Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Dünya zamanı o kadar yavaştı ki, o zamandan çıkıp geri dönmek insanı yaşadığı zamandan koparmıyordu."
Saf kötülük insanın içine egemen olunca yavaş yavaş eskiyordu ve çürüyordu insan; yavaş yavaş ölüyordu insanın içindeki iyi insanlar. Bazen bildiği iyi insanları hatırlayıp ‘diridirler’ umuduyla dokunuyordu içine. Ne yazık ki çoğunlukla hiç kımıldamak istemiyordu insan; masum heyecanları eskiyordu önce...
‘İnsanın
içindeki iyi insanların ölümü bundandır!’ demiştim Mahir’e. “Sonra öyle yavaş
akıyordu ki insanlığın zamanı; heyecanın ölümü de saf kötülüğün yükselişi de ‘öteki’
için doğum öncesini hazırlayan bu yavaşlıktan besleniyordu.”
Çok
uyarıyordu sonsuz merhamet sahibi olan Allah. Mahir’e, Bakara Suresi’nin 13-18.
ayetlerini okumuştum; bu ayetler de diğer bütün ayetler gibi çok berraktı, çok
detaylı tasvir ediyordu saf kötülüğü ve Şeytan’ı seçenleri:
‘Onlara
“Diğer insanlar gibi siz de iman edin” denildiğinde, “Akılsızların inandıkları
gibi biz de inanalım mı?” derler. Biline ki, asıl akılsızlar onlardır, fakat
bilmezler. İman edenlerle karşılaşınca “inandık” derler, şeytanlarıyla baş başa
kaldıklarında ise “Biz sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz” derler. Asıl
onlarla alay eden ve azıp saparak dolaşmalarına izin veren Allah’tır. İşte
onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden
alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır. Onların
misali, bir ateş yakan insan gibidir. Ateş tam etrafını aydınlattığında Allah
ışıklarını yok eder de onları karanlıklar içinde, hiçbir şeyi görmez bir halde
bırakıverir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka)
dönmezler.’
Muhammed
Suresi’nin 14-15. ayetlerindeki gibiydi saf kötülükten uzak ‘ötekiler’in
çizildiği ilahî resim, elbette Mahir de biliyordu bu ayetleri:
‘Rabbinin
katından açık bir delili olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve
nefislerinin arzularına uyan kimseler gibi midir? Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su
ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları
ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır.
Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli
kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin
durumu gibi olur mu?’
Mahir
susmuştu ve derin bir sessizliğe dalmıştı. Çok sonra cevap vermişti:
“Elbette
olmaz!”
Mahir’in o
durgun yüzü, dalgın sesi sislerin arasında kaybolurken kendi içimdeki fırtınalara
kapatmıştım gözlerimi. Bütünüyle insana yönelikti düşüncelerim o ânlarda. İD,
Cevval ve diğer insanlar zihnimin gerisinde idiler yanımda yolculuk yapıyor
olsalar bile. Her biri kendi öteki olma haklarıyla özgürce yürüyorlardı kendi
hayatlarının içinden başka hayatların içine. Mahir de öyleydi, o da ötekiydi;
tıpkı benim gibi, tıpkı herkes gibi.
Ama bir
fark vardı aramızda, ben onlar kadar ‘öteki’nin hayatının içine girmiyordum, ‘öteki’nin
kendi yolculuğunda kendi değişimlerini kontrol edebilmesi için, saf kötülüğe
bulaşmaması için, kendisi gibi kalması için çabalıyordum. Ötekileri öteki
olarak kalabilecekleri bir uzaklıkta tutmak daha sağlıklı geliyordu bana,
karışmamalıydı insanlar birbirlerinin içlerine. Çünkü şeytan insanın içine
girerek, kendi sesini insanın sesine karıştırarak insanı aldatıyordu; insan,
sağır, dilsiz ve kör oluyordu iyi ve doğru olana. Bu yüzden her insan ‘öteki’nin
kim olduğunu sesini net duyarak ayırt edebilmeliydi.
Bilgisayarımda
çalışmaya devam edecektim. Ama içimdeki ses durmuyordu. O sesi dinlemek istedim
bir süre.
‘Hadi
hızlan’ diyordu içimdeki ses insanlığa, insanlığın zamanına. ‘Hızlan ve iğrenç ‘saf
kötülük’ kılığından kurtul, bırak kanı geride!’
Dönüp bana
yakınıyordu sonra içimdeki ses:
“Tınmıyor insanlık... ve sonra yoruluyorsun. Bir bakıyorsun tam yerinde sokmuş hançerini
zaman koltuk altından içeri, hem de o el o kadar yakın ki, çekip
gidemeyeceğin... Bakıyorsun öylece koltuk
altındaki hançere... Akan kanını izliyorsun ve anlıyorsun ki insanın içindeki
adamları öldüren bu kan... akan kendi kanın; Şeytan’ın değil. Ve sonra içindeki
iyi insanlara "Neden ölüyorsunuz?" diyemiyor insan; biliyorsun
hançeri tutan eli... ve öylece yavaşlıyor insanlığın zamanı... Usul usul
sabırla ördüğün gergefi geleceğin gelinlerine, damatlarına düğün hediyesi
olarak düşlüyorsun. Düşünle kalıyorsun öylece...”
Bir ân
durdurdum içimdeki sesi, İD’ye baktım, o da dalgın dalgın bana bakıyordu.
‘Sen hiç,
her an, elindeki hançeri böğründen sokup içinde kıvıracak kadar delirmiş bir
zamanla yaşadın mı?’ diye sordum ansızın.
Şaşkınlıkla
açtı mavi gözlerini İD, ‘Anlamadım!’ dedi. ‘Ne hançeri?’
‘Delirmiş
zaman!’ dedim bu kez. ‘Hiç delirmiş zamanla yaşadın mı?’
‘Delirdin
mi sen yoksa?’ dedi İD büyük bir endişeyle.
Tutamadım
kendimi, güldüm. ‘Ben değil, delirmiş olan zaman!’ dedim.
İD
güldüğümü görünce biraz rahatladı, ‘Zaman neden delirsin ki, deliren insanlar!’
dedi. ‘Saçma sapan insanlar. Bazen ‘Tanrı neden dünyayı yok etmiyor?’ diye
soruyorum kendime!’
‘İşte buna
‘delirmiş zaman’ diyorum!’ dedim ve Âl-i İmrân Suresinin 178. ayetini okudum
ona:
‘İnkâr
edenler, kendilerine vermiş olduğumuz mühletin, sakın kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar. Biz, onlara ancak günahları artsın diye mühlet veriyoruz.
Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.’
‘Neler
geçiyor yine kafandan?!’ diye sordu İD. ‘Yolculuğumuz bitiyor, biliyorsun değil
mi, çok az kaldı?’
‘Hiçbir şey!’
dedim. ‘Hiçbir şey geçmiyor kafamdan, her şey çok ağır bir şekilde yerinde
duruyor, keşke geçse!’
Bir şey
demedi İD. Kollarını göğsünde birleştirdi, başını geriye yasladı ve gözlerini kapattı.
Aklım
gezgindi bugün; zaman kavramından bağımsızdım... İD az sonra yolculuğun
biteceğini söylediğinde ânı fark etmiş ve şaşırmıştım. Zamanı sürüklüyordu
aklım bazen, süpürüyordu. Tiyatro izler gibi oluyordum dünyayı, insanları
izlerken. Boyutsuzluğu biliyordum; zamansızlığı... sadece bir buluta binmiş
aklım vardı böyle ânlarda. Yaşıyordum ve sonra unutuyordum; geçmiş, vagonları
kopuk tren gibi geliyordu bana.
Ve
şimdideki her şeyi gelecekten gelmişçesine bildiğini hissediyordu o ân insan. Gelecekten
gelip bir âna dahil oluyordu ve işin tuhaf tarafı insanın bilmedikleri bile
bilinir geliyordu. İç içe zamanlar vardı, görüyordum. Dünya zamanına bağlı olan
zaman yirmi dört saat yavaşlığındaydı, ama ötekinin hızını ölçemiyordum. Dünya
zamanı o kadar yavaştı ki, o zamandan çıkıp geri dönmek insanı yaşadığı
zamandan koparmıyordu.
Farkındaydım;
Kur’an’ın o derin ve çok boyutlu yapısı böyle hissettiriyordu bana.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.