Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Bir tek nefsimiz vardı; bizden öncekilerin onu başka bir ‘kırmızı tavşan’ yapmalarına ve birçok çeşide ayırarak anlaşılmaz hâle getirmelerine rağmen gerçek buydu. Nefsimizi tanıdığımızda, nasıl kışkırtıldığımızı da bilecektik ve bizim lehimize işler değişecekti. Ama bunu sahte gerçek üretenler istemiyordu. Bütün duyularımız kuşatılmıştı."
Nefsimizin bildirimlerini ayıklamaktan sorumluyduk. Çünkü o da onu kendimiz sanacak kadar aklımızı ve hafızamızı kullanıyordu. Bu durumu Şems Suresinin 7-9. ayetleri net bir şekilde açıklıyordu: ‘Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.’
Çok bariz
bir şekilde görülüyordu: Ben eşit değildir nefs. Ancak nefs olmadan da ben
olamıyordu. İyelik ekleriyle bahsediyorduk zihinsel işletim sistemimizin
unsurlarından. Aklım, hafızam, nefsim, iradem, zekâm, ruhum, hepsi birlikte ’ben’di
ve ben her şeyden sorumlu olandım; ‘nefsini arındırmaktan sorumlu olan ben’. Ne
var ki nefs biz onu serbest bıraktığımızda büyüyerek kendisini biz sanacağımız
bir güce ulaşıyordu.
Nefsimizle
ayrık, ama bütünleşiktik. Onun hedef nesnesiydik, ama o biz hangi kararı
verirsek ona uymaktan başka bir imkana sahip değildi. Allah bizi Rûm Suresinin
8-9. ayetlerinde uyarıyordu; nefsimizi ikna etmemiz gerektiğini öğreniyorduk:
‘Kendi nefislerinde,
Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve
belirli bir süre için yarattığını düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu,
Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler. Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önce
geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar
kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt üst ederek onlardan çok
imar etmiş kimseydiler ve onlara belgelerle peygamberler gelmişti. Böylece
Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı.’ diyordu.
Bir tek
nefsimiz vardı; bizden öncekilerin onu başka bir ‘kırmızı tavşan’ yapmalarına ve birçok çeşide ayırarak anlaşılmaz hâle getirmelerine rağmen gerçek buydu.
Nefsimizi tanıdığımızda, nasıl kışkırtıldığımızı da bilecektik ve bizim
lehimize işler değişecekti. Ama bunu sahte gerçek üretenler istemiyordu. Bütün
duyularımız kuşatılmıştı.
Ve daha
ürpertici olan bir gerçekle karşı karşıyaydık; nefsimizin bizi nasıl
kışkırttığını, aklımızdan neler geçtiğini Allah biliyordu:
‘Andolsun,
insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü
biz, ona şah damarından daha yakınız. Üstelik, biri insanın sağ tarafında, biri
sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp
kaydetmektedir.’ diyordu bize Kâf Suresinin 16-17. ayetlerinde.
Düşünürken
ve yazarken, düşüncelerimin akış hızını, yönünü, içeriğini ve hedeflerini
gözeten biri, sanki aklımın ellerini tutmuştu. O, aklımın ellerini tutmuşken, evrenle
ilgili tüm varsayımlarla birlikte, evrenin minik birer ögesi olan dünyanın akla
sahip varlıklarının, geçmiş ve gelecek arasında sıkışan şimdiki zaman
algılamalarına ve gerçek ile gerçek sanılan arasındaki ilişkilerin doğurduğu
çelişkileri düşünmem, özellikle seslice düşünmem gerektiğini söylüyordu bana.
Bu biri kendimdim; beni ve evreni yaratan Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı okuyarak
düşünen bendim.
Aklımın
ellerini daha ileri hedeflere doğru organize etmem gerekiyordu ve bunu yapmaya
karar vermiştim. Önceki organizasyon artık yenilikleri parça parça analiz etmem
konusunda yetersiz kalıyordu, Richmond’da yaşadığım o zihinsel kaos öğretmişti bunu
bana. İlerlemek, evrenin genişleme serüveninin kendisiydi; ben de evrenin
parçasıydım. Evren gelecekte başlangıcına dönse de bunu görmeyeceğime emindim.
Hayatım boyunca
kılavuzum tek başına aklımın elleri değildi, aklımın ellerini nasıl kullanmam
gerektiğini öğreten Kur’an’dı. Allah, bana gönderdiği kitapla kılavuzluk ediyordu.
Onu tanımak adına ilerlerken ben, beni ondan uzak tutan her şeyden uzak kalmak istiyordum.
Ben, kendim, Allah'ın, bildiklerimi unutturmasından korkuyordum, ki bu onun
vereceği en büyük cezalardan biriydi.
Şeytan
bizi kışkırttığında ondan Allah’a sığınacaktık, ancak bu sığınma sadece
refleksif bir korunma güdüsünden kaynaklanmayacaktı, aklımızın ellerini de
kullanarak nefsimizi kontrol altında tutarak bunu yapacaktık. Allah bizi ve
nefsimizi koruyacaktı.
‘Hiçbir nefs
yoktur ki, üzerinde koruyucu bulunmasın!’ diyordu Kur’an, Târık Suresinin 4. ayetinde.
Bütün bileşenleriyle ruhumuzu, kendimizi tanımalıydık. İnsana dair materyalist düşüncelerin gelip tıkandığı yer ilk insandı, insanın dünyadaki ilk varoluşuydu. Gerçekte herhangi bir tıkanma yoktu; İnsanlığın yeryüzündeki ilk varoluşu, bir tek insanın doğduktan sonraki varoluşu kadar olağandı.
Âl-i İmrân Suresi 58-60. ayetleri olağanın ne olduğunu
da öğretiyordu bize:
‘İşte bu
sana okuduğumuz apaçık delillerdir, hikmet dolu sözlerdir. Şüphesiz Allah
katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra
ona “ol” dedi. O da hemen oluverdi. Gerçek, rabbinden gelendir. Öyle ise
kuşkulananlardan olma!’
Olağanın
ne olduğuna dair tüm kuşku dolu açıklamaları pek fazla dikkate almamak
gerekiyordu artık. İnsanlık için tarih, süzülegelmiş/filtre edilmiş, bilgi
yığınlarına kaynaklık eden tekil ve çoğul çalışmalardan ibaretti; buna karşılık
her insan doğduğu andan itibaren diğer varoluşlardan ayrık bir şekilde tekil
olarak var oluyordu.
Herhangi
bir insan için, düşünüldüğü anda hayat bir muamma imiş gibi görünüyordu; düşünülmediğinde
ise, sıradan olan tüm davranışlar kendi akışlarında ilerliyordu. Düşünceleriyle
evrene yoğunlaşan herhangi biri ile düşüncelerin en kısa/en basit yararlarıyla
yetinenler arasında olağanlık farkı yoktu; her insan kendi varoluş nedenlerini
kendi aklı ve yetenekleriyle algıladığında ve karar vererek davrandığında olağan
davranmış oluyordu.
İnsandaki
kişisel ve fiziksel çeşitlilikler, bu çeşitliliklerin tümünü fark eden herhangi
bir insan var oluncaya kadar devam edecekti; böyle bir insanın var olmayacağı
apaçık bir gerçek iken, herhangi bir insanın bu çeşitlilikler adına kesin
yargılara varması da mümkün değildi.
Bu nedenle
olağan ile olağan olmayan arasındaki farkı belirleme şansı yoktu insanoğlunun. Bu
yüzden Allah’a ve onun gönderdiği kesin bilgiye ihtiyaç duyuyordu. Kendisine
dair uydurulmuş kuramlar ona hiçbir fayda sağlamadığı gibi, tam aksine zarar veriyor, insanın kendisinden
uzaklaşmasına neden oluyorlardı.
Her insanın
kendine ait yargılara ulaşması/ulaşmaya çalışması, kendi ilerleme çizgisine
uygundu; o bu minval üzere yaratılmıştı. Her yeni bilinç, kendi özel
filtrelerini kullanarak bir süre uyacağı kurallar dizisini oluşturuyordu. Olağanlık
çatışmalarının ortaya çıkışı ise, bu varlık gereği ısrarın bir sonucuydu.
Muhakkak ki; bireysel kurallar dizisinin oluşumunda tarih kendi üzerine düşen görevi yapacak ve yeni bilincin alım gücüne karşılık ona bilgi desteği verecekti. Olağanlığın, insanlığın evrendeki varlığına uygunluğunu denetlemek de, bu açıdan herhangi bir insan için uygulanabilirlik niteliği taşımamaktaydı.
Her bilinç kendi varoluş nedenlerini sorgulayacak ve kendi uğraş alanlarını belirleyecekti. İnsan kendi ruhunda olan biten her şeyi bilirdi ve mazeretlerine bakılmadan hepsinden sorgulanacaktı. ‘Hatta, mazeretlerini ortaya koysa da, o gün insan kendi nefsini görür’ diyordu Kıyâme Suresinin 14-15. ayetleri.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.