Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Aşk kızıl bir cehennem gibi her yeni doğan insanoğlunu içine çekiyor ve onu yerden yere vurup enkaza dönüştürerek hayatın içine atıyordu. Geride ne yaratılış amacımız olan Allah ve ona ibadet kalıyordu ne sevgi ne de merhamet."
Valizi görevliye verdikten sonra uçağa geçiş için son bekleme salonuna girmiştim. Yürüyen dakikaların zihnime sükûnet vereceğini umuyordum, ancak henüz uçmaya başlamadığımızdan olsa gerek yaşadığım bu sıkıntının adını koymaya çalışıyordu zihnimin derinliklerinde devinen şeyler.
İnsanın
dünyadaki sıkıntılarının ne kadar çok sığ ve kolaylıkla dönüştürülebilir
olduğunu gördüğümden beri birçok kavrama ve kalıplaşmış bakış açısına şüphe ile
bakmaya başlamıştım. Adem’le eşi ne kadar çabuk kapılmışlardı sonsuz hayat
beklentisine. Şaşırtıcıydı ölümlü olmayı sıkıntılı bulmaları ve açıkça
düşmanları olduğunu bildikleri halde Şeytan’a inanmaya ne kadar hazırlardı.
Sıkıntılarımızı
Şeytan’la birlikte insanın bizzat kendisi üretiyordu; buna artık emindim. Aşk
da öyle bir sıkıntı ve hastalıktı. Bütün insanlarda aynı şekilde başlamadığı ve
bitmediği halde bu hastalığın bulaştığı herkes aynı acıları çekiyordu.
Hedonist
ve Mazoşist bir derinliği vardı aşk acısının; bu acıya ‘ilahî aşk’ gibi ruhsal
ekler uydurmak da insanın süsleme sanatına duyduğu ilgiden kaynaklanıyordu.
İnsan süslüyordu acısını ve bu acıdan aldığı hazzı ve propaganda yapıyordu
sonra. Yadırganmamak için hastalığını herkese bulaştırmaya kalkıyordu.
‘Demek ki
hastalık ve belirtileri aynı?’ demiştim Mahir’e, onun romantizme boğulmuş
ruhuna biraz iyilik eli değdirmek için.
O da
farkındaydı ki, ‘Sana göre hastalık, ne malum, belki sağlık?’ diye cevap
vermişti.
Ama ben
ısrar etmiştim, ‘Hep aynı semptomlar, aynı sonuçlar!’ demiştim. ‘Niye acı
çekiyorlar madem sağlık ise bu?’
Mahir’in
verdiği cevap daha başka açıklamaya gerek duyurmuyordu.
‘Aşk
acısı, doğal bir şey... çok güzel ayrıca, çok özel...’ demişti Mahir derin
derin susarak ve gözlerindeki o uçuk-kaçık melankoliyi ayan beyan göstererek.
‘O zaman
ağlamak yasak!’ demiştim biraz da kızdırmak için; kendi düşen ağlamamalıydı.
Ama o hem isteyerek düşüyor hem de isteyerek ağlıyordu.
Ben ne
kadar gerçeğe döndürmeye çalışsam da onu, Mahmure’nin ölümü ağır bir darbe
vurmuştu duygularına; darmadağınıktı.
‘Bilmiyorum!’
demişti. ‘O geçen günlere, yapılıp edilenlere, yapıl(a)mayıp edil(e)meyenlere
içlenmek- belki ağlamak- kötü mü, olana, ol(a)mayana, olmaması gerekene...
bunlar, geride kalan(lar)... acı çekmekten, ağlamaktan çok, acıtmak ve
ağlatmak, acıtmış ve ağlatmış olduğunu düşünmek bazen, beklenmemesi gerektiği
halde bekletmek, belki beklemek, beklemenin hakkını vererek beklendiğini
bilmek, bırakmak ve bırakmanın faili olmak, bırakılmak... kavuşmak belki sonradan...
elbet detay bütün bunlar... ama bir sevgiyi hissetmekten çok bilmek, iliklerine
kadar bilmek, onca sevememek belki, sevmeye çalışmak, hatta sevmek, evet sevmek
ama onca sevgiyi bilerek sevmeye çalışmak... ağlamanın, belki, hatta kesin
üstesinden gelinebiliyor ama ağlatmış olmanın üstesi yok Azizim!’
Böyle
ağlıyordu Mahir; derinden ve içli içli ağlıyordu. Ona niye orada olduğunu
sormuştum defalarca. Mahir’in kadınları niye vardı? Susuyordu her seferinde,
‘haklısın’ diyerek; ama biliyordum içine işlenmiş bir sıkıntıydı bu ta
çocukluktan beri gelen, öğrenilmiş bir insanlık hastalığı. Aşk’tı ulaşılmayan;
çocukken koruduğu kolladığı ve kaybettiği kızdı.
‘Sevgi
sence nedir, bilmiyorum!’ demişti bana kızdığını belli ederek, hatta sevgisizlikle
suçlayacak kadar kızmıştı. ‘Kolay öğrenilmiyor, çünkü bunun bilgisi yok. İnsan
ancak sevildiğini bildiği an yani sevilmeyi öğrendiği- altını çiziyorum
sevilmeyi öğrendiği an- sevgiyi öğreniyor. Sadece öğreniyor, ama hâlâ bilmiyor,
çünkü sevgi severek ve sevilerek biliniyor… sevdiği zaman insan, işte o zaman
sevgiyi biliyor... sevilerek öğreniyor, severek biliyor... kolay şey değil...
yani bir alışverişten söz etmiyorum... seviliyor ve seviyorsun gibi anlaşılmayı
istemem... bu daha başka bir şey... birinin sevgisini görünce, görünce, daha
daha görünce... demek sevgi bu diyorsun... öğreniyorsun yani... biri sana
sevgiyi öğretiyor, al işte, böyle sevilir, der gibi... sevilerek öğreniyor
insan sevgiyi... sonra bu öğrenme değiştiriyor insanı, düşünüyor insan, sevmeyi
öğreniyor çünkü.. öğrene öğrene sevmek geliyor ardı sıra... salt sevilmiş olmak
değil, sevmeyi öğrenmek böyle bir şey... elbet sonradan sevebilmiş, sevmiş
olmak o da başka bir şey…’
Benim
‘şeytanî bir hastalık’ olarak nitelendirdiğim duyguyu o aşkın olan tarafından
bakarak ‘sevgi’ iskelesine çekiyordu farkında olmadan; sevmek ve sevilmek iç
güdüsüydü her şeyin temeli. Benzeşen sevme biçimlerinden biraz daha başka sevme
biçimiydi aşkın olan; alışıldık olmayan özelliklere sahip sevme biçimleri daha
cazip ve bilinemeyen geliyordu insana. Aşk’ı tarif edemeyenler sevmek ve
sevilmekle izaha mecburlardı duygularını. Çünkü Allah sevgi ve merhameti
yaratmıştı, başka kavramlarla izah edilemez duygular genetiğimize böyle
işlenmişti.
‘Ya, sen
sarma sevdiğin için sana gün boyu sarma yapan nasıl seviyor?’ diye sormuştum
Mahir’e, onu mecbur kalarak sığındığı ‘sevgi’nin kavramsal dizgelerinde
sıkıştırarak.
‘İyi
seviyor, güzel seviyor!’ demişti duygusal olarak kasıldığı yerde birdenbire
şaşırarak. ‘Bir de o var yani!’
Hemen
kendi sevgi tanımımın içeriğini anlayacağı yerden sorumu yapıştırmıştım:
‘Sağlıklı
yani, bu?’
O da her
zamanki doğruya doğru deme alışkanlığıyla çaresiz bir şekilde, ‘Yani bu haliyle
sağlıklı tabi...’ demişti.
Mahir’in
romantizme boğulmuş düşüncelerine biraz matematik iliştirerek konuyu
kapatmıştım, ‘Teorem ispat süreci bitmiştir!’ demiştim, ‘aşkın şeytanî bir
hastalık olduğu’ şeklindeki teorimi kanıtladığımı söyleyerek.
O da
samimiyetle gülmüş ve cevap vermişti: ‘Şimdilik!’
Ben
durmamıştım tabi, ‘İnsanlık tarihi boyunca geçerli olacak!’ demiştim.
Kavramlar
yerli yerine oturmadan insanlara neyin doğru neyin yanlış olduğunu
anlatamazdık. Bu çabamızın ne kadar işe yarayacağını bilmiyordum, ancak eğer
anlatırsak, anlamak isteyenlerin anlattıklarımıza ulaşma imkanları olacaktı,
bizden öncekiler bize anlatmadıkları için yaşadığımız bu karmaşık duyguları
anlamıyor ve anlatamıyorduk.
Aşk kızıl bir cehennem gibi her yeni doğan insanoğlunu içine çekiyor ve onu yerden yere vurup enkaza dönüştürerek hayatın içine atıyordu. Geride ne yaratılış amacımız olan Allah ve ona ibadet kalıyordu ne sevgi ne de merhamet.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.