Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Dağdakiler Ovadakilerin hayat standartlarını belirliyorlardı ve bu yüzden dünyanın bütün yoksullaştırılmış, sömürülmüş, geri bırakılmış ülkelerinde evler, mahalleler ve şehirler mide bulandıracak kadar birbirine benziyordu."
Ben uçsuz bucaksız ovasıyla Adana’yı gökten seyrederken kemerlerimizi bağlamamız anons edildi. Bilgisayarımı kapattım. Başımı geriye yasladım. Zihnim gibi gözlerim de yorulmuştu; gözlerimi de kapatarak uçağın inişini hissetmek istedim.
Sadece seslere
odaklanmıştım. Göz kapaklarımın iç yüzündeki zifiri karanlığa beyaz harflerle
bir soru nakşedilmişti birdenbire: “Âdem ve eşi gökten nasıl indirilmişti
yeryüzüne?”
Sorumun
cevabını bilmiyordum, ama birbirlerine düşman olarak indirildiklerini
biliyordum. Ve biz, Adem’le eşinden türeyen hepimiz bunun sonuçlarına mahkûm
olmuştuk, hepimiz aynı hata yapabilirlik kapasitesine sahiptik; çünkü özgürdük.
Dünya özgürlüğümüzün sınandığı bir yerdi; kim olduğumuzu anlamak için sarf
edeceğimiz çabanın sonuçlarına bağımlıydık.
Uçağın motorlarının keskin ve güçlü sesleri ile uçağın hareketleri arasındaki doğrusal
ilişki ruhumdaki dinginliğin, sessizliğin kanatlarına güç veriyordu. Adana’ya
doğru iniyordum. Adana’ya doğru indiğimi biliyordum. “Âdem ve eşi de biliyor
muydu?” sorusu dalgalandı bu kez beyaz harflerle göz kapaklarımın gerisinde.
Uçağın
arka tekerleri piste değdiğinde artık gökteki özgürlüğümüz sona ermişti; yerin
ilk dokunuşu ile sarsılmıştık hafiften. Birazdan dağılacaktık yeryüzüne;
birazdan yürüyecekti karadaki dakikalar. Sanki binlerce yıl uzaklıktan
geliyordum bu kez.
Son yıllarda her
inişimde karanlık bir nokta gibi beliriyordu zihnimde bu konu; tıpkı öleceğini
bildiğimiz biri ile her görüşmemizde onun öleceğini düşünerek konuşmak gibi.
İndiğimiz Şakir
Paşa havaalanı Türkiye’nin ilk havaalanlarından biriydi ve yakında Mersin’in Tarsus
ilçesine yapılan bölgesel Çukurova Havaalanı’na kurban edilecekti. Adana
direniyordu, uğradığı ihanete direniyordu. İktidar ve muhalefet partilerindeki siyasetçilerin, bürokratların, iş adamlarının ilgisizliğinin
kurbanıydı.
Erdoğan, Adanalıları
üzmeyeceğini söylese de geleceğin ne göstereceğini bilmiyorduk. Adana mağdurdu;
2002 öncesinde Türkiye’nin dördüncü büyük şehri iken Erdoğan döneminde artık
ilk onda bile değildi. TRT Haber bile bazen hava durumunda Adana’yı unutuyordu.
Oysa Adana binlerce yıl boyunca bütün Anadolu’yu beslemişti, göz ardı edilmeyi,
ihmal edilmeyi, unutulmayı hak etmiyordu.
Her iki
havaalanı da faaliyetine devam edebilirdi. Karadeniz’in düşük yoğunluklu
nüfusuna hizmet eden birbirine yakın havaalanları gibi ya da İstanbul’daki üç
ayrı havaalanı gibi. Adana dört veya beş Karadeniz şehrinden daha yoğun bir
nüfusa ve bölgeye hizmet ediyordu.
Saat 18.55’ti.
Valizimi bekliyordum.
Her zaman
yaptığım gibi zihnimde tekrarlayan bu düşünceleri yine bir kenara ittim ve beni
almaya gelen ve dışarıda bekleyen şirket çalışanımızı arayarak birazdan çıkış
yapacağımı haber verdim. Karım beni almak için geleceğini söylemişti, ancak çok
yoğundu ve onu bu saatteki trafik kargaşasına dahil edemezdim.
Adana
trafiği içinden çıkılmaz hale gelmişti; CHP tarih boyunca Adana’ya hizmet etmemişti,
şimdi de etmiyordu. Gecekondular şehri Adana gibi, İstanbul ve Ankara dahil
Türkiye’nin bütün gecekondulardan oluşan şehirleri CHP’nin eseriydi. CHP’nin ve
masonların.
Mahir’in
bütün eleştirilerine rağmen Erdoğan’ın liderlik ettiği Ak Parti, yönettiği
şehirleri yeniden dönüştürüyor ve yaşanabilir hale getiriyordu. Elbette hiçbiri
kusursuz değildi, ancak yüz yıllık bir ülke için çarpık şehirleşme üreten
başlangıç çok yanlıştı ve kusursuz dönüşüm mümkün değildi. Adana için de bir
başka bahara, bir başka seçime kalmıştı umut.
Dağdakiler
Ovadakilerin hayat standartlarını belirliyorlardı ve bu yüzden dünyanın bütün
yoksullaştırılmış, sömürülmüş, geri bırakılmış ülkelerinde evler, mahalleler ve
şehirler mide bulandıracak kadar birbirine benziyordu.
Satanist
Batı ise planlı, temiz ve modern olarak üstün olmalıydı. Batılıların katliamcı,
sömürgeci ve zalim olduklarını söyleyecek, yazacak ve yayınlayacak imkâna ve
vicdana sahip çok az ‘insan’ vardı. Bu yüzden bütün sömürülenler suçun
kendilerinde olduğuna inandırılmışlardı.
NATO üyesi
Türkiye de Batı’nın bir sömürgesiydi ve bu güzel ülkenin ovalarında yaşayan herkes
devletinin bağımsız olduğuna ve bu aşağılık yoksulluğun, sefaletin devletin kendi
eseri olduğuna inandırılmıştı. Oysa Dağdakiler gerçeği biliyorlardı, halkın
gerçeği öğreneceği o muhtemel günün geleceğinin de farkındalardı.
‘Sıkıntı’nın
doğuşu o muhtemel günün geleceğinin kilometre taşlarından biriydi. Diğer bütün ‘Bekçiler’
gibi ‘Ova Yazarı’ da o muhtemel gün için çalışmışlardı. Yıkmak istedikleri ‘Samirî’
kökenli her şey birbirine o kadar sıkı bağlıydı ki, kolaylıkla algılanamaz,
gösterilemez ve değiştirilemez bir şekilde ‘güçlü’ görünüyordu. Bu durum umut
kırıcıydı. Ancak onlar asla vazgeçmemişlerdi, vazgeçmeyeceklerdi. Türkiye’de
yaşanacak olan büyük değişim bütün dünyaya yayılacaktı. Buna ben de inanmıştım.
19.10’da
havaalanından çıkabildim ve hemen dışarıda bekleyen şirket arabasına bindim.
Çalışanımız benim ‘Fırtına’ dediğim çok genç ve başarılı bir mühendisti,
aramızda yaklaşık sekiz yaş vardı. Şirkette bir aile ortamı oluşturmuştuk;
hepimiz herhangi bir çalışanımızı, ihtiyaç olduğunda havaalanından alabilirdik.
Yol boyunca
şirketin çalışmalarından bahsetti ‘Fırtına’. Adana’da olmadığım dört günde
sürekli raporlar almama ve gerekli iş emirlerini onlarla paylaşmama rağmen
zihnimdeki kaos beni şirketin hareketli iş akışından koparmış gibiydi. Biraz da
‘Sıkıntı’nın etkisi vardı bu kopuklukta.
Zihnimde
oluşturduğum iş kümelerini birbirinden bağımsız bir şekilde organize etme
alışkanlığıma rağmen, kendisi de bu iş kümelerinden biri olan roman bütün iş
kümelerinin bağımsızlıklarını ellerinden almış ve her şeyi kendisine
bağlamıştı. On yedi günlük bu serüven ne zaman bitecek onu da bilmiyordum. İşin
en tehlikeli kısmı, yaşadığım içsel dalgalanmalardı.
İD faktörü
ve Hostes tuhaflıklar zincirinin birer halkası olarak dikkatimi sarsmışlardı. Cevval’in
beni kadınlara yönelterek almak istediği intikam, onun istediği gibi olmasa da
alınmış görünüyordu. Bu vahim bir durumdu, ama bunu da aşacaktım.
Şirket
çalışanlarımız bekliyorlardı, kısa bir toplantı yapacaktık ve ben ondan sonra
eve geçecektim. Havaalanından E-5’e, oradan Alpaslan Türkeş Bulvarı’na ve şirketin
bulunduğu baraj bölgesine ulaşmamız bir saati bulmuştu. Saat 20.05’te şirkete
giriş yaparken güneş son ışıklarını gönderiyordu gökyüzüne.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.