Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Toprağa dönmek, ölmek demekti; toprağın bir tur dönüşüydü yaşamak."
Hostes’in sorusu düşüncelerime ara vermeme neden olmuştu. Hafifçe eğilerek sormuştu. O kadar dalmıştım ki gülümseyen gözlerinin biraz altında, çizgileri belirsiz burnunu da görünmezleştiren, yavaş kasılmalarla kıpırdayarak dikkatimi çeken kırmızıya çalan mor bir rujla kaplı dudaklarından dökülen kelimelerden hiçbir şey anlamamıştım.
Anlamadığımı
fark edince söylediklerini tekrarladı Hostes, herhangi bir içecek isteyip
istemediğimi soruyordu. Başka ne sorabilirdi ki? Gülümsedim ve ona, çalıştığımı,
bu yüzden sorusunu algılayamadığımı söyledim. O da fark ettiğini, bu durumlara
alışkın olduğunu fısıldadı nezaketle. Kahve istemiştim; İstanbul Havaalanı’nda
içemediğim, Cevval’in ‘uçakta içersin’ dediği kahve.
Ve bir de
su.
Bir şey
dikkatimi çekmişti o anda. Hostes’in gözlerinin aralıksız bir şekilde her iki
elimin parmaklarına kaydığını fark etmiştim; uzun kirpiklerinin altından o
kadar hızlı bir şekilde göz atmıştı ki parmaklarıma, öylece kalakalmıştım.
Etek
giymemişti, bayrak kırmızısı ceketi ve antrasit gri pantolonu, gömleği, kırmızı
fuları ve THY armalı kırmızı kepi ile açık kahverengi bakıyordu. Gençti ve
güzeldi; kumral bir teni vardı, keple şekillendirdiği saçları da kumraldı. İlk
kez karşılaşıyorduk.
Çok
uçuyordum, uçuş görevlileri ile çok sık muhatap oluyordum, ama kimi zaman
bazıları ile aynı uçuşta karşılaşsam da çok sık denk gelmiyordu zamanlarımız.
Cevval’in hosteslere olan arsız ilgisini de çok sık eleştiriyordum, ‘Cevval’in
ahı mı tuttu?’ diye düşünürken Hostes kahve ve suyla birlikte geldi, ikram
olarak küçük, zarif ambalajlı çikolatalar da getirmişti.
Gülümseyerek
teşekkür ettim ve ‘çocukların küçük çikolataları çok sevdiğini, onlar için
alacağımı’ söyledim. Yüzüne buruk bir tebessüm yayıldı, mesajı almıştı.
Bir Yahudi
geleneği olarak kültürümüze giren nişan ya da evlilik yüzüğünü takmıyordum,
yüzük takmanın bir gereklilik olduğunu da düşünmüyordum. Kadınlar için belki,
ama erkekler için evlilik veya nişan işareti olarak yüzüğün bir anlam
taşımadığını görmüştüm. Son dönemlerde kadınların parmaklarında taşıdıkları
yüzüklerin de anlamsızlaştığını görmeye başlamıştım.
Parmaklarımda
herhangi bir aksesuarla tanımlanmak tuhaf geliyordu; yüzüklerle çevredeki
insanlara mesaj iletilmesinin kişisel olarak yeterlilik sorunlarını
yansıttığına dair düşüncelerim vardı. Altın yüzük bir başka hayat biçimini,
gümüş yüzük karşı anlam zeminini temsil ediyordu.
Erkeklerin
altın aksesuar takmalarının haram olduğunu iddia edenlerin ayetlerden kesin bir
kanıtı yoktu, gümüş takmalarının sünnet olduğuna işaret eden deliller de çok
zayıftı. Mühür amacıyla hazırlanmış gümüş yüzükler gerekçe olarak sunulamazdı.
Çok anlamsız işlerle uğraşmıştı geçmişte fâkihler ve insanların en çok ihtiyaç
duyduğu bugün ortalıkta görünmüyorlardı.
İnsan
doğasının yarım olduğuna, tamamlanmak için karşı cinsten bir başkasını aramak
üzere programlandığına artık emindim. Erkek ya da kadın, insan yalnız olamazdı,
yalnız olduğu zaman hep yarım ve hasta kalıyordu. ‘Ova Yazarı’nın alaycı bir
dille yaklaştığı kadar zayıftık ve çok çabuk etkileniyorduk.
Bir kadın
ilk kez gördüğü bir erkeği nasıl beğenirdi, onda ne arardı da o anda onda onu
gördüğünü düşünürdü? Ne bulmuştu bende Hostes? Bu hiçbir zaman çözemeyeceğim
bir muammaydı ve herhangi bir standardı yoktu. Yine de sistematik
çözümlemelerimin sonucunda somut olarak söyleyebileceğim birkaç şey tespit
etmiştim.
Kadınlar
kendi kişilikleri, beklentileri ve çevrelerinden gördüklerinden elde ettikleri
tecrübelerle doğru orantılı olarak gözlemliyorlardı erkekleri. Kendilerine göre
bir kıstas belirliyorlardı; bu ya erkeklerin kadın avcısı olup olmadıkları ile
ilgiliydi ya da fiziksel özelliklerle ve maddî durumla. İnanç gittikçe azalan
bir ilginin parçasıydı.
Bu dördünü
de beklentilerinin çerçevesini çizerken önemseyen kadınlar gerçekçi bir çerçeve
üretmediklerinin farkında oluyorlardı genellikle. Zamanla kıstaslarının
sayısını azaltarak en önem verdikleri özelliğe odaklanıyorlardı. Bu da
genellikle ya fiziksel özellikler ya da maddî durum veya meslekî sıfatlarla
ilgili oluyordu.
Suyumdan
içtim önce birkaç yudum, kahve soğumamalıydı. Kahvemden de bir yudum aldım. Kız
istemeye gidildiğinde gelin adayının misafirlere ve damat adayına ikram ettiği
kahve gelmişti aklıma. Damat adayının kahvesine konan tuz, ‘hoş geldiniz’
derken damat adayını ilk kez gören gelin adayının bu işe razı olduğuna dair ona
kahve ikram ederken gönderdiği gizli bir mesajdı.
Bu, bugün
sadece basit bir ritüel olarak kalsa da çok ince, çok anlamlı ve sessiz, sağlam
bir iletişim biçimiydi. Atalarımız imalarla ve bu tip davranışlarla mesaj
iletme ustalarıydı; Marshall planıyla birlikte ruhumuzu ele geçiren Amerikan etkisi
yavaş yavaş kaba bir toplum haline getirmişti bizi, neredeyse her şeyi bağıra
çağıra anlatmamıza rağmen mesajlarımızı birbirimize iletemez hale gelmiştik.
Kendi
özgün iletişim sistemimizi aşağılayarak yok etmiştik; kör, sağır ve dilsiz
olmuştuk ‘Küçük Amerika’ olmaya çabalarken. Amerika gibi, iletişim
kuramadıklarımızı yok etmeye çalışıyorduk farkında olmadan; ya fiziksel olarak
ya da değer olarak.
Batılılaşmıştık
evet; ancak Batılılaştığımız için vahşileşmiştik. Hostes bu vahşiliğin içinde
muhtemelen, bulacağını umarak, vahşi olmayan şeyler arıyordu; avcı olmadığımı
görmüş olabilirdi.
Kahvemi
bitirdim, yolculuk da bitmek üzereydi. Bulutlarla sarmaş dolaş olan Toroslar’a
tepeden bakıyorduk. ‘Toroslar’ demek ‘Adana’ demekti. Bu uçsuz bucaksız sıradağların
haşin soğuğu, aşılmaz heybetinden daha şiddetliydi.
Şu anda
yoktu, ama eskiden Temmuz ortasına kadar tepelerinde pamuk beyazıyla ışıldayan
karlar olurdu. Güneşin kavurucu yakın sıcaklığıyla cayır cayır yanan Çukurova,
yağışların azaldığı, çoğu zaman durduğu mayıs ayından sonra doyasıya beslenirdi
bu suyla.
Seviyordum
bu toprakları; benim doğduğum topraklardı bu topraklar, ben bu topraklardan
evrilerek insan olup çıkmıştım. Birbirimize ‘toprak’ derdik biz; ‘toprağım’.
İnsan bu yüzden doğduğu ve büyüdüğü yeri severdi; çünkü kanı-eti-kemiği ilk kez
o topraklarla vücut bulmuştu.
Toprağa
dönmek, ölmek demekti; toprağın bir tur dönüşüydü yaşamak.
Ve hep
toprağa bağımlı olarak sürülen bir ömür; insan toprak kadar zengin ya da
fakirdi işte. Bu kadar basitti insanın bedeninin o kuşkonmaz, şeytandan ödünç
alınan kibrinin kökeni. Ama emekti toprak; ateş gibi değildi. İnsan yemeliydi,
içmeliydi; çalışmalı ve üretmeliydi bunun için. Oysa ateş, Güneş’ten geldiği
gibi, Şeytan’ın kendisini insandan üstün göreceği kadar sterildi emekten.
Biz
Çukurova’da hem topraktan hem de ateşten gelenlerin içine doğardık; toprakla ve
ateşle büyürdük. Duygularımız ya toprak
kadar çeşitli ve besleyici ya da güneş kadar yakıcı ve eritici olurdu, ama en
çok içten içe erir ve kendimizi yakardık.
Allah’ın beni dünyada gönderdiği koordinatlar bu yüzden belki Çukurova’yı gösteriyordu. Uçaktan tıpkı öyle görünüyordu bana Adana. Her seferinde yeniden doğuyormuş gibi iniyordum uçaktan. Şimdi de öyleydi; içim ferahlamıştı, yangın yerine serin rüzgarlar esiyordu.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.