Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Biri bana bir gün, 'Kafamıza gerçekleri çekiç gibi çakıyorsun ve bu seni gözümüzde sevimsiz yapıyor' demişti. Ben de 'O kadar iki yüzlüsünüz ki, iğrenç ruh haliniz bana gerçeği olduğu gibi söylemekten başka bir yol bırakmıyor!' demiştim..."
Nasıl aldatıldığımızı bilmek, aldanmamak üzere tedbir almak için kendimizi tanımak zorundaydık. Doğduğumuz andan itibaren yağmur gibi yağan dış verilere alışmaya çalışarak büyüyorduk. Sayısal zekâ, sosyal zekâ gibi ayrımcı ve gerçek dışı tanımlamaların uzağında sade bir zekânın ve belirsizliklerle yoğrularak karanlık kuyulara itilen ve başıboş bırakılan aklın farkına vardırıyordu ‘Ova Yazarı’; ‘zekâ’ ve ‘akıl’ ile ilgili sonsuz tartışmaları da noktalar gibi görünüyordu:
“Zekâ bu
alımda düşük-orta-yüksek hız belirleyicisidir ve doğuştan konumlanmış olan bir
düşünce dinamikleri unsurudur. Bu zaman zarfında zekâ etkisiyle konumlanan
sezgi ve sezgiyle birlikte doğuştan nefste onu denetlemek üzere
konumlandırılmış unsur olan vicdan (takva), düşünce dinamiklerinin farklı
kombinasyonlarla kartezyen ve çok boyutlu ilişkiler kurmalarını mümkün hâle
getirirler.
Farkında
olunarak ya da farkında olunmayarak oluşturulan bu ilişkilerin korunması,
düşünce deneyimlerinin saklanması hâfızâ ile mümkün olmaktadır.
Yine
doğuştan konumlanmış bulunan nefs, dönüşümünü geçici olarak tamamlamış,
hâfızada sistemli bir şekilde yerleşikleşen eski dış-yeni iç verileri
kullanarak varlığını büyütmeye başlar. Nefs’in bilgiyle oluşan istekleri ve
varoluştan gelen ihtiyaçları düşünce dinamiklerinin ‘kişilik’ kazanması
sürecinde etkili hâle gelirler. Ergenlik dönemi nefs’in hiperaktif olduğu ilk
deneysel dönemdir. Çevre ve bilgi nefs’in kullanacağı dinamikler olarak bu
sebeple önemlidir.”
Bir
romanda bunlar olmalı mıydı? Bu soru bana çok anlamsız geliyordu. Roman bir
anlatı biçimiydi, içeriğini ve çerçevesini belirleyecek bir otorite yoktu. İnsanlara
anlatmak üzere bana verilen çok değerli çalışmaları insanlara ulaştırmak için
seçtiğim bir yoldu ve insanın iyiliği için işleyen bir akışta bunlar da
olmalıydı.
Kendi
hayat akışımı da dahil etmiştim bu anlatıya; kendi özelimi, yaşadığım zihinsel
ve ruhsal dalgalanmaları. Bunları neden anlattıysam, bekçilerin bana verdiği
her metni de aynı gerekçeyle dahil ediyordum bu anlatıya. Çünkü muhatabım
insandı ve insanı gerçeklikten kopuk bir kurguyla meşgul etmek gibi bir akışa tahammül
edemezdim.
Ben de
insandım ve samirîlerin ürettiği tehlikelerin insanları nasıl etkilediğini
kendim üzerinden de anlatmak zorundaydım. Her birimiz ayrı ayrı ve hepimiz
birlikte saldırı altındaydık; bizi samimiyetimiz güçlü tutacaktı,
inandırıcılığımız samimiyetimize bağlıydı. Bildiklerimizi baştan sona gözden
geçirmek zorundaydık, Allah’ın gönderdiği son kitabın bizi nasıl uyardığını
anlamakla mükelleftik, bundan nasıl kaçabilirdik? Biz de bizden öncekiler gibi
körü körüne yanılmayı mı kabul edecektik? Bir roman bunu anlatmayacaktı da neyi
anlatacaktı?
Bilimsel
metinler gibi romanların da sıkı sıkıya ördüğü ‘bilgi’ neden önemliydi? Roman
bilgi değil de ne veriyordu?
“Bilgi
türleri -gündelik bilgi, teknik bilgi, dini bilgi, coğrafi bilgi, bilimsel
bilgi, felsefî bilgi- nefsin bilgiyle ilişkisinin kalitesini etkileyecek ve
dolayısıyla ortaya çıkan taleplerinin sınırlarını çizecektir. Ergenlik dönemine
kadar alınan her dış veri, sonraki yetişkinlik dönemlerinde düşüncelerin
dinamiklerinin temel indeksi olarak kullanılacaktır.” diyordu ‘Bekçi’.
“Düşünce
dinamiklerinin temel indeksi oluştuktan sonra, yetişkinlik süresince bilgi alım
hızı düşecek; alım yönlerindeki çeşitlilik, seçiciliğin artmasıyla azalacak;
bunun doğal sonucu olarak da düşünce dinamiklerinin esneklik katsayısı
küçülecek; boyutlar arası belirli bir ilişki trafiği sabitlenerek ‘kişilik’
kazanılmış olacaktır.
Kazanılmış
kişiliğin, genetik değişmezliklerle birebir iz düştüğü bu sonraki dönemde,
düşünce dinamiklerinin bazı boyutlar -zaman ve mekân’a bağlı hızlı değişikliklerin
azalmasıyla- durağanlaşacak veya körelecek ve orta yaş döneminde tüm boyutlarda
kademeli bir katılaşma gözlenecektir.”
İnsan
kendi zihninin nasıl işlediğini bildiğinde öğrendiği hangi bilginin gerçek
hangisinin sahte olduğunu ayırt etmenin ne kadar önemli olduğunu da
kavrayacaktı; çünkü kişiliği öğrendiği her türlü ‘bilgi’ ile şekilleniyordu:
“Zamana ve
mekâna bağlı bir vazgeçilmezlikle düşünce dinamiklerinden fikirler düzlemine
yansımalar monotonlaşacak; iç verilerin fikir düzlemlerine yaptığı monoton
yansımalar değişim ve gelişimi tıkayacak; beş duyu ile algılanan yeni veriler
çoklu önem kaybı/ sınırlı-seçili önem artışı ve düşünce dinamiklerindeki
doygunluk/sınırlı-seçili açlık noktalarını fark eden aklın
itmesi/sınırlı-seçili çekmesi dolayısıyla dış veri transferi ve dış verilerin
fikirler düzlemine girişinin azalması/sınırlı-seçili artması ve yok
olması/sınırlı-seçili zirveye ulaşması ve düşünce dinamiklerine yeni yansımalar
olmaması/sınırlı-seçili yoğunluğunun artması gibi farklılıklar ortaya
çıkacaktır.
Erken
yetişkinlik döneminden itibaren peyderpey kalplerin katılaşması (düşünülen
şeylerin sınırlanıp kalıplaşması) veya ferâset (farkındalık; görme, anlama ve
idrak etme gücünün artması) gündeme gelecek, zihnin o anlarında tekdüze veya
canlı geçişler artacaktır.
Düşüncelerin
dinamiklerinin değişebilir unsurlarında tek tek zaafların artması veya
zaafların azalması mümkün olacak; dinamik yapıdaki zaman-mekân etkisi azalacak
veya artacak; sezgiler körelecek veya hassaslaşacak, fikirlerin oluşmasındaki
vicdan etkisi azalacak veya artacaktır.
İlerleyen
yaşlarda da nefs üzerindeki irâdî kontrol çabası fizyolojik gerilemeye bağlı
olarak bitecek veya zihinsel doygunluğa bağlı olarak artacaktır. Olgunlaşma
veya çöküş dönemi olarak değerlendirilebilecek sonraki dönemler de simülasyon
içinde değerlendirilebilir.”
Simülasyon
bitmişti. Hepsi bu kadardı, herkes kendi zihinsel işleyişi ile ilgili gerekli
sorgulamaları yapacak kadar bilgi sahibi olmuş olacaktı bu simülasyonu
bildiğinde. Bir hahama, papaza, şeyhe, imama ya da herhangi bir izm’in buyruk
yetkili önderine sorma gereği duymayacaktı hayatının akışındaki sorularını ve
köleleştirilemeyecekti.
Biri bana
bir gün, 'Kafamıza gerçekleri çekiç gibi çakıyorsun ve bu seni gözümüzde
sevimsiz yapıyor' demişti. Ben de 'O kadar iki yüzlüsünüz ki, iğrenç ruh
haliniz bana gerçeği olduğu gibi söylemekten başka bir yol bırakmıyor!'
demiştim...
Oysa birçok söyleme biçimi vardı ve ben bu söyleme biçimleri yerine apaçık ve net olan gerçeği olduğu gibi anlatmayı seçmiştim. Bu seçimim sevimsiz yapmıyordu beni, aksine dürüst ve şeffaf yapıyordu; gerçeğin insanların istediği gibi ‘bükülemez olduğu gerçeği’ insanların iki yüzlülüğünü açığa çıkardığı için aslında onların sevimsiz ruh halinin dışarı yansımasına neden oluyordum.
Bu sevimsizliklerini de her zaman olduğu gibi başkasına yansıtarak kendilerini temize çıkarmak gibi bir arsızlık da onların tarih boyunca yapageldikleri bir şeydi ve ben bunu önemsemiyordum. ‘Sıkıntı’yı da bu şekilde yazıyordum; bir romanın sıkıntı olarak kabul ettiği her şey bu romanın her yerinde olmalıydı. Bir roman, aklını kullanmakta zorlanan insana ne gerekiyorsa söylemek zorundaydı.
Çok iyi biliyordum ki; bir romancı, parlak, yıldızlı/yaldızlı göğüyle bir fanusun içinde yazar romanını. O fanusunda yalnızdır; bir büyücü gibi parmaklarını oynatır ve fanusun içinde özgürce uçuşan harflerini dilediği dizilişlerle sözcüklere, cümlelere ve paragraflara dönüştürür. Parmaklarındaki güç zihninden kılcal damarlarına inen kurgudan beslenir. Bazen içindeki fanustur zihni; bazen fanus kurgusudur yazarın.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.