti? Ötekileştirmek,
prototipleştirmemek, hükmetmemek; ‘Faşizm’in ve dik ikizi ‘Komünizm’in doğup
yürümesine engel olmak demekti.
Ötekini
anlamak için ötekinin kendisine benzemesi gerektiğini iddia edenlerin,
kendilerini ötekilere benzetmemesi, benzetmeyi aklından geçirmemesi, öteki
üzerindeki aşağılayıcı ve küçümseyici diğer duyguların tohumlarından üremiş bir
hastalığın, kendini beğenmişliğin, yetkinliğin yansımasıydı, dışa vurumuydu.
Empati
prosesleri üzerinden pişirilen şiirlerin, medeniyet kurgularının, ‘öteki’yi yok
etmesini istediğini saklayan otoriter faşizmin, entelektüel sosyalizmin
eserleri olduğunu söylemek gerekiyordu. Söylemek gerekiyordu tasavvufun
‘ötekileştirmemek’ adlı tencerede pişen yemekle beslenen ordugahın neferlerini
yetiştirdiğini.
Sonra, çok
daha sonra, ‘ötekileştirmemek’le kastedilenin ötekilere hükmetmek demek olduğunu, ötekilerin
hür boyunlarına birer ilmik geçirip itaate mahkûm etmek istendiğini zahmetsizce
düşünmek gerekiyordu. İnsan, öteki teki olmadan bütün olamazdı.
Gözlerin
bir nesneyi görmek için yeterince uzaklığa muhtaç olduğunu bilmek, ötekinin de
aynı uzaklığa, kendi varlığını korumak için, muhtaç olduğunu bilmeyi gerektiriyordu.
Saf niyetlerin dibine dökülen ötekileştirmemek zehri, parlak, hoş rayihalı
baldan zarla örtülüydü.
Ötekileştirmekle
kastedilen, aşağılamak, yok saymak, itmek gibi zedeleyici duyguların
ötekileştirmekle ilgisi olamazdı. Ötekileştirerek anlayabilirdi insan,
aynılaştırarak ya da içe çekilerek değil.
Bir Yahudi,
bir Hristiyan, bir Budist ya da bir ateist bir Müslümanın zihin dünyasına
çekilerek anlaşılmazdı. Aynı şekilde bir Müslüman da diğer filozofik örgülerin
tezgahına çekilerek anlaşılmazdı.
Herhangi bir ırk da diğer başka ırkların lütfedilmiş duygularının
gölgesinde boğularak anlaşılmazdı. İnsan öteki algısını, ötekinin kendi özgün,
özgül değerlerine göre inşa etmişti; ancak o değerleri anlayarak ona saygı
duyar ya da duymazdı.
İnsan
ötekine saygı duymak zorunda da değildi; ancak onun özgün/özgül değerleriyle
yaşamasına saygı duymak zorundaydı. İyi kötüyle, kötü iyiyle ötekileştirildiği
için karşılaştırılabilirdi. Masum olan, bir katille ötekileşmek zorundaydı; bir
günahkâr da diğer başka bir günahkâr ya da masumla.
‘Din Günü’
bunun için vardı. Ötekileştirmemek 'Din Günü’nün, hakikatin inkârıydı. İnsan
günahkâr olarak ötekileşmediği zaman tövbe edemezdi.
Faşizmi, Komünizmi
ya da Sufizmi üreterek ötekileştirmenin anlamını kaydıranların, kaydırdıkları
anlamlara bakarak düşünemezdi bir Müslüman.
Bir insan,
kutsanmış kanunların medeniyetinde, kanunlara uyanlarla uymayanları da
ötekileştirerek ayırt ediyordu. Kanunların, yargıçlara verdiği yetki ötekileştirme
yetkisiydi. Ötekileştirme mümkün değilse, cezalandırma da mümkün olamazdı.
Ahlakî
normlar da ötekileştirmeyi, ayırıp seçmeyi öğütlüyordu. Yalanlarla var olmayı
seçenlerin, doğrularla yaşamakta ısrar edenlerden başka ve ayrık olduklarını
kimse inkâr edemezdi. Öteki yalancıydı ya da değildi.
Demokrasi
ya da diktatörlük diyerek farklı ayrıntılarla aynı şeyi kurgulayan otoriteryen
amaçlarla insanları güdüleyenlerin ötekileştirmemekten kastettikleri şey, insan
için zorunlu olan değildi; insan için zorunlu olan ‘öteki’ olma hakkını
koruyabilmekti.
Demokratik
yapılar da bir otorite tesis ediyorlardı ve ötekilerin ürettiği bir otoriteydi
bu. Ötekilerin ürettikleri yasalarla ötekilere hükmettiği bir sistem olarak
demokrasi de bu anlamda ötekinin kendisi kalma özelliğine müdahale ediyordu.
Çünkü
diktatörlüklerdeki kanun koyucuların sayısı, demokrasilerdeki kanun koyucuların
sayısından bir miktar daha azdı; ama sonuç aynıydı. Öteki, ötekilerin
tasarladığı, teklif ve kabul ettiği/ettirdiği kanunlara uymak zorunda kalarak
öteki olma hakkını kaybetmekteydi.
İnsan,
ayrık dünyaların varlığını ancak o ayrık dünyaların da kendilerine has
değerleri olduğunu kabul ederek koruyabilirdi; ayrık dünyalardaki ‘öteki’ye
saygı duyduğunu gösterebilirdi. Öteki, kendisini ifade ederken kendi dilini
kullanıyordu, ötekileştirmemeyi hedefleyenin dilini değil. Onu hedef dile
zorlamak, onu yok saymaktı.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.