Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Eleştirilerim vardı ta Adem’le eşinin aldatıldığı zamandan bugüne kadar taşınan ve bugün de halen insanı aldatan ve insanları müşrik bataklığına doğru çeken."
Aşk, şeytanî bir tasarımdı, ilahî olan sadece sevgi ve merhametti. Köylü erkeklerin sevdiği kız yahut köylü kızların sevdiği erkek ‘âşık-mâşuk’ değildi, yavukluydu. Bu da insanlığın duygusal sınırlarının en sade haliydi, kentliler işi berbat ediyorlardı, sevgiyi aşka dönüştürüp duygulardan bulamaç yapıyorlardı...
Aslında
hepimiz biliyorduk; ‘Aşk’ı kentliler uydurmuştu; aşk, şeytanî bir kışkırtıydı;
aşk, insana düşman olduğu için insanın içini eritiyordu ve ruhundan tutup
insanı putperest Roma’ya sürüklüyordu.
‘Ova Yazarı’nın
kavramlarla ilişkimizi sorgularken, ‘kırmızı tavşan’ olarak tanımladığı ‘aşk’a
bakışı benim bakışımla paralel, ancak acımasız bir nesnellikteydi, fakat ‘Bekçi’
bu kez beni de şaşırtan bir yakınlıkta duruyor, içimize giriyor ve mesafelerin
anlamsızlığını kabarık bir şekilde görmemize neden olan uyarıcı ve sert bir dil
kullanıyordu:
“’Aşk’,
deseniz de tüm düşüncelerinizin en güzel yerinde duran, o duygu olsa bile,
bütün mutluluk kurgularınızı onunla var kabul etseniz de siz aslında gerçek bir
budalasınız. Ve ne yazık ki; siz, düşlerinizde büyüttüğünüz kendinizi
başkasında görmeye çalışıyorsunuz. Sizden üreyen sizsiniz o aşk yüklediğiniz,
başkası değil. Mükemmel bir ‘benci’ olduğunuzu da kabul etmemek de budalalık
olur!”
‘Budala’ ne
anlama geliyordu? ‘Bir şeye düşüncesizce düşkünlük gösteren kimse’, ‘Aklının
azlığından dolayı yeterince düşünemeyen ve akıllıca hareket edemeyen, aptal,
ahmak, bön, alık’ diyordu sözlükler. Çok yerindeydi bu tanımlama; gerçekten şaşırtıcı
bir yerindelikti bu.
“Ne
istersiniz?” diye soruyordu ‘Bekçi’. “Körlüğünüze inanmamızı mı? İnsanlar yüzlerce
yıl âşık oldular; âşık olduklarına ulaşanlar için en büyük azap hemen başladı;
kalkıp giden uysallıklar, yerlerini klasik davranış modellerine bıraktı...
Siz hiç
evlenebilmiş âşıkların öykülerini duydunuz mu? Neden duymadınız, aşk sadece
bekârlar için mi vardır? Yani âşıklar evlenince birbiriyle, aşkları nereye
kayboluyor sizce? Onları neden işlemez öyküleriniz? 'Aşk' dedikleri şey,
ulaşana kadar çekilen ‘abartma stresi’ değil midir?
Üstelik
ulaşılmaz olana duyulan aşk, daha güzel gelir budalalara; acı katsayısı
yükselir ve gerçek bir gizil zevk duyulur, acıdan... serhoş demler, berduş
refleksler ve umarsız bakan gözler; alın size baldırı çıplak bir aşk hikâyesi;
herhangi bir minik ‘duygu’ esintisinden kaynaklanan gözyaşları ve içten dışa
doğru dalgalanan bir isyan; “O neden yok?”
İyi ama,
neden var olsun ki? Bu duygunun sıradan olduğu bilinse, neden onun yokluğu acı
versin ki? Söylesenize neden evlenmiş âşıkların aşkı yok mısralarınızda? Nasılsa
siz de evlenmek için âşık olmuyor musunuz?
Sorun
değil; sürdürün demode olmuş aşk acılarınızı, saklayın kendinizi. Zaten,
hayatınızdan silinmesi gereken zamanlardadır ‘o acılar’ hep; gündelik ajandanızda
belirli günlerin üstü çizilmiştir. Bunlar o günlerde yok olmanız gereken aşk
zamanlarına tekâbül eder. Bunlar ölü zamanlar anlayacağınız; size kolay gelsin!”
Aşk bir ‘kırmızı
tavşan’dı, sahte gerçek inşa ederek insanları Allah’ın çizdiği sınırların
dışına çıkaran. İD ve Mahir ne kadar da aşk canlısıydı ama oysa… ya da Cevval
ne kadar da aşk düşmanı.
Ben, Rûm
Suresinin 21. ayetini esas alıyordum: ‘Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin
için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de
O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler
vardır.’
‘Ova Yazarı’nın
da esas aldığı şey insanlık tarihindeki aşk acılarıydı. Düşünen bir toplumun
aşk yerine sevgi ve merhametten alabileceği dersleri hatırlatıyordu; budalalık
da düşünmeyen bir toplumun fertlerinin en temel özelliğiydi. Kesişiyordu nihayetinde
söylediklerimiz. Ancak kaygıyla kuşatılmıştık, güvende hissetmiyorduk çocukluktan
itibaren aşk şartlanmalarıyla ve acılarıyla büyürken. Ve ne yazık ki yetişkin
iken de bizi kişisel ve toplumsal olarak zayıflatan bu karmaşayı
sorgulamıyorduk.
İnsanlar
neden kendilerini çok güçlü kılacak olan Kur’an’ı okumuyorlardı ki? Namaz
kılarken okuduğum Rûm Suresinin 30-32. ayetleri sanki bu kuşatılmışlığımızın
kurguladığı ve bize dayattığı kaygıların nasıl yok edileceğini ve nasıl güvende
hissedeceğimizi anlatıyordu bana:
‘Hakka
yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde
yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme
yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Allah’a
yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten
sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip
grup grup olan kimselerden olmayın. Her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış)
ile sevinip böbürlenmektedir.’
İnsan
fıtratı nasıl bir şeydi ki? Geçmişte yaşamış olan, şu anda yaşayan ve gelecekte
doğacak olan her insan bu fıtrata göre yaratılıyorsa, sımsıkı tutunmamız
gereken bu fıtrat nasıl bir fıtrattı? Öldüren, yalan söyleyen, Allah’tan başka
tanrılar edinen, zina eden, çalan ve daha birçok kötülük yapan insanın fıtratı
aynı fıtrat değil miydi? Allah ‘fıtrat’ derken neyi kastediyordu?
Her şey o
kadar açıktı ki, ‘Yüzünü dine çevir’ diyen Allah, ardından ‘fıtratına,
yaratılışına tutun’ diyordu. Fıtrat, insanın genetik olarak nasıl
tasarlandığına işaret ediyordu; doğan, yaşayan ve ölen, bu aşamalar arasında da
öğrenen, düşünen ve davranan insanın bütünüyle aynı özelliklerle donanmış
olduğunu anlatıyordu bize. Bu fıtrat üzere doğan insanın tamamlayıcı göğü
‘din’di; özgür iradesiyle yöneleceği din. Aksi halde güvende hissedemez, Şeytan
tarafından kuşatılmış olmanın getirdiği kaygıların esiri olmaktan kurtulamazdı.
İnsan,
fıtratının zorunlu kıldığı gibi Allah’a yönelmek üzere yaratılmıştı, ancak
Şeytan ve nefsine bağlı olarak yaratılmış olan özgür iradesi bu yönelmeyi
engelliyordu. Doğduğu andan ölümüne kadar insana kendi bütüncül varlığını
dayatan fıtrat, hırpalansa da insan zihninin dinlenmeye geçtiği anlarda kendi
akışında ilerleyen arındırıcı bir akarsu gibiydi. Şeytan’ın etkisinin azaldığı
anlarda farkına varan insan fıtratına tutunarak arınma imkanına sahipti.
Ne var ki
bu, dine ve fıtrata aykırı davranan müşrikler için, dinlerini darmadağınık eden
ve kendilerine ait kıldıkları ve din dedikleri şeylere inananlar için her zaman
geçerli değildi.
Namaz
bitince dua ettim; namaz zaten dua idi ama insan olarak yaşadığımız her ânın
getirdiği yüklerle yaşadığımız için bağışlanmak için Allah’a yalvarmaya ve
ondan yardım istemeye ihtiyacımız vardı, fıtratımız böyleydi. Umut ediyorduk,
umduklarımız vardı hayatta; her şeye gücü yeten Allah’tan istiyorduk umut
ettiklerimizi. Başka nasıl güçlü hissedebilirdik ki?
16.37’ydi
saat Mescid’den çıktığımda. Yavaş yavaş yürüyordum bir uzay üssü gibi görünen
İstanbul Havaalanı’nda. Bu devasa havaalanı yaklaşık iki yüz yıldır her şeyin
en kötüsüne maruz kalan ülkem insanı için gurur vericiydi. Henüz birçok bölümü
tam kapasite ile çalışmaya hazır değildi, ancak yüksek kalite standardı hemen
her ayrıntıda dikkat çekecek kadar baskındı. Ülkemdeki değişimi fark edecek
kadar ortasındaydım hayatın.
On sekiz yaşındaydım her şeyin değişmeye başladığı 2002 yılında. On sekiz yıldır da Türkiye’nin yaşadığı kasırgaların tam ortasında herkesin gördüğü her şeye şahit olarak, bazen de herkesin göremediği şeylerin nasıl değiştiğinin farkında olarak yaşıyordum. Eleştirilerim vardı ta Adem’le eşinin aldatıldığı zamandan bugüne kadar taşınan ve bugün de halen insanı aldatan ve insanları müşrik bataklığına doğru çeken.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.